Sicilya’da İki Hafta (1)

Sanırım bir başka yazımda da belirtmiştim. Gittiğimiz bir yerden ayrıldığımızda, biz giderken yaşamın orada biz olmadan devam ediyor olması çok küçük yaşlardan beri ilgimi çekmiştir. Herhangi bir şehir ya da ülke, deneyimlerimiz ve anılarımızla birlikte belleğimizde kendine sabit bir yer edinirken, biz ayrıldığımızda çoktan ufak ufak farklılaşmaya başlamıştır bile. Sicilya‘dan ayrılırken bu diyalektik süreci daha fazla hissettiğimi söyleyebilirim çünkü, Sicilya ilginç tarihi ve kültürü ile, kaynayan bir kazan gibi, daima değişim içinde olmuş bir yer. Halen değişmeye de devam ediyor kanımca. Bir ada olması başlı başına bir özellik. Adaların tarihi, hele de stratejik bir coğrafi konumda iseler, hep ilginçtir. Ancak Sicilya, gidip görene kadar benim de düşündüğüm gibi, sadece İtalya’nın güneyinde bir ada değil. Farklı tarihi, kültürü, yemekleri ve hatta dili ile birlikte, bambaşka bir ülke. Benzerlikler olsa da, Sicilya için tam olarak İtalya diyemeyiz bence. Sicilyalılar da adalarının koordinatlarını tanımlarken, İtalya’nın güneyinde olduğunu belirtmek yerine, Afrika’nın kuzeyinde yer aldığını vurgulamayı seviyorlar. Burası, ayrı bayrağı (İtalya bayrağı ile yan yana asılıyor) ve ayrı parlamentosu ile İtalya’nın beş özerk bölgesinden birisi. (Diğer özerk bölgeler; Friuli-Venezia Giulia, Sardinya, Trentino-Alto Adige/Südtirol ve Aosta Vadisi. Vatikan ve San Marino özerk bölge değil, bağımsız ayrı birer devletler). Tarih boyunca topraklarından gelmiş geçmiş tüm yabancı milletleri kültürlerine sindirme konusunda son derece başarılı ve bundan adeta gurur duyan bir yaklaşımları var. Tarih açısından belli noktalarda paralellikler gösteren İtalya’nın bir başka çok ilginç ve sevdiğim bölgesi, Puglia bende aynı izlenimi yaratmadı örneğin. Orada, farklı istilacıları ve onların bıraktıklarını bu tarzda bir öne çıkarma, kültürlerinde bıraktıkları izleri vurgulama göremedim ben.

Dolu dolu iki hafta geçirdiğimiz Sicilya’yı anlatmaya nereden başlacağıma karar vermek zor. Anlatacak çok sayıda ilginç konu, yer ve deneyim var. Yurt içinde ve dışında gittiğim yerlerle ilgili yazılarımı okuyanlar bilirler; bir turist el kitabı gibi yazmak benim tarzım değil. Benim de yararlandığım, o tarzda yazılmış yeteri kadar kaynak ve web sitesi var zaten. Sicilya hakkında yazarken yine gözlemlerimi, edindiğim izlenimleri ve karşılaştığım insanları yazacağım. Onun dışında tabii ki, gezdiğim yerleri de anlatacağım. Ama bu, “Şuraya mutlaka gidin, şurayı mutlaka görün”, tarzında olmayacak çünkü bence, (turla gidilenlerin dışında) geziler son derece kişisel serüvenler. Herkesin ilgi alanı, yapmaktan hoşlandığı şeyler, yeme içme alışkanlığı ve şu zamanda en önemlisi, bütçesi aynı değil. O nedenle ben burada, Sicilya’ya gitmek isteyenler için bir tadımlık, böyle bir geziyi tasarlamayanlar için ise, benim de yeni öğrendiğim ilginç bilgiler sunmayı amaçlıyorum.

Sicilya’ya gitmeyi pandemiden önce planlamıştık. Hepimizin ömrünün birkaç yılını tuhaf bir şekilde yaşamasına neden olan şartlardan dolayı, ancak bu sene gidebildik. Gitmeden önce, Sicilya konusunda epeyce araştırma yaptım. Daha önce giden arkadaşlarımın ve bazı turizm şirketlerinin rotalarını inceledim. Ama, en önemlisi Sicilya hakkında epeyce kaynak okudum. Bu noktada en çok yararlandığım kaynaklardan birisi, Amerikalı gazeteci John Keahey‘in “Seeking Sicily” isimli kitabı oldu. Bana göre, Sicilya’yı daha yakından tanımak için güzel bir kitap. Mekanik bir rehber kitabı olmaktan çok, içinde tarih, edebiyat ve yaşam bilgisi bulunan bir kaynak.

Sicilya özerk bölgesi bayrağı
Resmi olarak 4 Ocak 2000 yılında kullanılmaya başlansa da, Sicilya bayrağı çok eskilere dayanıyor. Bayraktaki kırmızı ve sarı renkler, 1282 yılında Fransızlara karşı ilk ayaklanmayı başlatan Palermo ve Corleone şehirlerini temsil ediyor. Triscele olarak adlandırılan ortadaki sembol Sicilya’da Antik Yunanlılar tarafından uğur işareti olarak kullanılmış. Sembolün ortasındaki Medusa başından çıkan üç buğday başağı Sicilya’nın bereketini simgeliyor. Görünen üç bacağın mitolojik bir anlamı var. Ancak bayrakta bunlar adanın üç önemli coğrafi burnunu temsil ediyorlar: Peloro (Messina), Passero (Siracusa) ve Lilibeo (Marsala) burunları. Sicilya bayrağı, Triscele veya Trinacria olarak da anılıyor.

Konu Sicilya’ya gitmek olunca, işe “Ne zaman gitmeli?” sorusu ile başlamak gerekiyor. Genelde, nisan-mayıs ayları ile eylül ve ekim ayları öneriliyor. Yaz ayları deniz tatili için düşünülebilir ama, gezmek açısından bence çok uygun değil. Biz ekim ayında bile, antik yerleri gezerken zaman zaman çok zorlandık. Hava sıcaklığının 27-28 derecelere çıktığı günler oldu. Öte yandan, şiddetli yağmur ve fırtına nedeniyle bot, yağmurluk giydiğimiz, şemsiye kullandığımız günler de oldu. Ekim ayı bu açıdan biraz hazırlıklı gitmeyi gerektiriyor. Yanınızda yağmurluk da olmalı, şort da. Öte yandan, Siracusa‘da alış veriş yaptığımız bir dükkan sahibi kadının söylediğine göre, Sicilya’da da artık mevsimler kaymış ve kendi ifadesi ile, birbirine karışmış. Bu mevsimde giderseniz, birkaç hafta önceden hava durumunu izlemenizde ve ona göre hazırlıklı gitmenizde yarar var. Sicilya öyle bazı filmlerden edindiğimiz izlenimlerdeki gibi kıraç ve kurak bir yer değil. Gündüz sıcak olsa da, geceleri bayağı serin oluyor. Kışın adanın pek çok bölgesinde yoğun kar yağıyor. O nedenle ekim sonundan sonra, bahara kadar gidilmesi tavsiye edilmiyor.

Messina yakınlarındaki Antik Yunan kenti Tindari‘deki bir yer mozağinde karşımıza çıkan Triscele işareti

Zamanlamadan sonra, sıra rotayı belirlemeye, ne zaman nerede kalınacağına karar vermeye geldi. Biz adayı çepeçevre gezmeye karar vermiştik ve ona göre bir rota belirlemiştik. Bunun için uçak bileti, otel rezervasyonları ve araba kiralama işlerini önceden yapmışken, vize ile ilgili bazı sorunlar ve dönüş uçağımızın THY tarafından sebep gösterilmeksizin iptal edilmesi nedeniyle ciddi bir takım değişikler yapmak zorunda kaldık. Ancak, değiştiremeyeceğimiz ya da değiştirmek istemediğimiz bazı rezervasyonlarımız da vardı. Sonunda, tüm bu nedenlerden ötürü, kalış süremiz uzadı. Aslında çok da iyi oldu. Öte yandan, istediğimiz tüm yerlere gidebilmek için bir takım çok rasyonel olmayan geri dönüşler yapmak zorunda kaldık. Öyle ya da böyle, tam istediğimiz gibi, Sicilya’nın kuzeyine, güneyine, batısına ve doğusuna gittik. Yaşadığımız bazı aksiliklere karşın çok keyifli ve ufuk açıcı bir tatil oldu.

Şüphesiz bir bölgeyi ya da ülkeyi iki haftada bile tam olarak tanımak mümkün değil. Ancak bunu, Sicilya’nın sadece çok ünlenmiş, Taormina, Ragusa ya da Siracusa gibi kentlerine gidenlerden daha iyi başardığımızı düşünüyorum. Sicilya’nın dört bir tarafının ayrı ayrı ilginç tarafları, özellikleri ve mekanları var. Belirttiğim yerlerin sadece bir ya da birkaçını görmek, Sicilya hakkında tam bir fikir vermeyecektir. Örneğin Palermo ve çevresini görmemek büyük bir eksiklik olur bana göre. Sonuç olarak, belli bir yerde takılıp kalmak yerine, araba kiralayarak birkaç yere gitmek en iyisi. Bu noktada, araç kiralama konusunda da ufak bir iki notum olacak.

İtalya’da olduğu gibi, Sicilya’da da araç kiralama şirketlerinin elinde çok az sayıda otomatik vitesli araba var. O nedenle, şayet bu konu sizin için önemli ise, araç kiralama işini gitmeden haletmenizde yarar var. Aracı kiralarken, sigorta maddelerine özellikle dikkat edilmesi yararlı olur. Geçirdiğimiz ufak bir kaza nedeniyle bu konuyu özellikle belirtiyorum. Bir başka ve hiç aklımıza gelmeyen nokta, patlamış lastik değiştirmek için gerekli kriko ve benzeri aletlerin o araca ait olup olmadığını kontrol etmek. (Bazı araçlarda stepne bile olmayabiliyor). Ara yolların birinde lastiğimiz patladığı zaman, sadece bu gereçlerin bizim arabaya ait olmadıklarını değil, üstelik bir de kırık olduklarını fark ettik. Şansımız vardı. Çok iyi insanlara denk geldik. Bize inanılmaz bir şekilde yardımcı oldular. Onlar olmasaydı, araç kiralama şirketinden bulunduğumuz yere yardım gelmesi en az iki ya da üç saati bulacaktı. En önemli sorun, kiralama şirketi Amerikan da olsa, çağrı merkezlerindeki elemanlara laf anlatmak. Ana kiralama noktalarında gayet iyi İngilizce bilen çalışanlar olmasına karşın, çağrı merkezleri çalışanlarının İngilizce seviyeleri çok iyi değil. Sadece belli cümleleri ezberlemişler gibi geliyor insana.

Sicilya’da ana yolların ve otobanların kalitesi gayet iyi. Çok sayıda tünel yapılmış. Bazı yerlerde birinden çıkar çıkmaz diğerine giriyorsunuz. Sık sık, kimsenin hiç bir zaman çalıştığını görmediğimiz yol tamir uyarıları ve yol daraltmalarına rastladık. Demek ki, öyle ya da böyle, bu yollara bakılıyor. Ancak, zaman zaman navigasyonun sizi soktuğu ara yollar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çoğu, çapı çok geniş olmayan ama, çok derin çukurlarla dolu. Nitekim, bizim lastiğimizin patlamasına da, beklenmedik bir noktadaki böylesi bir çukur neden oldu. Ayrıca, kimi ara yollar son derece virajlı ve ışıklandırma yok. Yazın günler uzun olduğu için sorun olmaz ama sonbaharda hava erken kararıyor. Bir sürü gezilecek yere otobanla ulaşmak mümkün olmadığı için, zamanınızı ayarlayarak karanlığa kalmamaya çalışmanızı öneririm.

Gezi boyunca Cefalù, Agrigento, Messina, Taormina, Catania ve Siracusa olmak üzere, toplam altı farklı yerde kaldık. Buraları kendimize üs yaparak, çevre illere de gittik. Örneğin, Cefalù ‘dan Palermo, Monreale, Segesta ve Castellammare del Golfo‘ya gittik. Otelleri seçerken bizim için en önemli kriter otelin, ücretli veya ücretsiz, park yerinin olması idi. Zira, Sicilya’da önemli bir park sorunu var. İkincisi de, mümkün olduğunca, görmek istediğimiz yerlere yakın yerde kalmaktı. Günübirlik gittiğimiz yerlerin bazılarında park konusu daha rahat oldu. Mavi çizgilerle ayrılan yerlere, park otomatlarından para atarak aldığınız fişleri ön camınıza yerleştirerek, park edebiliyorsunuz. Bu, Puglia’da olduğu gibi, bir “Tabaccheria“dan park fişi almaktan çok daha pratik ve kolay bir yöntem. Adının çağrıştırdığı üzere, İtalya’da bu küçük dükkanlarda başta tütün ve tütün ürünleri satılıyor. Onun yanında, gazete, dergi, ufak hediyelik eşyalar, içecek ve belirttiğim gibi, park fişi de satılıyor. Belki Sicilya’da da bu uygulamanın olduğu yerleşim yerleri vardır ama, biz rastlamadık.

7 Ekim sabahının erken saatlerinde Catania havaalanına indik. Uçak güneşli havada pırıl pırıl parlayan denizin üzerinden alçalırken, şehrin denizden geriye, ardındaki Etna dağına doğru yayılmış olduğunu gördüm. 3350 metre yüksekliği olan Etna gerçekten çok etkileyiciydi. Her zaman yaptığı gibi usul usul, bembeyaz dumanlarını savuruyordu. Öyle ki, duman mı yoksa bulut mu, insan tereddüt ediyor. Milyonlarca yıldır orada duran Etna, adanın tarihi boyunca insanları endişelendirmiş ve korkutmuş. Zaman zaman lavlarını püskürterek dehşet saçmış. Örneğin, özellikle Sicilya’nın doğu bölgesini gezerken çoklukla sözü edilen 1669 yılındaki patlamada Catania’nın büyük bölümü haritadan silinmiş. 11 Mart-15 Temmuz tarihleri arasında Etna yaklaşık 830 milyon metre küp lav püskürtmüş.

Uzmanlar, adını Grekçe aithō (yanıyorum) kelimesinden aldığı düşünülen Etna dağının 2,6 milyon yıldan beri aktif olduğunu belirtiyorlar. Sicilyalılar kendi dillerinde Mongibello ya da Mungibeddu diyorlar Etna’ya. Grekçe (Antik Yunanca) Aitne, Latince ise Aetna olarak adlandırılmış. Halen, Avrupa’daki en yüksek aktif yanardağ. Tarihte bazı patlamalar antik şair ve tiyatro yazarları tarafından özellikle belirtilmişler. Bunlardan bir tanesi, M.Ö. 475 yılında olan patlama. Bir başka eski patlamanın tarihi M.Ö. 396 olarak veriliyor. Bu patlama, Kartacalıların Catania’yı zapt etmelerine engel olduğu için, Sicilyalılar için olumlu olmuş. M.Ö. 1500-M.S. 1669 yılları arasında 71, 1669-1900 arasında 26 patlamanın değişik şekillerde kaydı bulunmuş. 20. yüzyılda şiddetli patlamalar devam etmiş. 1983 yılında patlama ve lav püskürmesi tam dört ay sürmüş. 2001 ve 2002 yılındaki patlamalarda Etna’daki kayak merkezleri, oteller, restoranlar ve barlar tamamen yok olmuş. Havadaki küller nedeniyle, Catania hava alanı üç ay kapalı kalmış.

Okuduğuma göre, diğer yanardağlarda da olduğu gibi, her patlamada Etna’da yeni kraterler açılıyormuş. Şu anda kimi kaynaklara göre dört, kimine göre 5 aktif krateri var. Herhangi bir patlama ve lav akışından sonra, bölgedeki toprakta çalı veya ağaçların yetişebilmesi için 400 yıl geçmesi gerekiyormuş. Aynı yerde tarım yapılabilmesi için ise, 600-700 yıl. Bu kadar beklemeden sonra, bu topraklarda limon, kan portakal, elma, armut, Şam fıstığı (Sicilyalılar Şam fıstığını sadece tatlılarda değil, yemeklerde de harika bir şekilde kullanıyorlar), nar ve her türlü böğürtlen yetiştiriliyor. Ama tabii en önemli ürün, Etna şaraplarının hammaddesi, üzüm. Sicilya’nın doğusunda Etna şaraplarına doğal olarak daha çok rastlıyorsunuz. Ancak, yemek yediğimiz bazı restoranların sommelier‘inin (şarap uzmanı) uyardığı gibi, Etna menşeli şarapların tatları, kendi ifadeleri ile, biraz “mineralimsi”. Biz denemek için bir iki kere içtik. Adanın sunduğu daha güzel şaraplar var ama, siz de bir kere denemek isteyebilirsiniz. Belki de çok seversiniz.

UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alan Etna’ya tırmanabilir, rehber ile bir gününüzü dağda geçirebilirsiniz. Ben daha önce Vezüv Yanardağı‘na çıktığım için, fazla ilgimi çekmedi. Bir de, başka görmek istediğim yerler ağır bastı. Başta Taormina olmak üzere, doğu yakasındaki şehirlerin otellerinde bu konuda yardımcı oluyorlar.

Catania’ya indikten kısa bir süre sonra, kiraladığımız araba ile, Cefalù‘ya doğru yola çıktık. Catania’da yolculuğun ikinci haftasında iki gün kalmaya karar vermiştik. O nedenle, burayı gezmeyi sonraya bıraktık. Cefalù, Sicilya’nın kuzey sahilinde, 2020 yılı sayımına göre 14 binin biraz üstünde nüfusu olan, çok şirin bir yerleşim yeri. Catania’dan 245 Km. uzaklıkta. Normal şartlarda yaklaşık 3 saat sürmesi gereken yol, daha önce sözünü ettiğim sözde yol tamiratları nedeniyle kapatılan yollar ve navigasyonun bizi kuş uçmaz kervan geçmez yerlere sokması nedeniyle en az bir saat daha fazla sürdü. Eminim siz de zaman zaman navigasyonların bu tür azizliklerine uğramışsınızdır. Yeni ayak bastığımız bir ülkede, bilmediğimiz ve kötü yollarda gitmek çok hoş bir deneyim olmadı açıkçası. Sicilya’ya gidenlerin bu tür sürprizlere hazır olması gerektiğini belirtmek isterim. Bazı geçtiğimiz yerler, bizim Doğu Anadolu’dakileri çağrıştıran, son derece kıraç dağlarla kaplıydı. Sicilya’nın geri kalanı buralar gibi değil. Son derece yeşil, ormanlık, tarım arazileri ve bağlarla dolu yöreleri var.

Sizinle Cefalù’ya doğru yola koyulurken ben ara vererek, biraz Sicilya tarihini özetlemek istiyorum. Daha sonra gittiğimiz yerlerin özelliklerini daha iyi anlamanız için yararlı olacaktır. Yine bir yazı dizisi olarak düşündüğüm bu gezide gittiğimiz yerleri, sonraki yazılarımda ayrıntılı olarak size anlatmaya çalışacağım.

Yukarıda da belirttiğim gibi, Sicilya’nın tarihi çok ilginç. Özellikle Palermo ve Scopello civarındaki bazı mağaralar, adada yaşamın Neolitik Çağ‘dan beri var olduğuna kanıt olarak gösteriliyor. Bulgular, M.Ö. 8000-7000 arasında yaşam olduğuna işaret ediyor. Bu insanların, bir zamanlar İtalya ana karasına bitişik olan Sicilya’ya yürüyerek geldikleri söyleniyor. Günümüzde, köprü görevi gören bu kara parçası sular altında kalmış ve Messina Boğazı haline gelmiş. M.Ö. 2000 ile 1100 yılları arasına gelindiğinde adaya, Akdeniz’in farklı bölgelerinden göç etmiş, başlıca üç ayrı grup insan yerleşmiş bulunuyor. Sicani olarak adlandırılan grup, aşağı yukarı M.Ö. 2000-1600 arasında, batı İtalya’dan gelerek Sicilya’nın batı ve orta bölgelerine yerleşiyorlar. Bir diğer topluluk olan Elymian kavimi, adaya daha sonra gelerek Sicilya’nın kuzeybatı bölgesine yerleşiyorlar ve zaman içinde Sicanileri adanın ortasına doğru itiyorlar. Elymianların kökeni oldukça ilginç çünkü onların Anadolu‘dan (Kuzey Afrika üzerinden) geldiklerine inanılıyor. M.Ö. 1100 yılında Elymianlar yerleştikleri bölgede şehirler kurup, yerlerini sağlamlaştırıyorlar. Günümüzdeki Erice ve Segesta gibi yerlerin ilk yerleşenlerinin onlar olduğu düşünülüyor. Bu ilk halklardan üçüncüsü, Sicel veya Siculi topluluğu yaklaşık M.Ö. 1200-1000 arasında, batı İtalya’nın Liguria bölgesinden (Genoa‘nın da bir parçası olduğu, kuzeybatı İtalya’da bir bölge) Sicilya’ya gelip adanın doğusuna yerleşiyorlar.

Messina Boğazı
Karşı kıyıda görünen yerler İtalya’nın Calabria bölgesi

M.Ö. 1000 civarında, Fenikeli tüccarlar Sicilya’ya gelip gitmeye başlıyorlar. Fenikeliler, günümüzün Lübnan, güney Suriye ve İsrail’in kuzey kısmı olan bölgede şehir devletleri olarak yaşayan, Sami ırkından, denizci bir millet. M.Ö. 814 yılında Kuzey Afrika’da, daha sonra bir imparatorluğa dönüşecek olan Kartaca‘yı kuruyorlar. M.Ö. 8. ve 6. yüzyıllar arasında Sicilya’da önemli liman şehirleri kurmaya başlıyorlar. Günümüzün şehirlerinden Palermo (Panormos) ve Mozia (Motya) bunlardan bazıları. Palermo’da gezerken Fenikelilerin izlerine rastlamak mümkün. Antik Yunanlılar (bundan sonra Grekler olarak söz edeceğim) M.Ö. 800lerden itibaren doğu Sicilyaya gelmeye başladıklarında Fenikeliler adanın batı tarafında yaşamaya devam ediyorlar. Bu durum, kendi soylarından ama daha agresif olan Kartacalıların M.Ö. 6. yüzyıldan başlayarak, yavaş yavaş Fenikelilerin kurdukları şehirleri ele geçiremelerine kadar devam ediyor.

Palermo’daki Palazzo dei Normanni’nin (Kraliyet Sarayı) bodrumunda ortaya çıkarılan Fenikelilerden kalma kalıntılar

Grekler M.Ö. 735 yılından itibaren Sicilya’da koloniler kurmaya başlıyorlar. Bunlardan ilki, Taormina‘nın alt tarafındaki Naxos. Daha sonra batıya doğru yayılmaya başlıyorlar. Günümüzün Selinunte şehri batı Sicilya’daki bu erken Grek kolonilerinden birisi. Çeşitli kaynaklarda belirtildiğine göre, Sicilya’ya gelen Grekler, Troia Savaşı‘ndan itibaren birbirlerine düşen ana kara Yunanistan’daki site devletlerinden gelen insanlar. M.Ö. 500-280 arasında, Sicilya’daki Grek site devletlerinden Syracusae, günümüzün Siracusa‘sı, adanın en güçlü devleti haline geliyor. O kadar ki, Atina‘ya bile kafa tutmaya başlıyor. Siracusalı diktatör Dionysius I zamanında, M.Ö. 413 yılında, Atina ile yapılan deniz savaşında Atina kalıcı olarak yeniliyor. Bu sırada, Kartacalılar doğuda, Grekler batıda olmak üzere ada bölüşülüyor. Adanın yerli halkı da bu iki ana grubun içinde yavaş yavaş asimile oluyor. Greklerin Sicilya’ya en önemli katkılarından biri adaya zeytin ağacını ve şarap yapmak için üzümü getirmeleri sayılıyor.

Sicilya’ya gitmeden önce, bildiğimiz tüm Antik Yunanlı ünlülerin Yunanistan veya Anadolu topraklarında yaşadığını düşünmüşümdür. Oysa bu gezide, örneğin Archimedes‘in (Arşimet) (M.Ö. 287- 212) Siracusalı olduğunu öğrendim. Antik Çağ’ın büyük bilim insanı Archimedes yaptığı icatlarla Siracusa’ya büyük katkılarda bulunmuş. Kendisinden sonra yaşayan bilim insanlarının yazdığına göre, şehir Romalılar tarafından M.Ö. 213-211 arasında kuşatıldığı zaman, Archimedes büyük aynalar ve büyüteçler kullanarak düşman gemilerini yakmış. Buna karşın, Romalılar M.Ö. 211 yılında şehri ele geçirmeyi başarınca, Archimedes bir Romalı asker tarafından öldürülmüş.

Sicilya’da Greklerin hakimiyetine Romalılar son veriyor. Oysa, Greklerin genel olarak medeniyetleri en yüksek düzeyde iken, Romalılar oldukça ilkel şartlarda yaşıyorlar. Zamanla gelişerek, büyüdükçe Sicilya’ya da göz dikiyorlar ve önce Kartacalıları sonra Grekleri yenerek, burayı ilk eyaletleri haline getiriyorlar. Ancak halk, yaygın olarak Grekçe konuşmaya devam ediyor. Bu durum Orta Çağ’a kadar sürüyor. Romalılarda da elit sınıf Grekçe konuştuğu için bu yönetimsel olarak bir sorun yaratmıyor. Romalıların Sicilya’ya çok fazla bir katkısı olmadığı söyleniyor. Burayı daima gereksinim duydukları buğdayın üretim merkezi olarak görüyorlar. Büyük üretim çiftlikleri (latifundiya ya da latifundium) kurarak kölelerle, büyük ölçekte buğday, zeytin yağı ve şarap üretimi yaptırıyorlar.

Roma İmparatorluğu’nun batıda dağılmasından sonra Sicilya önce Cermen kavimlerinden Vandallar (M.S. 476’ya kadar), daha sonra Ostrogotlar tarafından yağmalanıyor ve kontrol altına alınıyor. Bu durum, 535 yılında Bizanslıların adayı fethetmelerine kadar sürüyor. Ravenna ile ilgili yazımda, bir zamanlar Roma İmparatorluğu’nun bir parçası olan Bizanslıların İtalya’ya geri dönüşlerini ve İstanbul’daki Aya Sofya‘yı yaptıran I. Justinianus‘un (482-565) orada da yaptırdığı sanat şahaserlerini yazmıştım. (Ravenna yazıma erişim için linki kullanabilirsiniz). Bizanslıların Sicilya’da hükümranlığı 300 yıl sürüyor ve burada da çok değerli sanat eserleri bırakıyorlar geriye.

Arapların, Sicilya’yı Bizanslılardan almadan uzun yıllar önce, adaya saldırılar düzenledikleri biliniyor. Bazı kaynaklar bunun, Hz Muhammet 632 yılında öldüktan 20 yıl sonra başladığını bile yazıyor. İlk seferlerin tarihi konusunda tartışmalar olsa da, saldırıların Arapların Kartaca’yı ele geçirdikten sonra arttığı ve 827 yılında tamamen zapt ettikleri biliniyor. Tunus üzerinden gelerek Sicilya’yı ele geçiren Arapların hükümranlığı 250 yıl devam ediyor. Ancak, adanın kültürü ve yaşamı üzerine etkileri günümüze kadar geliyor. Araplar Normanlar tarafından Sicilya’dan gönderildikten 200 yıl sonrasına kadar Arapça kullanılmaya devam ediyor. Daha da ilginci, Norman sarayında Arapça saray dili olarak kullanılıyor.

Sicilyalıların günümüzde Araplara ve kültürlerine karşı olan tavırları bizimki gibi değil. Adanın doğusundakiler köklerinin Grekler olduğunu nasıl söylüyorlarsa, batı tarafındakiler de Arap kökenlerini aynı gururla söylüyorlar. Sadece onlardan kalan veya sonraki yüzyıllarda Arap mimarisinin etkisi ile yapılan başka eserleri ön plana çıkarmakla kalmıyorlar, örneğin gittiğiniz bir restoranda bir yemeği açıklarken, yemek isimlerinin Arapçadan geldiğini değişik bir gururla söylüyorlar. Palermo’da bazı sokak isimlerinin Latin harflerinin dışında, Arap ve İbrani harfleri ile de yazıldığını gördüm. Bunun böyle olduğunu bir kitapta okumuştum. Karşıma da çıkması güzel bir sürpriz oldu.

Palermo’da bir sokak tabelası

Arapların adanın ekonomisini çok önemli ölçüde değiştirdikleri belirtiliyor. Öncelikle, Roma ve Bizans döneminden kalan büyük arazileri bölüp, Kuzey Afrika’dan getirdikleri göçmenlere dağıtıyorlar. Bu göçmenler zamanla Sicilyalılarla karışıyor. Yerli halka dik yamaçlarda taraça yöntemi ile tarım yapmayı öğretiyorlar. Ayrıca Sicilya’da bugün bile kullanıldığı belirtilen sulama sistemleri geliştiriyorlar. Kendilerinden önce sadece tahıla dayanan tarımı çeşitlendirerek portakal, limon, nar, Şam fıstığı, şeftali, pamuk, patlıcan, kayısı ve farklı zeytin türlerininin yetiştirilmesini başlatıyorlar.

Araplar Sicilya’da sadece 250 yıl kalmış olsalar da, bıraktıkları etki çok daha derin olmuş. Hala Sicilya’da bazı, şehir, köy, nehir ve soyadlarının Arapça kökenli olduğu, yüzyıllardır anlatılan masalların ve Sicilya’nın ünlü kukla tiyatrolarındaki bazı karakterlerin Arap folklöründe yer alanlarla aynı olduğu söyleniyor. Sonraki istilacılar, Arapların yaptığı gibi, kendi halklarını Sicilya’ya büyük göçlerle getirmemişler. Bu nedenle, Sicilyalılar o milletlerle aralarında bir kan bağı olduğunu düşünmezken, Grek kanı ile birlikte Arap kanı taşıdıklarına inanıyorlar. Araplar, sayıca daha fazla oldukları batı kesiminde bile bazı Grek yerleşim yerlerine otonomi verdikleri için, bu dönemde Grek kültürü de devam etmiş. Ayrıca, Yahudi grupların da Sicilya’ya yerleşmelerine izin verilmiş.

Sicilya’daki Arap yönetiminin varlığı hemen sona ermiyor. Adanın Normanlar tarafından tamamen ele geçirilmesi uzun bir mücadele ile oluyor. Kesin zaferden sonra bile, Sicilyalı Müslümanlar varlıklarını sürdürüyorlar. Sicilya’nın tamamen Hristiyanlaşması için birkaç yüzyıl daha geçmesi gerekiyor. Sonunda, İtalya’nın Puglia bölgesindeki, Lucera‘ya sürülüyorlar. Burada da 75 yıl kadar Müslüman bir topluluk olarak kaldıktan sonra ya Hristiyan olmaları için zorlanıyor ya da köle olarak satılıyorlar.

Normanların Sicilya’yı ele geçirmeleri, o sıralarda adayı yöneten üç Arap emirden birinin diğer ikisini yok etmek için Norman lejyonerlerden yardım istemesi ile oluyor. Bu dönemde Normanlar, İtalya’nın güneyini kontrol altında tutuyorlar. İtalya’ya daha önce gelme nedenleri, Roma’ya yaptıkları hac seferiyken, daha sonra güney İtalya’da kalarak güçleniyorlar. Arap emirlerden birinin isteği üzerine, 1061 yılında Sicilya’ya çıkan Normanlar bir süre sonra kendileri için savaşmayı tercih ediyorlar ama, adanın tam kontrolünü ancak 1094 yılında ele geçirebiliyorlar. Sicilya’da gezerken, 1190 yılına kadar süren Norman dönemine ait eserlere de sıklıkla rastlayacaksınız.

1194 yılında Sicilya, Cermen Hohenstaufen hanedanına geçiyor. Son Norman kralının kızı bu hanedandan Svabya Dükü, VI. Henry ile evleniyor. VI. Henri aynı zamanda Papa tarafından Kutsal Roma İmparatoru yapılıyor ve Palermo’da taç giyiyor. 72 yıl süren bu Alman yönetiminden sonra, 1266 yılında, yine Papa tarafından Fransız Anjou hanedanına mensup bir asil, I. Charles olarak Sicilya kralı yapılıyor. Sicilyalıların Fransızlara tepkisi çok sert oluyor. Birkaç kere isyan çıkıyor. Sicilyalılar hiç hoşlanmadıkları Fransızlardan kurtulmak için Aragon kralı III. Peter’ı yardıma çağırıyorlar. Bunun sonucunda, 575 yıl sürecek olan İspanyol hakimiyeti başlıyor. 1713-1720 arasında Sicilya, güneydoğu Fransa ve kuzey İtalya’yı elinde bulunduran Savoy hanedanına geçiyor. Bu dönem kısa oluyor çünkü Sicilya, Avusturyalılarla Sardinya için takas ediliyor. 1734 yılında bir başka İspanyol hanedan, Bourbonlar (Fransız Bourbon hanedanının alt kolu), yönetimi alıyorlar. 1848’de Bourbonlara karşı bir ayaklanma olsa da bastırılıyor. Palermo ve Messina yönetim tarafından bombalanıyor.

Sicilya’nın Bourbonlardan kurtuluşu 1860-1861 yıllarında, İtalya’yı kuzeyden başlayarak birleştiren General Giuseppe Garibaldi (1807-1882) sayesinde oluyor. 1861’de yapılan bir oylama ile Sicilyalılar İtalya ile birleşmek istediklerini ifade ediyorlar. Garibaldi birleşmiş İtalya’nın yönetimini, Savoy hanedanının başındaki Vittorio Emanuele II‘ye verince, Sicilya İtalya’nın bir parçası haline geliyor. Ancak, tarihte hiç bağımsız olmamış olan Sicilya’da isyanlar çıkmaya devam ediyor. Uzun bir mücadelenin sonunda, 1946 yılında Sicilya İtalya’nın beş özerk bölgesinden biri yapılıyor.

Sicilya’nın hem renkli hem de biraz karışık tarihini, fazla ayrıntya girmemeye özen göstererek, sizin için özetlemeye çalıştım. Sicilya’nın gerçekten tadına varabilmek için az da olsa bu tarihi bilmek gerektiğini düşünüyorum. Bir sonraki yazımdan başlayarak size gittiğimiz yerleri de tanıtmaya çalışacağım. Hatırlarsanız, Catania’dan Cefalù’ya doğru yola çıkmıştık…