Noel, bilindiği üzere, Hristiyanların Hz. İsa’nın doğumunu kutladıkları bayramdır. Hristiyan mezheplerin çoğu kutlamaları 24 Aralık veya 25 Aralık’ta yapar. Bazı mezheplerde kutlamalar 26 Aralık’ta da sürer. Katolikler ve Protestanlar dini törenlerini 24 Aralık günü yaparken, Ortodoksların bir bölümü 25 Aralık günü yaparlar. Ermeni ve Rus Ortodoksları ise, Jülyen takvimi gereği, Noel’i 6 Ocak’ta kutlarlar.
Esasen, Hz. İsa’nın doğum günü tam olarak bilinmemektedir. Bazı teologlar, belli kaynaklara dayanarak, aslında Ekim ayında doğmuş olması gerektiğini bile söylemişlerdir. 24/25 Aralık tarihinin kabulü, Hristiyan olan ilk Roma İmparatoru, I. Konstantin (M.S. 280-337) zamanında olmuş. Pagan Roma’da gün ışığının en az süreli, gecenin en uzun olduğu 21 Aralık gününden sonra, “güneşi tekrar çağırma” bayramı olarak kutlanan 24-25 Aralık günlerinin yerine Noel kutlamalarının konması, Hristiyanlık öncesinin bu adetinin unutturulup, bir anlamda, yeni inancın zaferini simgelemek için yapılmış. Tarih boyunca tapınakların yerine kilise, kiliselerin yerine cami yapılması da, yine aynı siyasi mesajı içermiş hep. Sadece takvim tarihi olarak değil, çam ağacı ve Noel Baba gibi Noel ile ilişkilendirilen simgeler de köken olarak, pagan adetlerin ve ticari amaçların birleşimi ile ortaya çıkmışlar.
Noel’in benim için anlamı ise, özlenen bir çocukluk dönemine duyulan nostaljidir… Ağacıyla, süsleriyle, ilahileriyle yaratılan neşe atmosferini sevmemdir… Bugünkü ben olmama pek çok yönden katkısı olan Yvette’i ve onunla çocukken geçirdiğim Noel’leri anmaktır… Noel zamanı, gece yarısı ayini için Yvette’in beni uyandırışını, soğuk ve karlı havada yürüyerek kiliseye gidişimizi hatırlamamdır…
İstanbul hiç şüphesiz, kadim olarak tanımlanan şehirlerin başında gelir. Bu sebeple, farklı dini inançların, kültür ve etnik kökenlilerin bir arada yaşıyor olması da doğal. Neredeyse altı yüz yıldan beri Müslümanların yönetiminde olsa da, diğer semavi dinlerin cemaatleri ve ibadethaneleri bu şehirde varlıklarını sürdürüyor. Dönem dönem gördükleri siyasi baskılar ve müdahaleler artsa da, talan ve göçe zorlamalarla sayıları azalsa da…
Bu yıl, 24 Aralık günü katıldığımız “İstanbul’da Noel” gezi turu ile hem İstanbul’da varlıklarından bile haberdar olmadığımız pek çok kiliseyi görme hem de Hristiyanlığın farklı mezheplerinin Noel kutlamalarını izleme fırsatımız oldu. On iki saat süren geziyi, daha önce çok başarılı bir Kadıköy- Moda turuna katıldığımız turizm şirketi düzenlemişti. Doğrusu, 160 kişinin katıldığı bu turu çok başarılı bir şekilde gerçekleştirdiler. Yaptıkları zaman düzenlemesi sonucunda, dörde ayırdıkları katılımcı grupları, Noel yemeği ve en sondaki gece yarısı ayini hariç, hiçbir zaman birbiriyle çakışmadı. Her grubun başındaki rehber, yardımcı personel ve şoför gayet uyumlu çalışarak, programın sorunsuz tamamlanmasını sağladı.
Tur kapsamında ilk gittiğimiz yer, Fener Rum Patrikhanesi ve Aya Yorgi Kilisesi oldu. Buraya, nerdeyse 20 yıl önce, bir pazar sabahı gitmiştim. Ancak, Pazar ayini yapıldığı için içeriyi tam anlamıyla gezememiştim. Bu sefer, öğleden sonra gittiğimiz için Pazar ayini bitmişti. Rum Ortodoksların Noel ayini 25 Aralık’ta yapıldığı için de cemaat yoktu. Daha çok, Müslümanlar tarafından da peygamber kabul edilen Hz. İsa’nın doğumu nedeniyle adak adamaya, mum yakmaya gelmiş, türbanlı veya başı açık Müslüman vatandaşlarımız vardı. Söz konusu olay, benim bu topraklara dair en çok sevdiğim şeylerden birisidir. Osmanlı döneminde daha çok olmak üzere, tepedeki yöneticiler ne politika güderlerse gütsünler, farklı inançlara sahip sıradan insanlarımız birbirlerinin dini figürlerine, bayramlarına ve ritüellerine saygı göstermiş, türbelerine, yatırlarına adak adamışlar. Birkaç yıl önce gittiğim İstanbul’daki Ayın Biri Kilisesi‘nde, papaz efendiden anahtar alıp, dilek dilemeye gelen kalabalık kadın topluluğu ağırlıklı olarak dindar, Müslüman kadınlardan oluşmuştu. Selçuk’taki Meryem Ana’nın evinde de durum farklı değildi.
Fener Rum Patrikhanesi, günümüzde bulunduğu yere 1602 yılında taşınmış. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden o tarihe kadar, Patrikhane birkaç kere yer değiştirmek zorunda kalmış. Bu mahalle aslen Bizans aristokrasisinin oturduğu bir mahalle imiş ve İstanbul düştükten sonra, Fatih’in ordusuna birkaç gün daha direnebilmiş. Patrikhane buraya gelmeden önce de burada, ahşaptan yapılma bir Aya Yorgi kilisesi varmış. Pek çok kere yeniden yapım, bakım ve onarımdan geçen Patrikhane günümüzdeki görüntüsüne 1800’lü yıllarda kavuşmuş. Yol seviyesinden bir merdivenle çıkılan Patrikhane avlusuna giren üç kapı bulunuyor. Ancak tam karşıda bulunan büyük kapı, 1821 yılından beri kapalı tutuluyor. Bunun sebebi, Patrik V. Grigorios ve üç metropolitin, Mora ayaklanmasını destekledikleri gerekçesi ile, Sultan II. Mahmut tarafından burada astırılmaları. Rivayet odur ki, bu olaydan sonra Patrikhane bu kapıyı, İstanbul tekrar bir Rum şehri olana kadar kapamaya karar vermiş.
Soldaki kapıdan girilen Patrikhane avlusunda, sol tarafta Aya Yorgi kilisesi, karşıda ve sağ tarafta ise Patrikhane’ye ait ofis ve rezidans binaları bulunuyor. Kilisenin kendisi, üç nefli (birbirinden sütunlarla ayrılmış üç bölümlü), bazilika tarzında bir yapı. Osmanlı yönetimi, Sultan II. Beyazıt’tan itibaren kiliselere kubbe yapımını yasakladığı için, Aya Yorgi’nin de kubbesi bulunmuyor. Söz konusu yasaklama 1890’lara kadar devam etmiş.
Bazilikanın içinde ilk göze çarpan, tam karşıdaki, ahşaptan yapılma ikonostasion oluyor. İkonostasion, Ortodoks kiliselerinde cemaatin bulunduğu bölüm ile, din görevlisinin dini töreni yaptığı bölümü birbirinden ayıran duvara verilen isim. Katolik ve Protestan kiliselerinde dini ayin cemaatin önünde yapıldığı için böyle bir duvar bulunmuyor. Aya Yorgi’nin ikonostasionu, 19. yy başlarında, ince bir işçilik ile yapılmış. Yapımında iki usta, kimi rivayete göre kırk, kimine göre on beş yıl çalışmışlar. Her halükarda, çok el emeği ve göz nuru ile yapılmış olduğu belli.
Bunun dışında Aya Yorgi kilisesinde, İstanbul’un çeşitli kiliselerinden buraya getirilmiş mozaik ikonalar, tarihleri 11 ve 12. yüzyıllara kadar giden ahşap ikonalar, İsa’nın gerildiği çarmıhın bir parçası olduğu iddia edilen bir ahşap sütun, bir tanesi gümüş olmak üzere, üç azizenin tabutları ve dini önem atfedilen çeşitli eşyalar bulunuyor.
Gittiğimiz ikinci kilise olan, Karaköy’deki Aya Panteleymon kilisesini ben, ilk olarak otuz sene önce görmüştüm. Henüz İstanbul içi turların yeni başladığı dönemde, Murat Belge götürmüştü oraya bizi. O zaman, pis, bakımsız ve izbe bir hanın tepesindeki bu küçük kilise bizi çok şaşırtmıştı. İçeri girdiğimizde Pazar ayininin henüz bitmiş olduğunu, havada hala buhurdanlardan yayılan dumanın ve tütsü kokusunun olduğunu hatırlıyorum yıllar öncesinden. Aradan geçen yıllar içinde binanın dışında fazla bir gelişme olmamış. Hatta, dış cepheden dökülen taşların yarattığı tehlike nedeniyle, ahşaptan bir sundurma inşa edilmiş. Ancak, binanın içi epeyce elden geçmiş, badana yapılmış. Öyle görünüyor ki, düzenli bir temizlik de yapılmaya başlanmış.
Aya Panteleymon, Karaköy’de bulunan apartman kiliselerden birisi. Yakınındaki benzer kiliseler Aya İlia ve Aya Andrea gibi, 1870’lerde Ruslar tarafından inşa edilmiş. Binalar, o dönemde Aynaroz veya Kudüs’e giden Rus hacıların konaklayabilmesi için yapılmış hanlar aslında. Kiliseler, hacıların konaklama sırasında dini vecibelerini yerine getirebilmeleri için binaların tepesine yapılmış. 1917 Ekim Devrimi ile Çarlık Rusya’nın yıkılmasından sonra İstanbul’a kaçan Beyaz Rusların bir bölümü de bu hanlarda kalmışlar. Bu kişilerin büyük bir kısmı daha sonra, Paris’e, Avrupa’nın diğer kentlerine ve Amerika’ya göç etmiş. Bir kısmı da Beyoğlu’na taşınmış. Günümüzde Aya Panteleymon’un cemaati hala bu Beyaz Rusların soyundan gelenlerden oluşuyor. Rus aksanıyla Türkçe konuşan kilisenin görevli kadınları da tip olarak ırklarının tüm özelliklerini taşıyorlar. Kızgın bir şekilde kadınların başlarını örtmelerini ve fotoğraf çekilmemesini söyleyen yaşlı görevli ise, sadece masmavi gözleri ve keskin yüz hatları ile değil, sert mizacı ile de Rus olduğunu belli ediyor…
Bir sonraki durağımız, Ermeni Katolik Patrikhanesi ve Surp Azvazazin Kilisesi idi. Yüksek duvarların arkasındaki Ermeni Katolik Patrikhanesi, bir zamanlar genelevleri ile ünlü Abanoz sokağın bir üst sokağında bulunuyor. 1960 devriminden sonra buralar temizlenmiş ve adı da Halas olarak değiştirilmiş.
Demir bir kapıdan girdiğimiz Patrikhanenin lacivert üniformalı, kravatlı görevlileri bizi çok sıcak bir şekilde karşıladılar ve buyur ettiler. Öteden beri sadece Gregoryen olduklarını düşündüğüm Ermeni yurttaşlarımızın, bir kısmının Katolik, bir kısmının da Protestan olduklarını bu gezi sırasında öğrendim. Aslen Gregoryen olan Ermeni yurttaşlarımızın bir kısmı, 16. yüzyılda bir yandan Fransız misyonerlerin etkisi ile, diğer yandan da, Kapitülasyonlar çerçevesinde Katolik Fransızlara tanınan imtiyazları görüp, kendilerinin de Katolikliğe geçmelerinin ticaret açısından iyi olacağını düşünmelerinden dolayı mezhep değiştirmişler. Daha sonra, bir kısım Ermeni de, bu sefer Amerikalı Protestan misyonerlerin etkisi ile, 19. yüzyılda Protestan olmuşlar.
Ermeni Katolik Patrikhanesi ve Surp Azvazazin kilisesinin bulunduğu geniş arazi, 1838 yılında zengin Bilezikciyan ailesi tarafından hibe edilmiş. 1863’e kadar burası Ruhban Okulu olarak kullanılmış. 1864 yılında padişahtan alınan bir ferman ve yine zengin bir aile olan Mısırlıyan’ların maddi desteği ile, okulun yerine Patrikhane ve kilise yapılmış. 1870 büyük Beyoğlu yangınında hasar görmüş ve daha sonra onarılmış.
Tek nefli, geniş bir kilise olan Surp Azvazazin kilisesi, ışıl ışıl kristal şamdanların altında ferah ve güzeldi. Altar kısmına çıkan basamakların sol tarafında, Noel için hazırlanmış ve mor ışıklarla süslenmiş bir İsa’nın doğum sahnesi canlandırması vardı.
Kilisenin sol duvarında, Fransa İmparatoru III. Napolyon’un eşi, İmparatoriçe Eugenie’nin hediye ettiği, goblen bir tablo asılı duruyor. Padişah Abdülaziz’in 1867 yılında Avrupa’ya yaptığı ziyaret sırasında tanıştığı İmparatoriçe Eugenie, iki yıl sonra, Süveş Kanalının açılışı için Mısır’a giderken altı gün İstanbul’da kalmış. İşte bu kalış sırasında İmparatoriçe, Surp Azvazazin kilisesini de ziyaret etmiş ve bu tabloyu hediye olarak getirmiş.
Balık Pazarı’ına epeydir gitmemiştim. Burası, Çiçek Pasajı’nın yanından inen Sahne sokağın üzerine sıralanmış dükkanlardan oluşuyor. Yan sokaklara da taşmış dükkanlar var. Bir zamanlar yılda birkaç kere gittiğim pazar, bu sefer epeyce değişmiş göründü bana. Bir kere, sanki balıkçılar ve sayıları en az onlar kadar olan baharatçılar oldukça azalmış. Onun yerine kalitesiz, sözde turistik, ıvır zıvır satan tezgahlar türemiş. Bir de, sokağın üstüne dükkan sahiplerinin gerdiği tenteler yok artık. Bunların kaldırılması konusunda esnaf ile belediyenin arasındaki tartışmalar haberlere epeyce yansımıştı. Ne yalan söyleyeyim, bu hali daha iyi olmuş. Eski hali bence son derece iç kapayıcı idi. Şimdi gökyüzünü görebiliyor olmak bana iyi geldi.
Balık Pazarı’nın aşağı yukarı ortalarında bulunan Ermeni Gregoryen Üç Horan Kilisesi daha önce hiç dikkatimi çekmemişti. Çiçek Pasajı tarafından aşağı doğru inerken sağ kolda olan kilisenin avlusuna yüksek, demir bir kapıdan giriliyor.
Üç Horan Kilisesi’nin yerinde 16. yüzyılın sonundan beri bir kilise olduğu tahmin ediliyor. Mimarı Garabet Balyan olan günümüzdeki kilise, 1838 yılında ibadete açılıyor. Ondan önce yapılan yapılar birkaç kere yangın geçiriyor. Kilisenin avlusunda bir okul ve ofisler de bulunuyor. Ayrıca, arka bahçede Surp (Aziz) Agop’un mezarını da görmek mümkün. Aslında, eskiden kilisenin arazisi çok daha büyükmüş. 1896 yılında şekerci aile Tokatlıyan’lar bir bölümünü satın alarak, bir zamanların meşhur Tokatlıyan Oteli’ni yapmışlar.
Cephesinin erken Rönesans dönemini andırdığı söylenen kilise, üç nefli, büyükçe bir kilise. Altara uzanan iki uzun duvarın üst kısmında, karşılıklı olarak on iki havarinin resimleri var. Onlara ilaveten, iki tane de Ermeni Gregoryenlere ait azizin resmi bulunuyor.
Gezinin bu noktasında tam, artık biraz dinlenmeyi hak ettiğimizi düşünürken, Beyoğlu’nun tarihi ve ünlü Pano Şaraphanesi’nde bir sıcak şarap molası verdik. Doğrusu, soğuk havada çok iyi gitti. Sıcak şarabı öteden beri severim. İçindeki çeşitli meyveler, tarçın ve karanfil ile birlikte kış mevsimine çok yakıştırdığım bir içkidir. Kış aylarında evde de yaparım. Dışarda genellikle ucuz markalarla yapılan sıcak şarabı Pano’da Sevilen şaraplarından yapmışlardı. Meyvesi, baharatları yerindeydi. Kuru kayısı ve grisini ile servis yaptıkları sıcak şarabı yudumlarken, bir yandan da keyifle etrafı inceledim. Günümüzde, açık ya da örtülü olarak bu tür yerlere uygulanan baskıları düşününce, insan buranın ayakta kalabilmesine hem şaşıyor hem de şükrediyor.
Tarihi Pano Şaraphanesi, 1898 yılında, Samatya’lı bir Rum olan Panayot Papadulos tarafından açılmış. Mürefte’den getirttiği şarapları mahzenindeki dev fıçılarda depolarmış. Pano’nun müdavimleri daima çok renkli insanlar olmuş. Kadın, erkek, zengin, fakir, herkesin gidip, kesesine göre şarap içtiği bir mekanmış. Günümüzde de o özelliği devam ediyor gibi… Kimi önündeki tek bir kadehle baş başa… Kimi eşi dostuyla, mükellef peynir ve meyve tabakları eşliğinde yudumluyor şarabını…
Sıcak şaraplarımızı içip, dinlendikten sonra , Pano’ya çok uzak olmayan, Parmakkapı’daki Keldani Katolik Kilisesi‘ne gittik. Rehberimizin verdiği bilgiye göre, Keldaniler de, Süryaniler gibi, Mezopotamya ve Asur uygarlığı kökenli bir toplulukmuş. Güney Mezopotamya’dan göç ederek, Irak’a yerleşmişler. Beşinci yüzyılda Nasturi tarikatını seçtikleri için aforoz edilmişler. 16. yüzyılda ise, Gregoryen Ermenilerin bir bölümü gibi, ticaret yapmak ve zengin olmak açısından avantajlı olacağını düşünerek, Katolik olmaya karar vermişler. Papa da bu taleplerini kabul etmiş.
Kilisenin kendisi oldukça ufak. Biz gittiğimizde burası da, altarın sol tarafına kurulmuş İsa’nın doğum tasviri ve çam ağacı ile birlikte, Noel için hazırdı.
Beyoğlu Aynalıçeşme Ermeni Protestan Kilisesi’ne vardığımızda hava kararmak üzereydi artık ve dışarıya ilahi sesleri geliyordu. O sırada kilisede İstanbul’daki İranlı Protestan göçmenlerin Noel ayini olduğunu söylediler. İçeri girer girmez, “Hoş gelmişsiniz, hoş gelmişsiniz” diyerek bizi sıcak bir şekilde karşılayan, kadınlı, erkekli görevliler, boş kalan yerlere oturmamızı da sağladılar. Noel için süslenmiş kilise doluydu. Takım elbise ve kravatlı erkekler, şık hanımlar ve çocuklar vardı. Bayramlık kıyafetleri ile altarın önüne dizilmiş çocuk korosu, öğretmenlerinin yönetiminde, neşe içinde Farsça Noel şarkıları söylüyorlardı. Bu benim için çok beklenmedik bir sürpriz oldu. Hayatımda ilk olarak, Farsça yapılan bir Noel konseri izledim. Doğrusu, İran’da Protestanların olduğundan bile haberdar değildim.
Programımız nedeniyle, konserin sonrasındaki ayine kalamadık. Ayrılırken de bizi yine, içten ve sıcak bir şekilde uğurladılar. Teşekkür edip, mutlu Noel’ler diledim. Kimi elimi sıktı, kimi iyilik dolu bakışlarla gözlerimin içine bakıp, koluma dokundu…
Beyoğlu Aynalıçeşme Ermeni Protestan Kilisesi, bitişiğindeki Alman Kilisesi gibi, 1840’ların başında yapılmaya başlanıyor ve 1846’da ibadete açılıyor. Yine rehberimizin söylediğine göre, “bozuk Gotik” tarzdaki yapının mimarı Stefan İzmirliyan. Kilise, 1907 yılında tekrar elden geçiriliyor.
Beyoğlu Saint Antoine kilisesi, her Noel’de olduğu gibi, tıklım tıklım doluydu. Belki cemaatten çok, diğer dinlerden meraklılar vardı etrafta. Bahçede ve içerde yapılmış ışıklı İsa’nın doğumu kompozisyonları ve Noel süsleri gerçekten çok güzel ve göz alıcıydı. İnsanlar, bu süslemelerin önünde fotoğraf çektirebilmek için birbirlerini yiyorlardı adeta.
İstanbul doğumlu, İtalyan mimar Giulio Mongeri’nin eseri olan Saint Antoine kilisesi 1912 yılında ibadete açılmış. Daha önce burada, zamanının ünlü Concordia gazinosu varmış. Büyüklüğü ve Noel’deki gece yarısı ayininin popülerliği nedeniyle, ben de pek çok insan gibi, Saint Antoine kilisesinin İstanbul’daki en önemli Katolik kilise olduğunu düşünürdüm hep. Oysa, bu gezide öğrendim ki, bu bilinirlik kilisenin biraz çok yol üstünde olmasından ve kapılarının her daim açık olmasından kaynaklanıyor. Vatikan açısından, İstanbul’un en önemli ibadethanesi Saint Antoine değil, katedral mertebesi verilmiş olan Saint Esprit imiş. Nitekim, 2014 yılında İstanbul’u ziyaret eden Papa Franciscus da, Saint Antoine’da değil, Elmadağ’daki Dame de Sion lisesinin avlusunda yer alan Saint Esprit katedralinde bir ayin yönetmiş. İstanbul’daki Vatikan Büyükelçiliği de, Saint Esprit katedralinin arkasındaki Papa Roncalli sokağında bulunuyor.
Gezimizin kapsamındaki Noel Yemeğinden önce, İstiklal Caddesi üzerinde bulunan Latin Katolik Santa Maria Draperis Kilisesi’ni ziyaret ettik. Burası, hemen cadde seviyesindeki demir parmaklıklı kapısından aşağı doğru inen merdivenleri ve uzaktan görünen, altın yaldızlı Meryem Ana mozaiği ile her zaman önünden geçtiğimiz bir kilise ama, daha önce içine hiç girmemiştim. Tek nefli bir bazilika tarzında yapılmış olan bu Fransisken kilise, bir çok yangın geçirdikten sonra, 1904 yılında Abdülhamit’in verdiği özel izin ile, günümüzdeki şekliyle ibadete açılmış. İstiklal Caddesi’ndeki giriş kapısının üstündeki plakette, Bizans İmparatoru olarak belirtilmiş Abdülhamit’in, dönemin Belediye Başkanı Rıdvan Paşa’nın ve mimar Semprini’nin isimlerini okumak mümkün. Kilisenin apsisindeki Meryem Ana tablosu 1678 yılındaki yangından kurtarılmış. Biz kiliseden ayrılırken, gece yarısı Noel ayininden önce yapılacak konser için prova yapılıyordu.
Noel Yemeği olarak planlanmış akşam yemeğimizi, Boğaz, Anadolu yakası ve Haliç’e nazır şahane manzaralı Mükellef’te yedik. Şef Arda Türkmen’e ait olan Karaköy’deki bu restorana, ilk olarak birkaç hafta önce gitmiştim. Ama bu sefer, Yılbaşı ağacı ve masa süsleri ile bambaşka bir atmosferi vardı. Menüde Noel ile ilişkilendirebildiğim tabaklar sadece fırınlanmış hindi, kestaneli iç pilav ve elmalı strudel olsa da, yediğimiz her şey çok lezizdi.
Yemekte iki saat kadar vakit geçirip, biraz da dinlendikten sonra, günün son durağı olan Elmadağ’daki Saint Esprit Katedrali’ne doğru, otobüs ile yola çıktık. Buraya, Noel konseri ve gece yarısında yapılan Noel ayinini izlemek için gittik. Ama ondan önce, bizim için özel olarak açılan, katedralin kript’ni (bodrum katını) ziyaret ettik…
1846 yılında ibadete açılan Saint Esprit, o dönem Papa’nın temsilcisi olan Monsenyör Hillereau tarafından, ünlü mimar Fossati’ye yaptırılmış. 1876 yılında Vatikan tarafından “Katedral” vasfı verilmiş. Barok tarzda, üç nefli bazilika görünümünde olan katedrale giriş, Notre Dame de Sion Lisesi’nin kapısından yapılıyor. Avluda, sol tarafta, Papa XV. Benedictus’un büyük bir mermer heykeli var.
Katedral inşa edilirken, bodrumda yer alan kript’te bir yeraltı mezarlığı da yapılmış. 1927 yılına kadar definlerin devam ettiği söylenen bu mezarlıkta, buranın kurucusu Monsenyör Hillereau başta olmak üzere, cemaatten tanınmış ailelerin mezarları bulunuyor. Bu mezarların içinde, benim gün boyu merak ettiğim mezar ise, II. Mahmut tarafından 1828 yılında, Muzika-yı Hümayun bünyesindeki Osmanlı bandolarının başına eğitmen olarak getirilen Donizetti Paşa’nınki idi.
Ünlü İtalyan opera bestecisi Gaetano Donizetti’nin ağabeyi olan (Giuseppe) Donizetti Paşa, 1856’da ölene kadar, 28 yıl Osmanlı Sarayında müzisyen olarak hizmette bulunmuş. Saint Esprit katedralinin bodrumundaki kabrinde sadece kendisi değil, torunları da dahil olmak üzere, diğer aile fertleri de yatıyor.
Saint Esprit Katedrali’nde önce, org ve koro ile bir Noel konseri verildi. İlahiler ve Noel şarkıları söylendi. Ardından, gece yarısı başlayan Noel ayini için, Papa’nın İstanbul’daki temsilcisi, Meksika’lı Monsenyör Gonzalez, mumlar taşıyan papazların ortasında, elinde küçük İsa’nın bir heykeli ile birlikte salona girdi.
Töreni bir süre izledik ama, en sondaki komünyon bölümüne kadar kalmadık. On iki saatin sonunda epeyce yorulmuştuk artık. Katedralin avlusundan caddeye çıktığımızda, yanan ışıldakları ile kapıda bekleyen polis arabaları ve polisler hala oradaydılar. Çok kısa bir an, karşılıklı bakıştık…
Gün çok uzun olmuştu ama, yeni şeyler görmenin ve öğrenmenin keyfi ile geçmişti. Bir kez daha, İstanbul’un ne mucizevi bir şehir olduğunu, keşfedilecek daha ne çok yeri ve hikayesi olduğunu düşündüm…