Sinemayı küçüklüğümden beri çok severim. Günümüzde “evde sinema” teknolojisi ne kadar gelişmiş olursa olsun, benim için hala iyi bir filmi sinema salonunda izlemenin tadı başkadır. Özellikle soğuk ve yağışlı günlerde dolu bir sinema salonunda film izlemeye bayılırım…Tabii ki sağınızda, solunuzda, önünüzde, arkanızda topluluk içinde olduklarını unutmamış, sinema adabını bilen insanların olması koşulu ile. Yoksa tüm filmi bir sinir harbi içinde izlemeye, hatta bazen uyarmaya, insanlarla atışmaya mecbur kalabilirsiniz. Keyif almak için gittiğiniz sinemadan sinir içinde çıkabilirsiniz. Artık hışırtılı şeyler yiyen, ağzını şapırdatanları saymıyorum bile. Bünyemiz onlara karşı belli bir bağışıklık geliştirdi galiba. Ama, şu film sırasında çalan cep telefonuna cevap verip, uzun uzun sinemada olduğunu ve çıkınca arayacağını anlatanlara alışamadım hala…
Sinema ile ilgili hatırlayabildiğim en eski anılarım dört- beş yaşlarıma ait. Selanik’te oturduğumuz evin karşısında bir sinema vardı. REX sineması. Ağabeyimle oranın müdavimiydik. Her hafta mutlaka gider, bazı filmleri üst üste, birkaç kez izlerdik. Yeter ki, kapıdaki film afişinin üstünde “Akatallilon” yazmasın. Çünkü, bu ibare filmin 15 yaşın altındaki izleyiciler için uygun olmadığını gösterir ve bu konuda asla taviz verilmezdi. Eğer film “ Katallilon” olarak sınıflandırılmışsa çocuklar için uygun olduğunu, şiddet içermediğini ifade ederdi.
Yanımızda daima sıkı bir cips ve Coca Cola stoku olurdu. O zamanlar henüz gazlı içeceklerin zararları konusunda dünyada bir endişe olmadığı için çocukluğumuzda istediğimiz kadar içerdik bu meşrubatları. Ama benim asıl favorim, bir tür zencefilli gazoz olan Ginger Ale idi. Coca Cola’nınkine benzeyen ama, koyu yeşil renkli teneke kutuda, açık sarı renkli bir içecekti. Çok severdim…Beyaz, ince kesekağıtlarındaki tuzlu, çıtır çıtır cipsleri de, içecekleri de, annemler toptan alırlardı. O zamanlar Türkiye’de cips üretimi henüz yoktu.
O dönemde izlediğimiz filmlerden en çok Elvis Presley filmlerini hatırlıyorum. Özellikle, Hawaii’de geçen bir filminden bazı sahneleri çok net anımsıyorum. Boynunda çiçeklerden yapılmış uzun kolyesi ile gitar çalıp, şarkı söyleyen halini. Şimdi araştırınca Elvis’in 1961-1963 yılları arasında yedi film çevirdiğini ve bunlardan birisinin de Blue Hawaii (bu filmdeki harika şarkısı No More…) olduğunu öğreniyorum. Bu filmler doğal olarak, Elvis’in şarkı söylediği sahnelerin bol olduğu, hafif ve eğlenceli filmlerdi. Günümüzde Romantik Komedi türüne sokulan filmlerden. Bayılırdım… O yıllar ağabeyimin ilk gençlik yılları olduğu için o da, dönemin çoğu genci gibi, Elvis hayranıydı. Dünyada bir Elvis fırtınası esiyor, genç kızlar onun için çıldırıyordu. Yıllar sonra bir yerde okuduğuma göre, Elvis’in şarkı söylerken kalçalarını sallaması o zamanlar o kadar müstehcen ve erotik bulunmuş ki, Amerika’da bazı televizyon kanallarında belden aşağısı gösterilmezmiş. Kimi babalar kızlarının Elvis’i izlemesini yasaklarlarmış.
Evde de Elvis’in 33’lük uzun çalarlarını dinlerdik. Benim için hala Elvis Presley’in yeri bambaşkadır. Geçmişten günümüze, alt yapısı sağlam pek çok ünlü sanatçı da Elvis Presley’den ilham aldıklarını açıkça belirtiyorlar. John Lennon, Bob Dylan, Elton John, Mick Jagger, Bono, Bon Jovi ve daha pek çokları… John Lennon, “Elvis’i duyana kadar beni hiçbir şey gerçekten etkilemedi. Elvis olmasaydı, Beatles da olmazdı” demiş. Mick Jagger ise, “ Hiç kimse, ama hiç kimse onun eşiti değil, olamayacak da. O en tepedeydi ve hala öyle” diye ifade etmiş hayranlığını. Elvis Presley’in sahne performansından çok etkilendiğini söyleyen Robbie Williams için ise o bir “efsane, bir Kral”… Elvis gibi, daracık bir aralıkta sesini bu kadar hızlı alçaltıp, yükseltebilen ve duygu yükleyebilen bir sanatçı bilmiyorum. Neyse ki, teknolojik olarak günümüze göre daha ilkel koşullarda olsa da, konserleri kayıt edilmiş ve bunları You Tube’da şimdi izleyebiliyoruz. Şarkı söyleyişini görüntülü olarak dinlemek çok daha etkileyici. In the Ghetto, Just Pretend, Release Me, Always On My Mind, Are You Lonesome Tonight ? favorilerim…
Elvis filmleri dışında bol bol Jerry Lewis, Dean Martin ve Frank Sinatra filmleri gelirdi. Arada bir de Zeki Müren filmleri. O dönemde çok fazla renkli Türk filmi çekilmediği için özellikle bir tane renkli çekilmiş Zeki Müren filmini hatırlıyorum. Daha doğrusu, filmin tamamını değil de, bir sahnesini. Zeki Müren şarkı söyleyerek sütunlu bir mekanda yürüyor ve her sütunun arkasından farklı bir renkte, pullu, tüylü, değişik bir kıyafetle çıkıyor. Zeki Müren’in filminin gösterildiği hafta sinema dolup, taşmıştı. Selanik’te başta Zeki Müren olmak üzere, Türk müziği çok sevilirdi. Oturduğumuz apartmanın sahil tarafında bir dizi gazino/ restoran vardı. Geleneksel Yunan müziği dışında, çok sık olarak Türk müziği çalarlardı. Bizim evden duyardık. Ne de olsa, Selanik’te Büyük Mübadele nedeni ile Anadolu’dan göç etmiş çok sayıda Rum göçmen vardı. Öte yandan, nedenin sadece bu olduğunu da düşünmüyorum. Asırlarca bir arada yaşamak her iki tarafın DNA’sına ortak zevkler, aşinalıklar işlemiş olsa gerek. 2014’te Mikanos’a gittiğimiz zaman, adanın en şık (epeyce de pahalı) plajı Namos Beach’de Yunanlı genç ve güzel kızlar Tarkan melodileri ile gönüllerince dans ediyorlardı.
1960’ların başındaki bu dönemde pek çok tarihi film çevrilirdi. Bol bol gladyatör dövüşleri ve savaş izlerdik . Ama benim içlerinde en çok sevdiğim film, Elizabeth Taylor ve Richard Burton’ın oynadıkları, 1963 yapımı Cleopatra olmuştu. Dekorlar, kostümler çok etkileyici ve muhteşemdi. Daha sonra öğrendiğime göre, o zamana kadar çevrilmiş en büyük bütçeli filmmiş zaten. Cleopatra’yı da diğer beğendiğimiz filmler gibi birden çok kez izlemiştik. Özellikle bir sahneyi hala dün gibi hatırlıyorum. Sezar tarafından Roma’ya çağrılan Cleopatra’nın Roma’ya, müthiş bir kortej eşliğinde giriş sahnesi…Cleopatra zengin kostümü, mücevherleri ve egzotik makyajı ile tahtına kurulmuş. Yolun iki yanına sıralanmış Romalılar çılgın gibi tezahürat yapıyorlar. Bu sahne o kadar hoşuma gitmişti ki, bir süre “Cleopatra”cılık oynamıştım evde. Divan yastıklarını üst, üste dizip, en tepeye çıkar oturur ve aynı Cleopatra’nın yaptığı gibi, mağrur bir şekilde “ halkı” selamlardım…
Elizabeth Taylor ve Richard Burton’ın büyük aşkı Cleopatra filmini çevirirken başlamış. Çocukluğumuz ve gençliğimiz boyunca aşkları, 10 yıl süren evlilikleri, boşanmaları, tekrar evlenmeleri ve boşanmaları, kavgaları, Richard Burton’ın “menekşe gözlü” (onun için öyle denirdi o zamanlar) yıldız için aldığı muhteşem mücevherler yerli, yabancı tüm magazin basınını meşgul ederdi. Sanırım çift olarak gördükleri ilgi günümüzde, ayrılmalarından önce, Angelina Jolie ve Brad Pitt’e gösterilen ilgiden daha fazlaydı. Ve, evet, bir de Elizabeth Taylor’ın dillere destan mücevherleri vardı. Onun takıları, öyle şimdi Oscar törenlerinde veya Cannes’da kırmızı halıda yürüyen yıldızların taktıkları gibi sponsorlardan ödünç alınmış mücevherler değildi. İnanılmaz büyüklükteki gerdanlıkları, küpeleri, bilezikleri, taçları, hepsi kendisine aitti. Yanılmıyorsam, çoğu da yedi kocasından biri olup, iki kere evlendiği Richard Burton’ın hediyesiydi.
Çocukluk dönemimden hatırladığım epeyce film var. Bunların önemli bir bölümü siyah beyaz filmler. Yönetmen Alfred Hitchcock’un, başta Kuşlar (The Birds) olmak üzere, gerilim filmlerinden, Marilyn Monroe, Tony Curtis ve Frank Sinatra’nın filmlerinden sahneler gözümün önüne geliyor zaman zaman…Sonra tabii ki, Türk filmleri, Türk sinema artistleri… Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Fatma Girik, Belgin Doruk, Ediz Hun, Cüneyt Arkın, Ayhan Işık ve zamanın diğer artistlerinin sakız paketlerinin içinden çıkan ve biriktirilen resimleri… Ses ve Hayat dergilerinde onlarla ilgili haberler…
Daha sonra izlediğim , 1958 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Boris Pasternak’ın romanından uyarlanan, Dr. Jivago (ve müthiş müziği Lara’s Theme), Mary Poppins, Rex Harrison’ın oynadığı Dr. Doolittle serisi, Audrey Hepburn’ün oynadığı My Fair Lady yine çocukluğumun unutamadığım filmlerinden bazıları. İlk gençlik yıllarımın filmi ise, tartışmasız, Love Story idi. Ali MacGraw ve Ryan O’Neal’ın oynadıkları 1970 yapımı bu filmin müziği artık pop müziğin klasikleri arasında. Ali MacGraw’ın filmde giydiği giysiler, taktığı bereler o zamanlar çok moda olmuştu. Hiç unutmuyorum, bu filmi Ankara’da Dedeman sinemasında izlemiştim.
Eski filmleri anınca, eski sinemalardan söz etmeden olmaz. Günümüz sinemaları ile aralarındaki en önemli fark, büyük ve tek bir salonlarının olması diyebilirim. Küçük küçük, birden fazla salonun bulunduğu sinema işletmeleri çok sonraları yaygınlaştı. Çocukluk ve gençlik yıllarımın Ankara’sından hatırladığım sinemalar Kızılay’da Ulus Sineması, Sıhhiye’ye doğru Büyük Sinema, Necatibey caddesinin başında Ankara Sineması, Maltepe’de Gölbaşı Sineması, Bahçelievler’de Renkli Sinema, Dedeman Sinemaları (biri Bahçelievler’de, diğeri daha sonra Akay’da), Şili Meydanında Çankaya Sineması, Tunalı Hilmi Caddesinde Kavaklıdere Sineması, Küçükesat’a doğru Talip Sineması. Bir de açıldığında olay olan, iki balkonlu Arı Sineması vardı. Altın rengi ve yeşil yaldızlı kumaştan perdesini hala hatırlıyorum. Söylendiğine göre, ilk açıldığında, yer gösterenlerin ceketleri de aynı kumaştanmış. Arı Sineması daha sonra TRT tarafından satın alınıp, televizyon stüdyosu haline getirildi.
Bu sinemaların dışında bir de yazlık, açık hava sinemaları vardı. Ben Ankara’da Bahçelievler’de olanı hatırlıyorum. Tahta sandalyelerde, ay çekirdeği ve gazoz eşliğinde izlenen filmler… Bazıları bu ay çekirdeği yeme işini o kadar geliştirmişlerdi ki, çekirdeğin ağıza götürülüp, çıtlatılması ve kabuğun ağızdan atılması otomasyona bağlanmış gibi olurdu. Eve gelindiğinde saçlarınızda arkanızdakilerin çekirdek kabuklarının bulunması da kuvvetle muhtemeldi. Yazlık sinemalar eğer apartmanlarla çevrili ise, etrafındaki evlerin balkonlarından insanlar filmleri izlerdi. Hem evlerinin konforundan yararlanıp, sere serpe balkonlarında oturan, hem de film izleyen bu insanlara ben küçükken hep imrenirdim. Şimdi düşünüyorum da, bunun her gece olması zaman zaman işkence gibi olsa gerek…
Bu sinemaların çoğu hoyrat kentsel talanın, 1970’lerdeki insanların gece sokağa çıkmaya çekindikleri anarşik ortamın veya daha sonra, kendilerini yenileyemedikleri için, daha modern sinemaların rekabetinin kurbanı oldular. Tıpkı, İstanbul’da pek çok sayıda sinemanın başına geldiği gibi… Otuz seneyi biraz aşan bir süredir yaşadığım İstanbul’da ben bile artık var olmayan kaç tane sinema sayabiliyorum.
Internet ve beraberinde getirdiği kolaylıkların olmadığı zamanlarda, şayet işi şansa bırakmaktan hoşlanmıyorsanız, hangi filmin hangi sinemada oynadığını öğrenmenin en güvenli yolu gazete ilanlarıydı. Belli başlı gazetelerde çıkan film ilanlarından seansların zamanına bakılıp, yola çıkılırdı. Telefon ile yer ayırtmak diye bir şey de yoktu. Zaten, çoğu evde telefon da yoktu… Filme yetişme heyecanı, acaba bilet var mı heyecanı… Hepsi birbirine karışırdı…
İlkokuldayım… Günlerden Pazar… Annem sinemaya gideceğimizi önceden söylediği için bütün ödevlerimi dün okuldan gelince yaptım. Neyse ki, Cumartesi günleri daha az sayıda ders yapıyoruz ve eve daha erken geliyoruz.
Pazar günleri gezmeye bayılıyorum. Bir yere gitmediğimiz zamanlar içim sıkılıyor. Pazar gününe kalan ödevlerin ve ertesi gün okula gidecek olmanın verdiği sıkıntı bir yana, banyo faslı (şofben de hiçbir zaman doğru dürüst ısıtmıyor suyu, hep üşüyorum), annemin haftalık yorgan kaplama işinin yarattığı karışıklık (bırakın nevresimi, henüz düğmeli yorgan teknolojisi bile keşfedilmemişti ülkemizde), komşu evlerden gelen radyoda naklen maç yayını sesleri, hepsi içimi karartıyor. O nedenle, sinemaya gidecek olmamız beni çok mutlu ediyor…
Gideceğimiz film uzun zamandır beklenen, iyi bir film imiş. Ağabeyim sabahtan gidip, aldı biletleri. Bilet var mı, yok mu heyecanı çekmeyeceğiz hiç olmazsa. Geriye sadece vakitlice evden çıkmak kalıyor çünkü bir şeye binmeden Gölbaşı sinemasına gitmemiz mümkün değil.
Kapı çaldı… O da ne? Olamaz… Misafir geldi! Babaannemin evinde olduğu gibi bizde de telefon olsa, belki ararlardı gelmeden. Belki de, gelenlerin de evde telefonları yok. Telefon başvuruları o kadar uzun zamanda karşılanıyormuş ki, geçenlerde annem birilerinin, büyüyene kadar anca gelir diye, yeni doğan çocukları adına başvuruda bulunduklarını söylemişti. Bilmiyorum ama, çok üzüldüm. Mutfakta bekliyorum. İçeriyi dinliyorum. Babam bir ara gelip, ”merak etme” dedi. Kalbim küt, küt atıyor… Daha yeni geldiler. Nasıl yetişeceğiz biz ? Off… Annem şimdi de “kahve içer misiniz?” diye soruyor!
Kahveler de içildi… Derken, babam söze giriyor… “Kusura bakmayın, biz önceden bilet almıştık… İnşallah bir dahaki sefere daha uzun otururuz…” Babacığım benim!
Neyse Dolmuş’ta da kuyruk yoktu. Her şeyi olduğu gibi bırakıp, evden nasıl çıktığımızı bilmiyorum. Şimdi sinemadayız çok şükür. Boş bir tek koltuk yok. Perdeyi daha iyi görebileyim diye babam paltosunu katlayıp, benim altıma koydu.
Yetiştiğimize hala inanamıyorum. Daha reklamlar gösteriliyor. Kırmızı yanaklı çocuklar Sana yağı sürülmüş ekmekler yiyorlar iştahla…Benim canım ise Frigo Buz istiyor. Ağzımda ısıtarak yiyeceğime söz verirsem belki annem film arasında yememe izin verir…