Milano (3): Gözümüze, Gönlümüze ve Damağımıza Değenler…

Ekim ayında İtalya’ya gidiyorsanız, dikkatli olmasınız. Özellikle yolculuk, İtalya’nın güneyine ise. Türkiye’nin güney sahillerinde Ekim ayında rahatlıkla denize girildiği için insan, İtalya’da da durumun aynı olduğunu düşünebilir. Oysa, işin doğrusu hiç de öyle değil. 2016 yılında bunu bizzat yaşadık. Coğrafi olarak çizmenin topuk kısmına denk gelen Puglia’da, Ekim ortasında bırakın denize girmeyi, sere serpe gezmek için bile hava oldukça serindi. Sahildeki tüm yerleşim yerleri boşalmış, plajlar kapanmıştı. Bunu haritaya bakınca da anlamak mümkün. Her iki ülkeyi gösteren bir haritaya bakarsanız, güney İtalya’nın bizim Akdeniz sahillerimizden epeyce kuzeyde olduğunu görebilirsiniz. O geziden sonra, her yıl Ekim ayında yaptığımız İtalya gezilerinde hep tedbirli olduk. Hele kuzeye doğru çıktıkça, o mevsimde havanın epeyce serin olabileceğini biliyorduk artık.

Milano’ya indiğimiz gün hava oldukça kapalı ve yağışlıydı. Sonraki iki gün daha şanslıydık. Güneş açtı. Arada hava kapasa da, en azından yağış yoktu. Son günümüzde, Leonardo da Vinci’nin el yazmalarını görmek için, Pinacoteca Ambrosiana’ya gittiğimizde, yine kapalı, yağışlı ve epeyce kasvetli bir hava vardı. Daha önce belirttiğim gibi, Milano meraklısı için sayısız gizli hazine barındıran bir şehir. Biz de, günlük programımızı hava durumuna uydurarak, dolu dolu bir dört gün geçirdik.

Milano’daki ilk günümüzde hava
oldukça kapalı ve yağışlı idi.
Arnaldo Pomodoro’nun heykeli (1980).
Piazza Filippo Meda

Milano, sadece bir finans, endüstri ve moda şehri değil demiştim. Burası aynı zamanda, zengin bir sanatsal ve kültürel geçmişi olan bir şehir. İlk bakışta öyle görünmese de, tarihi çok eskilere giden, coğrafi konumu nedeniyle birçok milletin gelip geçtiği ve izler bıraktığı bir yerleşim yeri. Milano hem Napolyon’un 1805 yılında Duomo’da taç giydiği şehir hem de, güçlü sendikalara ve sosyalist harekete rağmen,  Mussolini faşizminin 1919’da doğduğu ve onun 26 Nisan 1945 yılında Piazzale Loreto’da asılmasıyla son bulduğu yer.

Milano’nun da içinde bulunduğu bölgede (Lombardiya), M.Ö. 3000-2000 yılları arasında Liguryalılar yaşamış. Daha sonra buralara Hint-Avrupa halkları yerleşmiş. Göller bölgesinde yapılan arkeolojik kazılardan, M.Ö. 9. ve 6. yüzyıllar arasında buralarda Keltlerin, 5. yüzyılda ise Etrüsklerin yaşadıkları anlaşılmış. Şehir, 4. yüzyılın başlarında Galyalı kabileler tarafından kurulmuş.

M.Ö. 222 yılında Milano, Po vadisi ve bölgenin o zamanki diğer şehirleri ile birlikte, Romalıların eline geçmiş. Çok geçmeden, önemli bir ticaret merkezi haline gelmiş ve zamanla imparatorluğun içinde politik ve yönetimsel bir bağımsızlık kazanmış. M.S. 286 yılında, Roma İmparatorluğu Batı ve Doğu olmak üzere ikiye ayrılınca, Batı Roma İmparatorluğunun başşehri olmuş. İmparator Maximianus burada oturmaya başlamış. Böylelikle şehir, batıda Roma’dan sonra en önemli şehir haline gelmiş. İmparator Konstantin 313 yılında, Hristiyanlığı devletin resmi dini olarak kabul ettiğini Milano Fermanı ile ilan edince, şehir aynı zamanda önemli bir dini merkez haline de gelmiş.

Günümüzde, Milano’da Romalıların izleri o kadar az ki, insan buranın  bir zamanlar imparatorluğun  önemli bir şehri olduğuna inanamıyor. Örneğin, bir zamanlar kuzey- güney yönünde 470 metre uzunluğunda ve 80 metre eninde olduğu belirtilen hipodromdan geriye kalanlar yok denecek kadar az. Bu kalıntıları görmek için Via Circo’yu (Circo Sokağı) arayıp bulduk. Kalıntılar, İstanbul’daki Hipodromdan geriye kalanlardan bile azdı.  Yapının önemli bölümü, çevresindeki modern binaların içinde kalmış. Küçük bir kısmı görülen duvar, binanın temelinin ufak bir bölümü. Romalıların Mediolanum (Milano) Circo’su (Hipodromu), 3. yüzyılın sonlarında, İmparator Maximianus’un isteği üzerine yapılmış. Aynı dönemde, şehir duvarları büyütülmüş ve İstanbul’da olduğu gibi, içinden hipodroma doğrudan geçiş olan, bir İmparatorluk Sarayı yapılmış. Orta Çağ boyunca yavaş yavaş yok olmaya başlayan yapı, daha sonra tamamen ortadan kalkmış. Bulunduğu sokağın adının çağlar boyunca Via Circo olarak kalması, 1930’larda bir ipucu olarak değerlendirilmiş ve yapılan kazı ile günümüzde görülen kalıntılar ortaya çıkarılmış.

Via Circo’da apartmanların arasında, Romalıların Milano
Hipodromundan günümüze kalanlar

İki gün sonra, Pinacoteca Ambrosiana’dan dönerken, yolumuz yine Via Circo’ya düştü. Yağışlı ve kapalı havada, sokak boyunca bu kez daha uzun yürüdük. Belli noktalarda kavis yaparak dönen sokağın şekli, büyük olasılıkla, zaman içinde eski hipodromun yapısına göre şekillenmişti. Sokağın bir yerinde, hem dinlenmek hem de bir şeyler yemek için, kafe tarzı bir yere girdik. Günlerden Cumartesi, hava iç karartıcı idi. İçerisi, son derece sade, basit ama belli bir tarzı olan eşyalarla döşenmişti. Duvarlarda, canlı renklerde ilginç afişler vardı. Burası, tam bir mahalle mekanı idi. Zaman zaman mahalleliler içeri giriyor, sahibi ile üç beş laflarken, bir kadeh bir şey içip kalkıyordu. Kafenin sahibi, kravatı ve yeleği ile, tertemiz giyimli, kibar bir adamdı. Lezzetli birer tost yerken ve kahve içerken, tüm bu insanların böylesi iç karartıcı bir günde bile ne kadar yaşam dolu, neşeli ve birbirlerine karşı nazik olduklarını gözlemledim.

Via Circo sokağının belli noktalardaki kavisli yapısı, bir zamanlar burada bir hipodrom olduğuna dair
bir çağrışım yapıyor.

Ambrosiana Sanat Galerisinden bir önceki yazımda, burada bulunan Leonardo da Vinci’nin Codex Atlanticus’unu anlatırken, söz etmiştim. Galerinin kütüphanesi, Bibliotheca Amrosiana’nın yanında bulunan, 1030 yılında yapılmış San Sepolcro Kilisesi, şehrin Roma dönemindeki Forum alanı üzerine yapılmış. Kilisenin kriptinin zemini bu Forum’dan kalan orijinal taşlardan meydana geliyor. Kilise, 1928 yılından itibaren Ambrosiana Kütüphanesi’nin mülkiyetine geçmiş. Ancak, orayı gezmek için ayrı bir biletiniz olması gerekiyor. Via S. Vittore al Teatro 14 adresindeki Ticaret Odası’nın altında bulunan ve randevu ile gezilebilen, M.S. 1. yüzyıldan kalma tiyatro kalıntıları ve Arkeoloji Müzesi’nin içindeki M.S. 1.-3. yüzyıllardan kalma ev kalıntıları, şehirdeki diğer az sayıda Roma dönemi eserleri arasında bulunuyor.

Leonardo da Vinci’nin Codex Atlanticus’unun bulunduğu Bibliotheca Ambrosiana’nın yanındaki San Sepolcro Kilisesi, Romalıların Forum alanı üzerine yapılmış

Bu oldukça gizli saklı kalmış Roma dönemi eserlerinin yanında, şehrin içinde o döneme ait en göz önünde olan kalıntılar, San Lorenzo alle Colonne kilisesinin önündeki 16 adet sütun. M.S. 2. ve 3. yüzyıl arasına tarihlenen bu sütunlar, şimdi bulundukları yere 4. yüzyılda, kilise yapıldığı zaman, yerleştirilmişler. Kilisenin kendisi, Milano’nun en eski kiliselerinden biri. Daha önce burada bulunan bir Roma tapınağının üzerine yapılmış. Kilisenin, Romalıların Hristiyanlığı kabulünden sonra yapılan ilk kiliselerden olduğu düşünülüyor. Yuvarlak formdaki yapının inşaatında tapınağın, yakınlardaki Romalılardan kalma yapıların ve amfi-tiyatronun taşları bol miktarda kullanılmış. San Lorenzo alle Colonne, geçirdiği sayısız yangından sonra, 11. ile 12. yüzyıllarda ve 1573 yılında, belirtilmeyen bir sebepten ötürü kubbesi yıkılınca, birkaç kez yeniden inşa edilmiş.

San Lorenzo alle Colonne’nin önündeki Roma
döneminden kalma sütunlar
San Lorenzo alle Colonne Kilisesi ve önündeki
İmparator Konstantin heykeli

Kilisenin önündeki meydanda İmparator Konstantin’in bronz bir heykeli var. Bu bir kopya. Heykelin aslı, Roma’daki San Giovanni in Laterano kilisesinde. Roma İmparatoru I. Konstantin,  Hristiyanlığı kabul ederek devletin resmi dini ilan etmesi nedeniyle, Batılı Hristiyanlar için çok önemli.

Milano’nun en eski kiliselerinden biri olan San Lorenzo alle Colonne, yuvarlak formda yapılmış bir kilise
Kilisenin yapımında daha önce burada bulunan Roma tapınağından çok sayıda malzeme kullanılmış. Bunlardan biri olan bu sütun da ters olarak konmuş.

Milano’nun erken Hristiyanlık dönemi kiliselerinden bir diğeri, ünlü Sant’Ambrogio (Aziz Ambros) Kilisesi. Buranın önemli olmasının ve en az Duomo kadar çok gezeni olmasının birkaç nedeni var. Öncelikle, Milano’nun koruyucu Azizi Sant’Ambrogio tarafından yaptırılmış olması ve Ambrogio’nun da burada gömülü olması. Biliyorsunuz, İtalya’da her şehrin bir koruyucu azizi vardır. Bazılarında birden fazladır. Milano’da yaşamış olan Piskopos Ambrogio da, sapkın kabul edilen Aryan inanca karşı verdiği mücadele nedeniyle, daha sonra Azizlik mertebesine yükseltilmiş.

Sant’Ambrogio Kilisesi
Solda, Romalılardan kalma “Şeytanın Sütunu” görülüyor. Sütunun ortasındaki iki delik, efsaneye göre, Aziz Ambrogio’yu kandırmaya çalışan şeytanın boynuzları tarafından açılmış.
Kilisenin 12. yüzyıldan kalma avlusu

Ambrogio’nun 339 ya da 340 yıllarında doğduğu tahmin ediliyor. Kendisi, babası gibi, Roma İmparatorluğu’nda üst düzey yönetici olmak üzere yetiştirilmiş. 370 yılında, Milano ve çevresindeki bölgeye vali olarak atanmış. Bu dönemde, çıkan dini bir kriz nedeniyle, başta kendisi istemese de, 374 yılında, oy birliği ile Piskopos seçilmiş. Dönemin diğer Piskoposları gibi, hem asker hem din adamı kimliğini birlikte yürütmüş. En büyük mücadelesi Aryan inanca karşı olmuş. 4. yüzyılda İskenderiye’de yaşayan ve 325 yılında toplanan İznik Konsili tarafından aforoz edilen rahip Arius’un takipçileri olan Aryanlar, İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu ve İsa’nın tanrısal olduğunu reddetmekteydiler.

Kiliseye giriş kapısından detay

Sant’Ambrogio Kilisesi, 379-386 yılları arasında yapılmış. Kilisenin bulunduğu alan daha önce, pagan Romalılar tarafından öldürülen ilk Hristiyanların mezarlığı imiş. Yapı, sonraki yüzyıllarda Benediktin rahipleri tarafından genişletilmiş. Çeşitli ilaveler yapılmaya devam edilmiş. 1196 yılında kubbesi yıkılınca, tekrar yapılmış. 1492 yılında Sforza ailesi, dönemin ünlü sanatçısı ve mimarı Bramante’ye manastır ve yemekhane bölümünü yeniden inşa ettirmişler. Maalesef, Sant’Ambrogio Kilisesi de Milano’nun 1943 yılında maruz kaldığı yoğun bombardımandan ağır hasar alan yapılardan birisi olmuş.

Avludaki sütun başlıkları (11. yy.)
Sant’Ambrogio Kilisesi Romalılar tarafından öldürülen ilk Hristiyanlara ait bir mezarlığın üstüne yapılmış. Avluda, bu mezarlıktan
kalan bazı mezar taşları var.

Kapalı bir havada ve yağmur altında avluya adım atınca oldukça etkilendim. Puslu havada, revaklı avlu, tam karşıdaki kilise ve çan kulesi çok gizemli görünüyordu. Aklıma, bu tip yerlere her gittiğimde olduğu gibi, Umberto Eco’nun Gülün Adı kitabı geldi… Kilise birkaç kere yeniden inşa edilmiş olsa da, 4. yüzyıldan kalan izler az değil. Avlunun duvarlarında, eski mezarlığa ait mezar taşları, yazıtlar ve freskler var. 11. yüzyıldan kalma sütun başlıklarında ilginç kabartmalar göze çarpıyor. Bunların bir kısmında İncil’den sahneler, bir kısmında fantastik hayvanlar, ejderhalar var.

Kapısından içeri girince, erken dönem kiliselerinin çoğunun sahip olduğu sade bir görkemle karşılaşıyor insan. Buna bir de, Ave Maria’yı söyleyen etkileyici bir soprano sesi eklenince, her şeyden önce, sıralardan birine oturup, hem kendimi müziğin keyfine bırakmak hem de etrafımı doya doya incelemek istedim. Sanıyorum o gün özel bir hazırlık vardı. Bazı görevliler altarın etrafına özenle çiçek sepetleri yerleştiriyorlardı. Sağ tarafta, bir oda orkestrası ve bir soprano prova yapıyorlardı. Schubert’in bestesini tekrar tekrar seslendirdiler. Ben her seferinde keyifle dinlesem de, belli ki onların memnun olmadıkları noktalar vardı. Hep beraber, yapabileceklerinin en iyisini yaptıklarına ikna olana kadar çalışacaklardı.

Ciborium ve değerli taşlarla süslü Altın Altar

Sant’Ambrogio’nun apsisinde 4.ile 8. yüzyıllar arasında yapılmış bir mozaik var. Tahta oturmuş İsa ve Aziz Ambrogio’nun hayatından sahnelerin canlandırıldığı mozaiğin bir bölümü, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki bombalarda tahrip olmuş. Bu kısımlar yeniden yapılmış. Apsisin önündeki Altın Altar, 9. yüzyılda yapılmış. Değerli taşlarla da bezenmiş altarın ön tarafında İsa’nın, arka tarafında Aziz Ambrogio’nun hayatından sahneler bulunuyor. Venedik’teki San Marco Bazilikasının Altın Altar’ından 400 yıl kadar önce yapılmış. Sant’Ambrogio’nunkini görmek için Venedik’te olduğu gibi ayrıca bir ücret ödemeniz gerekmiyor ama, buradakini de ancak uzaktan görebiliyorsunuz. Altın Altar’ın üstünü örten (ciborium veya baldachin ismi verilen) sayvan, 10. yüzyılda yapılmış ama, kullanılan dört sütun Roma döneminden kalma.

Altın Altar’ın altındaki kriptte Sant’Ambrogio’nun
mumyası bulunuyor
Hz. Musa’nın çölde diktiği rivayet edilen Yılanlı Sütun

Kilisenin Aziz Ambrogio döneminden kalma en nadide parçası, altarın sol tarafındaki Stilicho Lahiti. 385 yılında yapılmış lahitin üzerindeki kabartmaların Piskopos Ambrogio tarafından bizzat önerildiği söyleniyor. Farklı kaynaklar lahitte yatan kişi konusunda farklı bilgiler veriyor. Ancak, kesin olarak belirtilen, lahitte yatan kişinin, Roma İmparatoru Honorius’un bir generali olan Stilicho olmadığı. Bu ismin lahite, 18. yüzyılda yanlışlıkla verildiği düşünülüyor.

Stilicho Lahiti

Milano, 402 yılında başkent olma niteliğini kaybediyor. 452 yılında Hun İmparatoru Atilla tarafından talan ediliyor ve şehir, M.S. 5. ve 6. yüzyıllarda düşüşe geçiyor. Germanik kabilelerin ve özellikle, Gotların Bizanslıları yenmesi sonucu, Gotların istilasına uğruyor. Şehir nerdeyse tamamen yakılıp, yıkılıyor. 569 yılında Lombardiyalıların, eline geçiyor ve 774 yılında Frenklerin bütün Kuzey İtalya’yı istilalarına kadar onların yönetiminde kalıyor. Bundan sonra şehir oldukça karışık dönemler geçiriyor. Bir ara Milano yine piskopos generaller tarafından yönetiliyor. Daha sonra, şehrin ileri gelen aileleri arasında şiddetli bir güç mücadelesi başlıyor.

Visconti ailesinden Bernabo Visconti (14.yy)
Bonino da Campione
Sforza Kalesi, Antik Sanatlar Müzesi

1277 yılında Visconti ailesinin yönetimi ele geçirmesi ile Milano’da yeni bir dönem başlıyor. Visconti’ler bir yandan dönemin en iyi sanatçı ve mimarlarını şehre davet ederek Milano’yu saraylar ve yeni binalar ile donatırken, yayılmacı bir politika ile, bir süre sonra tüm Kuzey İtalya’yı kontrolleri altına alıyorlar. Hatta, Toskana’nın bir bölümü de onların etki alanına  giriyor. Visconti ailesinin döneminde, Castello’nun ve Duomo’nun yapımlarına da başlanıyor.

Il Moro adıyla tanınan ünlü Milano Dükü Ludovico Sforza
Giovanni Ambrogio de Predis
Trivulzio Kütüphanesi

Visconti ailesinin bir erkek varisleri olmaması nedeniyle, 1447 yılında hanedanlıkları sona eriyor. Ancak, evlilik yoluyla yönetim ünlü Sforza ailesine geçiyor. Sforza’lar, yayılmacı bir politika yerine, Milano’yu ihya etmeyi tercih ediyorlar. Sforza ailesi yönetiminde geçen 50 yıl boyunca Milano, tarihindeki en zengin ve görkemli dönemini yaşıyor. Özellikle, Il Moro olarak tanınan Ludovico Sforza, 1480 yılından itibaren, Leonardo da Vinci ve Bramante gibi sanatçıları himayesine alarak, sanat ve mimarlık tarihine eşsiz eserler kazandırıyor. Leonardo da Vinci’nin Milano’da bıraktığı izler konusunda daha ayrıntılı bilgi için, linklere tıklayarak Milano (1) ve Milan (2) yazılarımı okuyabilirsiniz. Burada sadece bir parantez açıp, Leonardo da Vinci’nin kendisinden sonra gelen Lombardiyalı sanatçıları ne kadar etkilediğini açıkça görebileceğiniz bir kiliseden söz etmek istiyorum.

San Maurizio Kilisesi dışardan oldukça iddiasız görünüyor
İçi ise insanı çarpıyor…
Altarın arkasındaki bu duvar, en üstteki resimlerin biraz üstüne kadar uzanıyor. Tavan ile arasında olan açıklıktan, arka bölümdeki rahibeler papazın yönettiği ayini duyabiliyorlar.

İtalya’da, ünlü olanların dışında, dışardan görünümleri çok da etkileyici olmayan birçok kilisenin önünden geçersiniz. Zaten adım başı kilise var diye düşünebilirsiniz. Ben de bir kilisenin önünden geçerken aynı şeyi düşünmüştüm. Leonardo’nun evini ve üzüm bağını görmeye gidiyorduk. Tesadüfe bakın ki, daha sonra Santa Maria delle Grazie kilisesine, Leonardo’nun Son Akşam Yemeği isimli duvar resmini görmeye giderken rehber, programda olmadığı halde, bizi bu kiliseye soktu. Amacı, Leonardo’nun kendisinden sonra gelen sanatçıların üzerindeki etkisini göstermekti. İçeri girer girmez neye uğradığımı şaşırdım diyebilirim. Çünkü, hiç beklemediğim bir görüntü ile karşılaştım.

Duvarın arka tarafındaki rahibelerin bölümü
Kilisenin orgu da rahibelerin bölümünde

Dışardan sıradan görünen San Maurizio Kilisesi’nin  içi girer girmez insanı çarpıyor. Kilisenin her yeri, capcanlı renklerle yapılmış fresklerle kaplı. Sahneler, doğal olarak İsa’nın yaşamı ve Hristiyanlıkla ilgili. 1518 yılında, yani Leonardo Fransa’da ölmeden bir sene önce takdis edilerek açılan Aziz Maurizio Kilisesi, aslında zamanında Milano’nun kadınlar için en önemli Benediktin manastırı olan Maggiore Manastırının bir parçası. O nedenle, tam adı Chiesa di San Maurizio al Monastero Maggiore. Manastır kısmında günümüzde Milano Arkeoloji Müzesi bulunuyor.

Duvar resimleri son derece canlı ve güzel.
Nuhun Gemisi…
Tüm duvar resimleri için geçerli olmakla beraber, Leonardo da Vinci’nin Luini üzerindeki etkisinin en çok bu resimde görüldüğü belirtiliyor. Özellikle, İsa’nın sol tarafında oturan havarilerin el hareketleri, ustanın Son Akşam Yemeği adlı eserini çağrıştırıyor.

1503 yılında yapımına başlanan kilise, 15 senede bitirilmiş. Kilisenin içindeki fresklerin çoğu Bernardino Luini ve oğulları tarafından, 1530’lu yıllarda yapılmış. Başka Lombardiyalı sanatçıların da eserleri var. Kilise, ikiye bölünmüş olarak inşa edilmiş. Altarın arka tarafında, tam tavana kadar çıkmayan yüksek bir duvar var.  Ön taraf normal kilise. Duvarın arkasında ise, büyük bir salon var. Rahibelerin ön taraftaki halka açık ayine katılmaları yasak olduğu için, onlar rahibin yönettiği ayini duvarın arkasından dinliyorlarmış. 1794 yılına kadar, rahibelerin bu duvarın önüne geçmeleri kesin olarak yasakmış. Bu nedenle rahibeler, ayin sonunda papazın inananlara dağıttığı kutsal ekmeği de, duvardaki kapaklı küçük bir delikten alıyorlarmış. Asırlar önce olsa da, hemcinslerinin gördüğü bu ikinci sınıf vatandaş muamelesi, insanın içini yakıyor.

Ayin sonunda, ön kısımdaki altarın yanında bulunan bu küçük delikten rahip rahibelere kutsal ekmek veriyormuş
Duvarın arkasında sıraya giren rahibeler, ayin sonunda kapağın bu tarafından kutsal ekmeği alıyorlarmış

Yukarda belirttiğim gibi, Milano’nun görkemli kalesini ilk olarak Visconti ailesi yaptırıyor. 1360-1370 yıllarında inşa edilen kale, ilk başta tamamen askeri amaçlar için düşünülüyor. O dönemde Porta Giovia Kalesi  adı veriliyor. Şehrin ortasında, yüksek kuleleri ve askeri talim alanına benzeyen birinci avlusu ile kalenin verdiği izlenim halen de bir askeri garnizon havasında. Oysa, burası daha sonra, ikinci Sforza Dükü Galeazzo Maria Sforza zamanında, bir Dukalık Sarayına çevriliyor. Kaleye yaptırılan ilave binalar ve salonlar, aralarında Leonardo da Vinci’nin de olduğu, zamanın en iyi sanatçılarına süslettiriliyor. (Daha fazla bilgi için Milano (2) yazıma bakınız) kalenin ismi de bu dönemde değiştiriliyor ve Castello Sforzesco adını alıyor.

Castello Sforzesco
Hazine dairesine giriş kapısı

Sforzesco Kalesi’nde günümüzde 6-7 tane müze var. Birinci avluyu, el yazma kitapların ve bir zamanlar hazine dairesine girişin bulunduğu salonu ücretsiz gezebilirsiniz. Ne kadar zamanınız olduğuna ve ilgi alanınıza bağlı olarak, diğer müzelerden bir seçki yapabilirsiniz. Michelangelo’nun Pieta Rondanini adı verilen son heykel çalışmasını ve Antik Sanatlar Müzesi’nin sekiz numaralı salonu olan, Leonardo da Vinci’nin boyadığı, Sala delle Asse’yi görmenizi öneririm.

Orta Çağdan el yazma kitaplar

Sanırım, Milano’ya gelip de Duomo’yu gezmeyen ya da en azından önündeki meydandan geçmeyen yoktur. Milano’ya gittiğinizin en büyük kanıtı, arkanıza Duomo’yu alıp çektireceğiniz bir fotoğraftır. Selfie demiyorum çünkü Duomo’yu layıkıyla bir selfie’ye sığdırmak gerçekten zor. Burası, 45 metre yüksekliği ile dünyanın en büyük Katolik kiliselerinden birisi. Kapladığı alan 11.700 metrekare. Kapasitesi 40.000 kişi. Hem devasa bir büyüklükte hem de bir biblo görünümünde. Katedralin bulunduğu alanda daha önce, Santa Maria Maggiore ve Santa Tecla bazilikaları ile San Giovanni alle Fonti vaftizhanesi bulunuyormuş.

Duomo di Milano

Doumo’yu gezmek için önceden internetten aldığımız bilet, katedrale girişi, çatıdaki terası ve katedralin müzesini kapsıyordu. Bilet 72 saat geçerliydi. Bu, bizim için büyük bir şans oldu. Katedrali ve müzeyi kapalı ve yağışlı havada gezmenin hiçbir sakıncası yok. Ama, terasa güneşli bir havada çıkmak gerek. Hem Milano’yu yukardan seyredebilmek hem de çatıdaki sayısız heykelin yarattığı o büyülü havayı hakkıyla soluyabilmek için. Duomo’yu gezdiğimiz gün yağmurlu bir gündü. Terasa iki gün sonra, güneş açtığı zaman çıktık. İyi ki de öyle yapmışız. Terasın bir bölümü, sürdürülen restorasyon nedeniyle kapalıydı ama, ona rağmen, çıktığımıza değdi. Pırıl pırıl bir güneşin altında, sayısız heykelin arasında, nereye bakacağımızı şaşırarak dolaştık. Aşağıdan görülmesi imkansız detaylara bu kadar önem verilmesi inanılır gibi değildi.

Duomo’nun çatısı aşağıdan görülmesi imkansız
güzellikler ve detaylarla dolu

Doumo’nun yapımına 1386 yılında, zamanın  Milano Dükü, Gian Galeazzo Visconti’nin isteği üzerine başlanmış. Dük, gücünün simgesi olmasını istediği katedralin yapımı için Almanya, Fransa ve Lombardiya’nın her köşesinden sanatçılar ve mimarlar çağırmış. O sıralar, mimari olarak Gotik katedrallerin en gözde olduğu dönem olması, Duomo’nun mimarisine de yansımış. 1390 yılında, katedralin yapımı için kaynak sağlamak amacıyla, büyük bir jübile yapılmış ve halktan bağış toplanmış. Bağış yapamayanlardan işgücü olarak katkıda bulunmaları istenmiş.

Kendi boyu 4.16 metre olan ve katedralin en yüksek noktasında bulunan Meryem Ana heykeli 1774 yılında Giuseppe Bini tarafından yapılmış
Duomo’nun tepesinden Galeria Vittorio Emanuele II’nin girişi ve ünlü cam kubbesi

Katedralin yapımında kullanılan pembemsi mermerler, Alplerin eteklerindeki Ossolo vadisinin bir parçası olan Candoglia’dan getirilmiş. Taşıma için, bir önceki yazımda sözünü ettiğim kanallar (Navigli) kullanılmış ve Dükün özel emri ile, mermerler vergiden muaf tutulmuş. Duomo 1418 yılında takdis edilerek açılmış olsa da, aslında yapımı 500 yıldan fazla sürmüş. 26 Mayıs 1805’te Napolyon, Fransa İmparatoru olmasının yanında, İtalya Kralı olarak taç giymeden hemen önce, Duomo’nun ön cephesini tamamlamak için çalışmalar hızlandırılmış ama, katedral yine de tam olarak bitmemiş. Yapının tamamlanması, 1965 yılını bulmuş. 20. yüzyıl boyunca yapılan arkeolojik kazılar sonucunda, günümüzde Duomo’nun altında bulunan Santa Maria Maggiore ve Santa Tecla bazilikaları ile San Giovanni alle Fonti vaftizhanesinin kalıntıları ortaya çıkarılmış. Katedrali gezdiğiniz zaman, 2012 yılında halka açılan bu bölümü de görmeniz mümkün.

Duomo’nun kriptinde Kardinal, Aziz San Carlo Borromeo’nun mezarı var

İçerde öncelikle, vitraylar çok güzel. İçlerinde en eski olanı (sağ tarafta beşinci), 1470-1475 yılları arasına tarihleniyor. En yenisi ise, 1988 yılında yapılmış. Diğerleri 19. yüzyıldan kalma. Ağırlıklı olarak, İncil’den sahneler var. Vitrayların dışında, bir de dev boyutlarda tablolar var. Bir başka dikkat çekici eser, 1562 yılında İtalyan heykeltıraş Marco d’Agrate (1504-1574) tarafından yapılmış olan Aziz Bartalomeo heykeli. İsa’nın 12 Havarilerinden biri olan Aziz Bartalomeo, Hristiyanlığı yaymaya çalıştığı için yakalanmış. Başı kesilerek öldürülmeden önce, canlı canlı derisi yüzülmüş. Heykel onun derisi yüzülmüş halini canlandırıyor.

Duomo’nun büyüleyici vitrayları

Katedral olur da, kutsal bir emanet olmadan olur mu? Tabii ki, Duomo’da da var. Altarın yukarısına baktığınızda, tepelerde kırmızı ışık ile aydınlatılmış bir yuvarlak göreceksiniz. Burada, Hazreti İsa’nın gerildiği çarmıha ait bir çivinin saklandığı söyleniyor. 1461 yılından beri Duomo’da olduğu ve önceleri, Duomo’ya yer açmak için yıkılan, Orta Çağ kilisesi Santa Maria Maggiore’de saklandığı belirtiliyor. Rivayete göre, İmparator Konstantin’in annesi Aziz Helena tarafından bulunup oğluna verilmiş. Çivi daha sonra, Milano’nun koruyucu Azizi, Sant’Ambrogio’ya bağışlanmış. Belirtildiğine göre, her yıl 14 Eylül günü Milano Piskoposu, Nivola adı verilen, bulut şeklinde özel bir asansörle yukarı çıkarak büyük bir haçın ortasına yerleştirilmiş çiviyi, haçla beraber aşağı indirerek halka gösteriyormuş.

Altarın yukarısına baktığınızda, tepelerde kırmızı ışık ile aydınlatılmış bir yuvarlak göreceksiniz
Burada, Hazreti İsa’nın gerildiği çarmıha ait bir
çivinin saklandığı söyleniyor
Her yıl 14 Eylül günü, Milano Piskoposu Nivola adı verilen asansöre binerek 40 metre yukarı çıkıyor ve çiviyi, üzerine yerleştirildiği haçla beraber, aşağıya indiriyor. İsmi, İtalyanca bulut anlamına gelen nuvola kelimesinden gelen Nivola 1624 yılında yapılmış.
Kaynak: La Repubblica.it
Katedralin en gözde eserlerinden derisi yüzülmüş
Aziz Bartalomeo heykeli

Duomo’ya girmeden veya çıktıktan sonra, beş bronz kapıyı da incelemenizi öneririm. Kapılar, çok eski görünmelerine karşın aslında nispeten yeniler. İçlerinde en eski olan ana kapı, Ludovico Pogliaghi tarafından yapılmış ve 1909 yılında katedrale yerleştirilmiş. Diğerleri daha sonra yapılmış. İçlerinde en yenisi 1965 yılında yapılmış. Kapılarda, Meryem Ana’nın ve Aziz Ambrogio’nun hayatlarından sahnelerin dışında, Milano’nun tarihi ve katedralin yapımı ile ilgili sahneler var.

Duomo’nun kapısından çıkmadan önce, bodruma inen merdivenlerden inerek, katedralin üstlerine yapıldığı kiliselerin ve mezarlığın
kalıntılarını görebilirsiniz.
Duomo’nun kapılarından biri

Duomo’nun müzesi, katedralden çıktıktan sonra solunuzdaki sokakta bulunuyor. Burası, şimdiye kadar çeşitli ülkelerin çeşitli şehirlerinde gördüğüm diğer tüm dini müzeler içinde, en modern ve güzel düzenlenmiş olanıydı. Müzede dev bir ahşap Duomo maketi var. Ayrıca, katedralin tepesinden indirilmiş çok sayıda heykel (yerlerine kopyaları konmuş), kapı kabartmalarının çömlek kalıpları ve benzeri var.

Duomo’nun müzesi bugüne kadar gördüğüm dini müzeler içinde
en modern düzenlenmiş ve iyi olanıydı

O gün öğlen molamızı, yakınlardaki La Rinascente’nin tepesinde yedik. La Rinascente, çocukluğumdan beri çok sevdiğim, çok katlı bir mağaza. İtalya’nın değişik kentlerinde rastlayabileceğiniz, 150 yılı aşkın mazisi olan bir yer. Buranın en üst katının bir bölümü yiyecek marketi olarak ayrılmış. İtalya’ya özgü hemen her şeyin en kalitelisini bulabilirsiniz. Her türlü şarap, en iyisinden balzamik sirke, peynir, makarna, cantucci… Her şey. Teras kısmında restoranlar var. 21 sene öncesinden, tek bir restoran vardı diye hatırlıyordum ama, bu sefer baktım yan yana birkaç tane var. Yemekler bir yana, buranın en sevdiğim yanı, manzarası. Tam Duomo’nun yanında olduğu için, katedralin tepesindeki heykelleri ve gezen insanları seyrederek yemek yiyorsunuz. Çok değişik bir deneyim. Öğle arası için İtalyanların çokça geldiği bir yer aynı zamanda. İster heykelleri seyredin, ister onları gözlemleyin. Ben, masaya ne yiyeceğimi bilerek oturdum. Yıllar öncesinden damağımda kalan o tadı yine bulur muyum diye biraz da endişeliydim doğrusu. Hafızam beni yanıltmamış. Zeytin ve domateslerle süslenmiş levrek yine aynı nefasette idi…

21 yıl öncesinden damağımda kalan tat…
La Rinascente’nin terasından Duomo’nun
terasına bakmak çok keyifli

Milano, 1499 yılında Fransızlar tarafından işgal ediliyor ve bundan sonra, eski politik ve askeri gücünü kaybederek, vasal bir devlet haline geliyor. Birkaç kere Fransa ve İspanya arasında el değiştiriyor. 1535 yılında II. Francesco Sforza ölünce, Kutsal Roma İmparatoru Şarlken (V. Charles) tarafından bir vali atanarak, imparatorluğun bir parçası haline getiriliyor. Böylece, Milano’da 1706 yılına kadar sürecek bir İspanyol dönemi başlıyor. Bu arada, 1630 yılında şehirde büyük bir veba salgını oluyor. İspanyollar ve Avusturyalılar arasındaki taht savaşı sırasında Milano Avusturyalıların eline geçiyor ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir parçası haline geliyor. Avusturya-Macaristan hakimiyeti iki kere kesintiye uğrasa da 150 yıla yakın sürüyor. Kesintilerden ilki, Napolyon’un Milano’yu ele geçirdiği 1796-1814 yılları arasında, ikincisi ise, Cinque Giornate di Milano (Milano’nun Beş Günü) adı ile anılan beş günlük ayaklanma (18-22 Mart 1848) nedeniyle oluyor. Bastırılan ayaklanmadan sonra, Avusturyalılar tekrar şehre hakim oluyorlar. Ancak bundan sonra, Milanolular İtalya’nın birleşmesi ve bağımsızlığı fikrinin en ateşli taraftarı oluyorlar. 1861’de tamamlanan birleşmeden sonra, Piemonte ve Sardunya Kralı, Vittorio Emanuele II bağımsız İtalya’nın ilk kralı oluyor.

Galeria Vittorio Emanuele II

Milano’ya gidenlerin, Duomo dışında, en çok fotoğraf çektirdiği ikinci yer sanırım Galeria Vittorio Emanuele II’dir. Yeni kurulan krallığın iddialı şehircilik projelerinin bir parçası olan bu yapı, sıra sıra kafe ve şık dükkanları ile her saat hareketli bir pasaj aslında. Piazza del Duomo ve Piazza della Scala meydanlarını birleştirmek üzere tasarlanmış. Bağımsızlıktan birkaç yıl sonra, 1865 yılında yapımına başlanan Galeria’nın mimarı Giuseppe Mengoni. İki yılda tamamlanmış ve Kral Vittorio Emanuele II tarafından açılmış.

47 metre yükseklikteki cam kubbe
Savoy Hanedanının arması
Roma’nın arması

Galeria’nın en adım atılmaz noktası, iki ana koridorun birleştiği orta nokta. Burada, pasajı kaplayan cam tavanların birleştiği, 47 metre yükseklikteki, dev cam kubbenin tam altında bulunan Savoy Hanedanının armasının üzerinde ya da yanında daima inanılmaz bir kalabalık var. O kadar çok fotoğraf çektirmek isteyen var ki, boş olarak yakalayabilmek için dakikalarca beklemeniz gerekiyor.  İtalya Krallarının Savoy Hanedanından olması nedeniyle, kırmızı üzerine beyaz bir haç olan bu arma aynı zamanda, Milano’nun arması sayılıyor. Etrafındaki, kurt (Roma), boğa (Torino) ve zambak (Floransa) içeren armaların ortasında, İtalya’nın dört önemli şehrinden biri olan Milano’yu temsil etmiş oluyor. Kafanızı kaldırdığınız zaman yukarda gördüğünüz mozaiklerin her biri Asya, Afrika, Avrupa ve Amerika kıtalarını temsil ediyor.

Pasajın içinde, oturup bir aperatif içebileceğiniz ya da yemek yiyebileceğiniz birkaç kafe var. Ancak, sunduklarının kaliteli olması yanında, sunum ve servis açısından da klas bir yer istiyorsanız, Savini’ye gitmenizi öneririm. 1867 yılından beri hizmet veren Savini, pahalı bir yer ancak, kolalı örtüleri, servis takımları, şık kutular içinde sundukları kurabiyeleri, pastaları ve en önemlisi, smokin giymiş işinin ehli garsonları ile, sizi başka bir dünyaya götürecek bir yer. Alt katta bulunan Caffe Savini’de günün yorgunluğunu atmak için beş çayınızı, kahvenizi veya aperatifinizi içerken, az ötenizdeki kalabalığı, yüzünüzde bir tebessümle izleyebilirsiniz.

Alt katta Cafe Savini, üst katta Ristorante Savini
7 numaralı masadan Galeria manzarası…

Savini’nin bir de restoranı var ki…. Birkaç yıl önce Positano’da karşılaştığımız bir garsonun ifadesiyle, “O, başka bir hikaye”… Ristorante Savini, kafe kısmının üst katında yer alıyor. Karşılanmanızdan, yerinize oturtulmanıza, yemek ve şarap servisine kadar her şey, yapmacık olmayan, gerçek bir nezaketle yapılıyor. Galeria Vittorio Emanuele II’nin açılması ile birlikte kapılarını açan Savini’nin tarihi boyunca pek çok ünlü konuğu olmuş. Monako Prensi Rainier ve eşi Prenses Grace, Charlie Chaplin, Frank Sinatra, Ava Gardner bunlardan bazıları. La Scala’ya da yakın olması nedeniyle, operanın ünlü bestecileri Verdi ve Puccini, efsanevi orkestra şefi Toscanini ve unutulmaz prima donna Maria Callas bu şık restoranın müdavimi olmuşlar. Biz de bir akşam, önceden ayırttığımız, Maria Callas’ın en sevdiği ve daima oturduğu 7 numaralı masada oturduk. Burası, geniş penceresinden aşağıdaki Galeria’yı keyifle seyredebileceğiniz, ana yemek salonundan bir duvar ile ayrılmış, özel bir masa.  Yanınızda başka herhangi bir masa yok. Kimse sizi görmüyor. Ancak, sanmayın ki, burada unutuluyorsunuz. Gece boyunca hizmet veren kibar garson sizi özenle uzaktan ve rahatsız etmeden izliyor. Doğru zamanda yanınıza gelip, leziz yemekleri, uzun şarap listesinden seçeceğiniz şarabınızı servis yapıyor ve sonra yine görünmez oluyor.  Evet, Savini pahalı bir restoran. Bu doğru. Ama, unutmayacağım restoranlardan biri.

Il Baretto

Milano’da kaldığımız süre içinde gittiğimiz diğer restoranlar, İstanbul’da iki kez açılıp yürütülemeyen Bice, Carlton Hotel Baglioni’nin içindeki Il Baretto ve Valentino Vintage oldu. Üçünün de yemekleri çok güzeldi. Zaten, turist kapanı yerlere gitmediğiniz sürece, bana göre, İtalya’da kötü yemek yemeniz zor. Bice’de bizim masaya bakan garson Carlo, İtalya’da doğmuş, ikinci kuşak, genç bir Nijeryalı idi. Gayet güzel İtalyanca ve İngilizce konuşan Carlo çok zeki, çok okuyan, meraklı, öte yandan köklerini de unutmamış birisi idi. Onunla sohbet etmekten zevk aldık. Yoğun göç alan tüm ülkelerde olduğu gibi, İtalya da son elli yılda etnik doku olarak çok değişti. Il Baretto, çok şık bir restorandı. Diğer masalarda çoğunlukla, şık İtalyan çiftler ve aileler vardı. Bir iki masadaki Amerikalılar da Avrupa kültürüne ve giyim kuşamına ayak uydurmuş görünüyorlardı. Ortam hoştu. Ancak burada, garsonların biraz abartılı bulduğum ilgisi oldukça bunaltıcı idi. Masamıza bakan bakmayan, her garsonun ikide birde gelip her şeyin yolunda olup olmadığını sorması bir süre sonra bizi sıkmaya başladı. Son gece gittiğimiz Valentino Vintage, 17. Yüzyıldan kalma bir sarayın giriş katında yer alıyordu. Adını aldığı Rodolfo Valentino’nun film afişleri ile süslenmiş duvarları, sütunları ve Belle Epoque dönemini anımsatan dekorasyonu ile pek hoş bir atmosferi vardı.

Bir opera sever olarak, Milano’ya gelip de La Scala’ya gitmemek olmazdı. Onu da bir sonraki yazımıza bırakalım…

Valentino Vintage

________________________________

Not (1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.

Not (2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.