Üç buçuk sene kadar önce Helsinki, Tallinn, Riga ve Vilnius’u kapsayan bir Baltık ülkeleri gezisine gitmiştik. O zaman henüz bir web sitem olmadığı için bu gezi hakkında yazamamıştım. Buna karşın Riga hakkında yazmamış olmak hep içimde kaldı. Gittiğimiz yerlerin hepsinde çok ilginç şeyler gördük ama, Riga benim için hep özel oldu ve aklımdan hiç çıkmadı. Şimdi, bu Covid-19 günlerinde, hazır evlere kapanmışken, fırsat bu fırsat dedim ve Riga hakkında bir yazı yazmaya karar verdim.
Baltık ülkeleri genelde öyle çok bildiğimiz, gittiğimiz ülkelerden değiller. Bunda 1991 yılına kadar Sovyetler Birliği’nin bir parçası olmalarının büyük payı var. Tam anlamıyla turizme açılmaları ise, 2004 yılında Avrupa Birliği ve NATO’ya katılmalarından sonra olmuş denebilir. Ben gitmeden önce, Baltık ülkelerinin İskandinav ülkelerine benziyor olabileceğini düşünmüştüm. Ancak gezince gördüm ki, hem İskandinav ülkelerinden hem de, ortak tarihleri olmasına karşın, birbirlerinden farklılıkları olan ülkeler bunlar.
Letonya’nın başkenti Riga, güzel parkları, UNESCO Dünya Mirası listesindeki Eski Şehir kısmı ve insanı şaşırtan sayıda ve güzellikteki Art Nouveau tarzdaki binaları ile gerçek bir Avrupa şehri izlenimi bıraktı bende. Kaldığımız Radisson Blu Ridzene oteli yeşilliklerin ortasında, Eski Şehre olan yakınlığı nedeniyle mükemmel bir konumda idi. Dolu dolu gezdiğimiz iki gün boyunca otelden dışarı her adım attığımızda oteli çevreleyen parkları ve buralarda keyifle yürüyen, koşan, kanalda kürek çeken insanları görmek çok güzeldi.
Riga’nın güzelliklerini anlatmaya geçmeden önce bölgenin ve Letonya’nın tarihinden kısaca söz etmekte yarar var. Arkeologlar, Baltık bölgesinde Buzul Çağı’nın sonlarından (M.Ö. 10000) beri yaşam olduğunu belirtiyorlar. Eldeki buluntulardan bu Taş devri insanlarının avcılık ve balıkçılık yaptıkları biliniyor. Günümüzde Estonyalı, Letonyalı ve Litvanyalı olarak bilinen halkların atalarının bölgeye Asya’dan gelişleri ise M.Ö. 3000 yıllarında oluyor. Fin-Ugor olarak bilinen bu kabilelerin M.Ö. 2000 yıllarında bölgeye Avrupa’dan gelen Hint-Avrupa halkları ile karışmaları sonucunda günümüzde topluca Baltlar olarak bilinen ırklar ortaya çıkıyor. M.S. 1. yüzyıldan itibaren kabilelerin bölgesel olarak ayrışmaları belirginleşiyor. M.S. 9. yüzyılda bölge Vikinglerin yönetimine giriyor. 1200’lerin başına kadar olan sürede, St. Petersburg’a kadar olan sahil boyunca birbirlerinden bağımsız yerleşim yerleri kuruluyor. Ancak, bu dönemde yapıların taş yerine ahşap olmaları nedeniyle elde çok fazla arkeolojik kayıt bulunmuyor. Yine de, sahip olunan sınırlı bilgi, Baltların çok iyi gemi yapımcıları olduklarını, korsanlık yapmaları nedeniyle bölgenin korkulu rüyası olduklarını ortaya koyuyor. Ayrıca, İsveç, Almanya ve Rusya’nın iç kısımlarını kapsayan bir ticaret ağı geliştiriyorlar.
Baltların Hristiyanlığa geçmeleri oldukça geç oluyor. Avrupa çoktan Hristiyan dinini benimsemişken onlar pagan inançlarını sürdürüyorlar. Yürütülen misyonerlik çalışmalarının sonuç vermemesi üzerine, Papa Innocent III 1198 yılında bölgeye birinci Haçlı Seferi’ni düzenliyor. Bunun üzerine, Töton Şövalyeleri olarak da bilinen Alman savaşçı rahipleri Baltlara saldırıyorlar. Rahipler, tüm Baltık kıyıları boyunca koloniler kurmaya başlıyor. 1201 yılında Riga’da bir başpiskoposluk merkezi kurarak buradan tüm Baltık bölgesini fethetmeyi sürdürüyorlar. 1207 yılında, kabaca günümüzün Estonya ve Letonya devletlerinin topraklarını kapsayan Livonia’yı kuruyorlar ve burayı Kutsal Roma İmparatorluğu’na bağlıyorlar.
Livonia Töton Şövalyelerinin yönetiminde gelişmeye başlıyor. Tallinn ve Riga, özellikle Hansa Birliği olarak adlandırılan ve Alman liman şehirlerinin tüccar ve loncalarının kurduğu birliğe katıldıktan sonra, çok gelişiyor. Ancak, tamamen Almanların yönetiminde olan bu yeni sosyal düzende yerli halkın hiçbir söz hakkı bulunmuyor. Sadece ticaretten değil, tarımdan da tamamen dışlanıyorlar. Tek seçenekleri, serf olarak yaşamlarını sürdürmek oluyor.
Bölgenin günümüzdeki diğer ülkesi Litvanya’nın tarihi biraz daha farklı gelişiyor. Hristiyanlık diğer Baltık bölgelerinde yaygın hale geldikten sonra bile, Litvanyalılar pagan inanışlarını sürdürüyorlar. 1251 yılında Dük Mindaugas’ın kısa süreli bir Hristiyanlığı kabul dönemi olsa da, sonradan tekrar paganizme geri dönülüyor. 1385 yılında Dük Jogalia Polonyalı bir prenses ile evlenince hem Polonya ve Litvanya’nın taçlarına sahip oluyor hem de Hristiyanlık kesin olarak kabul edilmiş oluyor. 1410 yılında Jogalia ve kuzeni Töton Şövalyelerini büyük bir yenilgiye uğratınca Litvanya Avrupa’nın en büyük devletlerinden biri olarak tarihte yerini alıyor. Ancak, bu devlet daha sonra gittikçe Polonya’nın kontrolüne geçiyor.
Baltık bölgesi, tarih boyunca Almanların, İsveçlilerin, Polonyalıların ve Rusların etkisi altında kalıyor. Çeşitli kereler bu devletler arasında el değiştiriyor. Ancak, yönetimler değişse de, Almanların sosyal ve kültürel etkisi devam ediyor. Kiliselerde Latinceye alternatif olarak Almanca kullanılmaya başlanıyor. Riga ve Tartu’daki üniversiteler sadece Almanca eğitim veriyor, İsveç kralları tarafından Alman tüccarlara özel haklar veriliyor. Ta ki, 18. Yüzyılın başında İsveç Krallığı Alman baronların topraklarını kamulaştırana kadar. Buna karşın Alman tüccarlar özel imtiyazlı konumlarını sürdürüyorlar.
Letonya’nın özel tarihine dönersek, 16. yüzyılın sonlarına doğru gelişen Katolik Polonyalılar ve Protestan İsveçliler arasındaki mücadele sonunda ülkenin kuzeyi ve Riga İsveçlilerin eline geçiyor (1621). Bu dönemde Letonya tarihindeki en yumuşak yabancı işgalini yaşıyor. Okullarda Letonya dilinde eğitime izin veriliyor. Ülkenin güneyindeki Courland bölgesi Polonya’ya bağlı bir Dukalık haline geliyor. Courland Dükü Jakob Kettler (1642-1681), çok güçlü bir donanma kurarak, Karayipler’deki Tobago’da ve Batı Afrika’da Gambia nehrinin üstünde, Letonya’nın tarihteki tek kolonilerini kuruyor.
1710 yılında, Büyük Kuzey Savaşı sırasında İsveçliler, Tallinn ve Riga da dahil olmak üzere, Livonia’daki bütün topraklarını Çar Büyük Petro’ya (bizim tarih kitaplarımızdaki adıyla Deli Petro’ya) teslim etmek zorunda kalıyorlar. Bundan sonraki 200 yıl boyunca Riga olağanüstü gelişiyor ve o kadar büyüyor ki, 1857-1863 yılları arasında, daha önce İsveçliler tarafından yaptırılmış olan şehir surlarının büyük bölümü yıkılarak, günümüzde yeni şehir kısmı olan modern Avrupai kent inşa edilmeye başlanıyor.
19. yüzyılın sonlarına doğru, Ruslar Letonya’da asırlardır süren Alman kültürel etkisini yok etmek için ulusal dil olarak Almanca yerine Rusçayı kabul ettirmeye çalışınca, ülkede büyük bir karışıklık çıkıyor. Aydınların öncülüğünde, Çar yönetimine karşı büyük bir hareket başlıyor. Bu ortamda, Rusya’daki 1905 Devrimi kendine Riga ve tüm Letonya’da bir zemin buluyor. Birçok malikane yakılıyor. Birinci Dünya Savaşı sırasında Letonya Almanların ve Rusların savaş alanı haline geliyor. Bu dönemde pek çok Letonyalı Rus ordusunda savaşmaya zorlanıyorlar. Letonyalılar kahramanca savaşmalarına karşın yeniliyorlar ve Almanlar Riga’yı işgal ediyorlar (1916). Ancak, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkması nedeniyle Almanya 1918 yılında Letonya’dan çekilmek zorunda kalıyor. Birkaç gün sonra, 18 Kasım 1918’de, Letonya bağımsızlığını ilan ediyor. Buna rağmen, 1920’de Sovyet Rusya ile imzalanan barış anlaşmasına kadar Bolşevikler Letonya’yı ve Riga’yı bırakmak istemiyorlar. İkinci Dünya Savaşı sırasında da Letonya hem Sovyetler Birliği hem Nazi Almanya’sı tarafından işgal ediliyor. Önce Ruslar (1940), bir sene sonra (1941) Almanlar ülkeyi istila ediyorlar. Bu dönemde çok sayıda Yahudi katlediliyor.
Sovyetler 1945 yılında, Letonya’yı ve Riga’yı “kurtarma” amacıyla tekrar bu topraklara dönüyorlar. Bundan sonra, 1991 yılındaki ikinci bağımsızlık ilanına kadar, Letonyalılar çeşitli baskılara göğüs germek zorunda kalıyorlar. Sovyetler Birliği’nin parçası oldukları dönemde, Letonyalıların bir bölümü kendi topraklarından sürülüyorlar. Onların yerine, özellikle Stalin döneminde, Ruslar buralara yoğun olarak yerleştiriliyorlar. Öyle ki, 1990 yılına gelindiğinde, nüfusun yarısı ana dil olarak Rusça konuştuğu için Letonya dili yok olma tehlikesi ile karşılaşıyor. Ancak, çok sevdiğim bir ifade ile, gün oluyor devran dönüyor… Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından ve Letonya’nın bağımsızlığından sonra, ülkedeki Rusların bir kısmı Beyaz Rusya (Belarus) ve Rusya’ya göç ediyorlar. Bir kısmı ise, bu topraklarda doğup büyüdükleri için (nüfusun yaklaşık %26’sı) burada kalmaya devam ediyor. Şehrin bazı bölgelerinde, uzun bir dönem imtiyazlı yaşamış, belki Sovyet döneminde önemli pozisyonlarda çalışmış bu Rusları perişan bir vaziyette, dilenirken görmek mümkün. Bu kişiler şu anda vatandaş da sayılmıyorlar çünkü, bunun için zorunlu olan Letonya dili ve vatandaşlık sınavlarından geçememişler. Ya da yerel dili bilmedikleri için bu sınavlara girmemişler bile. Bu durumda, bu Rus kökenliler seçimlerde oy kullanamıyorlar ve Avrupa’da serbest çalışma ve dolaşım hakkına da sahip değiller. Günümüzde, Letonya’nın yaklaşık 2 milyon olan nüfusunun %61’i Letonyalılardan meydana geliyor. Kalan nüfus, Rusların dışında, Ukraynalı, Litvanyalı ve Beyaz Rusyalılardan oluşuyor.
Eylül ayında gittiğimiz Riga’da kaldığımız süre boyunca hava güneşli ve güzeldi ama, oldukça serindi. Gölge yerlerde insanın içi ürperiyordu. Birkaç hafta sonra havalar iyice soğuyacakmış gibi geldi bana. Giyim kuşam olarak tedbirli gitmeme rağmen hafif bir soğuk algınlığı geçirdim. Yanımda götürdüğüm ilaçlarla ve bir iki gece erken yatarak atlattım.
Riga’nın başlıca simgelerinden biri olan Özgürlük Anıtı otelimize yürüme mesafesinde idi. Yüksekliği 42 metre olan anıtın yapımına 1931 yılında başlanmış. Daha önce aynı yerde Rus Çarı Büyük Petro’nun bir heykeli bulunmaktaymış. 1918 yılındaki birinci bağımsızlık ilanını anmak üzere yapımına karar verilen anıt tamamen halkın bağışları ile finanse edilmiş. Tasarımı heykeltıraş Karlis Zale tarafından yapılan anıt 1935 yılında bitmiş. Anıtın granitten kaidesi üzerindeki kabartmalar Letonya kültür ve tarihini simgeliyor. Kaidenin üzerinde 19 metre yüksekliğinde bir sütun bulunuyor. Bunun tepesindeki bakırdan kadın heykeli yukarıya kalkmış elleri üzerinde üç adet yıldız taşıyor. Yıldızların her biri Letonya’nın kültürel olarak farklı bölgelerini simgelemek üzere yapılmış. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Letonya Sovyetler Birliği’nin işgaline uğrayınca anıt yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmış. Letonyalıların milliyetçi duygularını bir tehdit olarak gören Ruslar, anıta halkın çiçek koymasını yasaklamışlar. Ancak, anıtı yıkmayı da göze alamamışlar. Yıkımı engellemek için en çok mücadele veren kişilerden birisi, Riga’da doğmuş bir Rus olan heykeltıraş Vera Mukhina imiş. Bunun üzerine Ruslar, anıta farklı bir anlam yüklemeye çalışmışlar. Halk arasında Milda olarak anılan bakır kadın heykelinin elindeki üç yıldızın Sovyet topraklarına dahil olan üç Baltık ülkesini temsil etmesine karar vermişler. Anıt bu şekilde yıkılmaktan kurtulmuş. 1987 yılında Sovyetler Birliği’ne karşı ayaklanmanın da başlangıç yeri olan bu anıt, Letonyalılar için bağımsızlıklarının en önemli simgelerinden birisi sayılıyor.
Riga’nın İsveç egemenliği altındaki dönemden (1621-1710) geriye az sayıda yapı kalmış. Bunların arasında, turistlerin uğrak yerlerinden, İsveç Kapısı, Aziz Jacob Kışlası ve Barut Kulesi bulunuyor. İsveç Kapısı (Zviedru Varti) 1698 yılında yapılmış. O zamanlar şehre bunun gibi sekiz tane giriş varmış. Günümüze bir tek bu kapı kalmış. Aslında bu kapı, Torna sokaktaki 11 numaralı evin zemin katından açılmış bir geçit. Efsaneye göre, evin sahibi olan zengin tüccar bu kapıyı sahibi olduğu depoya daha kolay erişim sağlamak için gayri kanuni olarak açmış. Gerçekte ise, günümüze çok az bir bölümü kalmış olan kent surlarının dışındaki Aziz Jacob Kışlası’nda konuşlanmış askerlerin kullanımı için açıldığı düşünülüyor. Sarı renkli bir blok olan kışla, 17. yüzyılda İsveçli askerler için yapılmış. Surların bu bölümü, aynı zamanda kent surlarının en eski kısmı. 13 ile 16. yüzyıllar arasında yapılmış ve Sovyet döneminde restorasyon geçirmiş.
Riga’nın Eski Şehir kısmına İsveç Kapısı’ndan giriliyor. İçerde, sağınıza ve solunuza doğru, surlar boyunca uzanan sokağın adı “Gürültü Sokağı” (Troksnu iela). Bunun nedeni, bir zamanlar burada oturan insanların görevinin şehre dışardan gelebilecek bir tehlikeyi gürültü yaparak şehir halkına haber vermek olması. Sokağın bir diğer özelliği, tabanındaki irili ufaklı taşlar. Bu taşlar, şehre gelmek isteyenlerin o zamanlar beraberlerinde getirmek zorunda olduğu taşlarmış. Şehre girebilmek için böyle bir şart varmış ve herkes cebine birkaç taş atıp gelirmiş. Kent yollarını yapmak için geliştirilmiş orijinal bir yöntem.
Riga’nın Eski Şehir bölgesinin tamamı, yukarda belirtiğim gibi, UNESCO Dünya Mirası listesi kapsamında. Bu bölge, 13. yüzyıldan itibaren inşa edilmeye başlanmış. Şehrin Esplanade olarak adlandırılan yeni bölümü 18. yüzyıldan itibaren, ağırlıklı olarak 20. yüzyıl başlarında gelişmeye başlamış.
Kendisi olmasa da, temel kısmı Eski Şehir bölgesindeki en eski yapılardan biri, ünlü Barut Kulesi (Pulvertornis). Bu silindir şeklindeki kule, geçmişte şehrin savunması için yapılmış olan 18 kuleden geriye kalan tek kule. 14. yüzyıldan kalma temel kısmı, o dönemde de şehrin savunma duvarlarının bir parçası iken, 1621 yılında İsveç ordusu tarafından yıkılmış. İsveçliler daha sonra, 1650 yılında şehrin savunma duvarlarını güçlendirirken, bu kuleyi yapmışlar. Duvar kalınlığı 2,5 metre olan yapı, barut depolamak amacıyla yapılmış. Kulenin duvarına saplı duran, Ruslarla yapılan savaşlardan kalma, dokuz adet top mermisi yapının duvarlarının ne kadar sağlam olduğunun bir göstergesi. Günümüzde burada, Letonya Savaş Müzesi bulunuyor.
Dome Katedrali (Doma Baznica), 1211 yılında Aziz Mary adı ile, zamanın Alman piskoposu Albert von Buxhoevden tarafından yaptırılmış. Daha sonra, Reformasyon döneminde, Dome Katedrali adını almış. Baltık bölgesindeki en büyük ibadet yeri olduğu belirtilen yapı yıllar içinde pek çok değişikliğe uğramış. Bu nedenle içeride, Romanesk, Neo-Gotik, Baroque ve Art Nouveau gibi mimari tarzları bir arada görmek mümkün. Talinn’deki kiliselerde gördüğümüz gibi burada da, duvarlarda Alman asil ailelerinin armaları bulunuyor.
Eski Riga’nın en etkileyici binalarından birisi Kara Kafalılar Evi (Melngalvju Nams). Burası ve yanındaki Schwab Evi aslında 1941 yılındaki bombardımanlarla tamamen yerle bir olmuş. Sovyet döneminde enkaz kaldırılmış ve öylece bırakılmış. 1999 yılında gerçekleştirilen bir proje ile iki yapı da aslına uygun olarak tamamen yeniden yapılmışlar. Kara Kafalılar Evi aslında 1334 yılında yapılmış bir lonca evi. Söz konusu loncanın üyeleri, evlenmemiş yabancı gemi sahipleri ve tüccarlar imiş. Evlenen üyeler, buradan ayrılıp Büyük Lonca’ya üye olurlarmış. Son derece keyiflerine ve sefaya düşkün oldukları söylenen Kara Kafalılar, İkinci Dünya Savaşı’nın başına kadar birliklerini sürdürmüşler. Bu tarihte, Hitler’in Baltık Almanlarını anavatana çağırması üzerine dağılmışlar. Lonca adını, genelde siyah derili bir Magribi olarak canlandırılan, koruyucu azizleri Aziz Maurice’ten almış.
Yukarda da belirttiğim gibi, Kara Kafalılar Evi asıl olarak 1334 yılında inşa edilmiş. Binanın giriş katında bir zamanlar dükkanlar varmış. Loncanın salonu birinci katta bulunuyormuş. Zaman içinde binada değişiklikler yapılmış. Örneğin, Hollanda tipi basamaklı çatı 1500’lerin sonunda, astronomik saat 1622’de, Hansa Birliği’nin simgeleri olan dört figür 1896 yılında eklenmiş. Kara kafalılar Evi’nin yanına ek bina olarak yapılan Schwab Evi 1891 yılında yapılmış.
Kara Kafalılar Evi tarafına gelmişken, Eski Şehir bölgesinden çıkıp Merkez Pazarı‘na (Central Market) gitmek iyi bir fikir. Burası daha çok taze meyve ve sebzenin satıldığı çok büyük bir pazar. Gittiğimiz ülkelerde mümkünse yiyecek satan pazar yerlerine ve dükkanlara göz atmayı severim. İnsan böylece hem genel olarak yerli halkın ne yiyip içtiği hem de ülkedeki temel gıda fiyatları hakkında fikir sahibi olabiliyor. Ancak, Riga’nın Merkez Pazarı’nı bunların ötesinde ilginç kılan, içinde yer aldığı binalar. Bunlar, beş tane büyük Zeppelin hangarı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından Letonya’nın Kurzeme (Courland) bölgesinde terk edilmişler. 1920’li yıllarda Riga’ya taşınmışlar. Başlarda lüks bir alış veriş merkezi olarak kullanılmaları düşünülmüş ama, İkinci Dünya Savaşı çıkınca bundan vazgeçilmiş. Merkez Pazarı’nın çevresi de yerel el işleri ve ucuz oyuncak ve benzeri satan tezgahlarla dolu. Satıcıların büyük çoğunluğu, daha önce söz ettiğim, Rus kökenli insanlar. Letonya vatandaşı sayılmayan bu insanların bazıları da evsiz olarak sokak köşelerine ve kaldırımlara konuşlanmışlar.
Eski Şehir bölgesinde, Kedi Evi (Kaku Nams) yemek yemek için önerilebilecek bir yer. Restoranın bulunduğu bina 1909 yılında yapılmış. Mimarı Friedrich Scheffel olan binanın, Orta Çağ ile Art Nouveau karışımı bir mimari stili var. Kedi Evi adını, tepesinde bulunan iki adet bakırdan yapılmış kedi heykelinden alıyor. Kedilerin ikisi de, dikleşmiş sırtları ve kalkık kuyrukları ile, son derece kızgın görünüyorlar. Binanın bir de bu kediler ile ilgili bir öyküsü var. Söylendiğine göre, Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, binanın sahibi olan Letonyalı tüccarın Büyük Lonca’ya üye olmasına izin verilmemiş. O zamanlar bu, sadece Alman tüccarların sahip oldukları bir hakmış. Buna çok kızan Letonyalı tüccar, Büyük Lonca’nın binasının karşısında olan kendi binasının tepesine bu kedi heykellerini, arka tarafları Lonca’ya dönük şekilde, koydurmuş. Uzun bir hukuksal savaştan sonra, tüccar Büyük Lonca’ya girebilmiş ve o zaman kedilerin yönünü değiştirtmiş. Kediler hala kızgın görünüyorlar ama, en azından yüzleri artık Büyük Lonca’ya bakıyor.
Riga’da beni en çok çarpan ve akılımdan çıkmayan bölge Sessiz Merkez (Klusais Centre) olarak adlandırılan bölge oldu. Burası, eski şehrin dışında, Riga’nın sonradan gelişmiş bir bölgesi. İlginç olması, olağanüstü güzellikte ve beklenmedik sayıda Art Nouveau tarzı binalarla dolu olması. Doğrusu, gidip görene kadar ben Riga’nın böylesi bir zenginliğe sahip olduğunu bilmiyordum. Sırf bu binaları görmek için bile Riga’ya gidilebilir. Çoğu 20. yüzyılın başında yapılmışlar. Önemli bir kısmı UNESCO koruması altındalar.
19. yüzyılın sonuna kadar Riga’da mimarinin eklektik bir yapısı olduğu belirtiliyor. Binaların yapımında gelmiş geçmiş tüm mimari akımların bir karışımı kullanılıyor. 20. yüzyıla girerken, Art Nouveau stili, bir tür başkaldırı şeklinde, baskın olmaya başlıyor. Erken örnekleri şehrin eski tarafında görülmeye başlanan bu stilde, önceki mimari tarzın aksine, yuvarlak hatlar, çiçek motifleri, insan yüzleri, egzotik hayvanlar, sfenks, antik tanrı ve kadın figürleri kullanılıyor. Bu özellikler şüphesiz, dünyanın başka şehirlerinde de göreceğiniz Art Nouveau tarzı binalarda da var. Ancak, ben hiç birini bu kadar etkileyici bulmadım. Güzelliklerinin yanında, bunun bir nedeni de, Sessiz bölgede bu kadar çok sayıda ve çok iyi korunmuş halde olmaları olabilir.
20. yüzyılın başında Riga’da 850 tane Art Nouveau stili bina yapılıyor. Bunların en güzel örnekleri, Sessiz Merkez’deki Elizabetes ve Alberta sokaklarında bulunuyor. Gezerken insan gerçekten ne tarafa bakacağını, hangi detayları inceleyeceğini bilemiyor. Bir baktığınız binaya daha sonra tekrar bakınca bambaşka detaylar görüyorsunuz. Genelde Riga Politeknik Okulu’nun mezunu olan mimarların en ünlüleri M. Eisenstein, J. Alksnis, K. Pekschen, E. Laube, ve W. Bockslaff. Bu mimarların büyük ustası sayılan ve Riga’ya çok güzel binalar kazandıran Mikhail Eisenstein, 1867 yılında St. Petersburg’da, kökleri Alman olan, Yahudi bir ailenin oğlu olarak doğmuş. St. Petersburg’da inşaat mühendisliği okumuş. Şehrin zengin ailelerinden birinin kızıyla evlendikten kısa bir süre sonra genç çift Riga’ya taşınmış. Burada, 1898 yılında, daha sonra dünya ve Sovyet sinemasının büyük yönetmeni, Potemkin Zırhlısı ve Korkunç Ivan gibi sinema klasiklerinin yaratıcısı olarak tanıyacağımız oğlu, Sergey Eisenstein doğmuş.
Mikhail Eisenstein 20 yıl kaldığı Riga’da 20 tane Art Nouveau bina tasarlamış. Başlarda yaptığı bir iki denemeden sonra Paris’e gitmesi, onun sonradan tasarladığı binalarında çok etkili olmuş. Ancak, dönemin mimari akımından haberdar olmak açısından Paris gezisi önemli olsa da, onun tarzının özgün olduğu rahatlıkla söylenebilir. Hepsi birbirinden güzel ve etkileyici. Bu büyük mimar ve mühendis 1920 yılında Almanya’da ölmüş.
Riga Art Nouveau Müzesi, Alberta Sokağı 12 numarada. Bina, 1903 yılında ünlü Letonyalı mimar Konstantins Pekschen ve arkadaşı Elzens Laube tarafından, Pekschen’in kişisel evi olarak, tasarlanmış. Dışı, Letonya’ya özgü bitki ve hayvan kabartmaları ile süslü binanın içinde de aynı motifler sürdürülmüş. Ayrıca, balkonlar, kuleler ve armalar büyük bir uyum içinde. Apartmanın içinde, yukarı doğru yükselen merdiven boşluğu, sadece Riga’da değil, tüm Avrupa’da bir sanat şaheseri olarak kabul ediliyor. Estetik açıdan etkileyici. Apartmanda kalorifer ve sıcak su sistemi daha o zaman yapılmış.
Müze, 2009 yılında, mimar Pekschen’in oturduğu dairede açılmış. İçerisi, mimarın ve ailesinin kullandığı orijinal eşyalar olmamakla beraber, 20. yüzyıl başında bu Art Nouveau binalarda sürdürülen yaşama göre döşenmiş. Mobilyalar, porselen takımlar, tablo ve aksesuarlar, saatler, hepsi bu dönemi yansıtıyorlar. Ayrıca, içerdeki görevliler de döneme uygun kıyafetler giyinmişler. Kimi şık hanımlar, kimi evin hizmetlileri olarak size açıklamalarda bulunuyorlar. Bir de, Riga’nın Art Nouveau tarihiyle ilgili film gösterimi var.
Bu geziye çıkmadan önce, gideceğimiz şehirlerde bizim kalacağımız tarihlere denk gelen opera veya bale gösterileri olup olmadığını araştırmıştım. Bu, bir tek Riga’da mümkün oldu. Orada kaldığımız akşamların birinde bir bale gösterisi vardı. Biletlerimizi önceden internetten aldık.
Letonya Ulusal Balesi, Letonya Ulusal Opera binasının çatısı altında temsillerini veriyor. 1860-1863 yılları arasında yapılan bina aynı zamanda, Eski Riga’nın dışında yapılmış ilk taş bina olma özelliğini taşıyor. Binanın tasarımı Alman mimar Ludwig Bohnstedt tarafından yapılmış. Otelimize yürüme mesafesinde, güzel bir parkın ucunda bulunan bina uzaktan insanın dikkatini çekiyor. Yapı, 1882 yılında çıkan yangından sonra, 1887 yılında mimar Reinhold Schmelling tarafından yeni baştan inşa edilmiş. 1990-1995 yılları arasında bina yeniden elden geçirilerek, orijinal mimarisi bozulmadan, çağımızın ihtiyaçlarına uygun bir hale getirilmiş.
Programda üç ayrı bale gösterisi vardı. Bunların içinde nispeten daha çok beğendiğim Ravel’in Bolero’su oldu. Diğer iki gösteriyi (Mussorgsky’nin Bir Sergiden Tablolar ve Ravel’in Daphnis ve Cloe isimli eserleri), bale açısından çok etkileyici bulmadım. Buna sebep, o tarihten birkaç yıl önce, Moskova’da Bolshoi Balesi’ni izlemiş olmam olabilir. Beklentimi yüksek tutmuş olabilirim. Buna karşın, güzel bir akşam oldu. Özenle giyinmiş seyircilerin şampanyalarını yudumladığı fuayeyi, gösterinin yer aldığı büyük salonu görmek güzeldi. Çıkışta, opera binası ile aynı parkta bulunan, camlı restoranda yemek yedik.
Ertesi gün, Tallinn’den uçakla geldiğimiz Riga’dan otobüsle, Litvanya’ya gitmek üzere, ayrıldık. Riga’da görülmeye değer daha pek çok yer, müze var. Havaların daha sıcak olduğu bir zamanda, parklarda, açık havada kafe ve restoranlarda oturmak da çok keyifli olur, eminim. Şayet henüz gitmediyseniz, Riga’yı görülecek yerler listenize eklemenizi öneririm. Benden söylemesi…
Not: Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.