Gezmekle Bitmeyecek Bir Güzel İlimiz: Çanakkale (1)

Çanakkale içinde aynalı çarşı

Ana ben gidiyom düşmana karşı, off, gençliğim eyvah!

…………………

Çanakkale içinde vurdular beni

Ölmeden mezara koydular beni, off, gençliğim eyvah!

Türkünün tamamını bilmesek de, hepimiz en azından bu mısraları biliriz. Hiç gitmemiş, görmemiş olsak da, Çanakkale denince içimiz bir başka sızlar…

107 yıl önce yapılan o insanüstü savunma ve dünyanın o zamanki süper güçlerine karşı verilen destansı mücadeleyi duygulanmadan aklından geçirenimiz var mıdır, bilmiyorum. Gidip görmeden bu ifadeler insana basma kalıp gelebilir. Ya da Çanakkale Savaşları herhangi bir savaş olarak görülebilir. Çanakkale’nin önemini gerçekten kavramak için gitmeli, gezmeli. Ancak, Çanakkale sadece 1915 nedeniyle görülmesi gereken bir ilimiz değil. Tarih öncesi çağlardan beri insanlara yurt olmuş bu ilimizde, çok farklı temalar izleyerek, kendinize farklı rotalar ve geziler yaratabilirsiniz. Böyle olunca, bir kere değil, sayısız kere gidip yeni keşifler yapabileceğiniz bir ilimiz Çanakkale.

Nisan ayının son haftasında, dört günlüğüne uzun zamandan beri gitmek istediğimiz Çanakkale’ye gittik. Bu birkaç gün içinde, antik dönem, Osmanlı’nın ilk zamanları ve Çanakkale Savaşları ile ilgili sayısız yer gördük. Gayet disiplinli bir şekilde, sabah 7:30’da kalkarak gezdiğimiz halde, isteyip de gidemediğimiz pek çok yer kaldı. Bozcaada ve Gökçeada‘ya daha önce gitmiştik. (İlgili yazılarıma erişim için linklere tıklayabilirsiniz).

Çanakkale gezimizi, yol üstünde giderken gördüğümüz yerlerden başlayarak anlatmak istiyorum. Ancak, yazının çok uzun olmaması için birkaç bölüm halinde yayınlayacağım. Gezi planınızın bu yazıların sırasına göre olması gerekmiyor. Nitekim, benim yazılarımın sıralaması da gün olarak bizim izlediğimiz programa birebir uymuyor. Ancak, geriye baktığımda, Çanakkale’ye hiç gitmemiş veya az bir bölümünü görmüş okuyucularım açısından bu sıralamanın daha uygun olacağını düşünüyorum.

Yol boyunca gelincikler ve kır çiçekleri…

Pazartesi sabahı saat 9’da İstanbul’dan yola çıktığımızda, bir süre için hafta başı trafik yoğunluğuna denk geleceğimizi biliyorduk. Yine de, keseye zarar ama zaman açısından elverişli, Avrasya Tüneli sayesinde oldukça çabuk bir şekilde karşıya geçtik. Şehirden çıkıp Tekirdağ‘a doğru giderken doğa çok güzeldi. Bilirsiniz, bu aylarda ülkemizde doğa uyanır ve etraf inanılmaz güzel olur. Yol boyunca, bu ekonomik şartlara rağmen, ekilmiş yemyeşil tarlalar, yol kenarlarında gelincikler, papatyalar, sarı kır çiçekleri, bir de aralarda son yıllarda Trakya‘da çok ekilen kanolanın çiçekleriyle sarıya boyanmış tarlalar vardı. Çevreme bakmaya doyamadım. Çok güzeldi.

Kanola ekilmiş tarlalar

Biz aslında bu yolculukta daha çok sahilden gitmek niyetindeydik. Paralı yola göre sadece yarım saatlik bir fark olacaktı. Zaman açısından bir kısıtımız olmadığı için kıyıdan keyifle gideriz diye düşünmüştük. Silivri‘den itibaren Marmara Ereğlisi‘ne inecek ve oradan Şarköy‘e kadar deniz kenarından devam edecektik. Ancak, navigasyon türlü numaralarla bizi yukardan giden paralı yola soktu. Yılmadık. Sonunda, Muratlı üzerinden Tekirdağ’a inerek, kıyıya ulaştık. Bir süre için bir hayal kırıklığı yaşamadım desem yalan olur. Özellikle Kumbağ yerleşim olarak, çirkin yapılarla dolu, son derece sevimsiz bir yerdi. Zevksizlik içimi kararttı. Ancak, Kumbağ’dan sonra ormanlar başladı. Yapılaşma faciaları son buldu. Aşağıda masmavi deniz, yukarda yemyeşil ormanlar. Doğa çok güzeldi buralarda.

Çayınızı yudumlayın ve manzaranın tadını çıkarın

Yeniköy‘den geçtikten sonra, dağda virajlı yollardan gittik. Bir virajı dönerken, yol kenarında, denize tepeden bakan bir noktada ufak bir işletme gördük. Tabelasında “Gözleme, Köfte, Ayran, Çay” olduğu yazıyordu. Mola için durduk. Kenardaki uzun tahta masalardan birinde bir çift daha vardı. Aşağıda vahşi güzellikte bir manzara. Etrafta hiç çirkin bir bina yok. Ufak bir alana üzüm dikilmiş. Tavuklar, köpekler dolaşıyor. Sonradan buranın sahibi olduğunu öğrendiğimiz aydınlık yüzlü, genç adam kibar bir şekilde hizmet verdi. Sanıyorum, rahatsızlık vermemek adına, başlarda mesafeli idi. Daha sonra, ayran eşliğinde gözlemelerimizi yerken, sohbeti ilerlettik. 18 Mart Üniversitesi, Turizm Bölümü mezunuymuş. Belli başlı turistik şehirlerimizde çalıştıktan ve sonra birkaç yer de işlettikten sonra, köyüne dönmeye karar vermiş. Halinden çok memnun ve huzurlu görünüyordu. Buranın epeyce esintili olduğunu söylediğimde, bulunduğumuz noktadan görünmeyen, aşağıdaki köylerinin adının zaten bu nedenle Uçmakdere olduğunu söyledi. Yörede yamaç paraşütü çok yapılıyormuş. Burası eskiden bir Rum köyü imiş. Mübadele ile bütün köy boşalmış. Buna karşılık, Yunanistan’dan gelenler de buraya yerleştirilmişler. Rumlar zamanında bağcılık ve şarapçılık çok ileri imiş. Daha sonra, Müslüman halk da bağcılığı devam ettirmiş. Ta ki, Tekel’in şarap fabrikası kapatılana kadar. Şimdi bağcılık iyice azalmış. Doğanın neredeyse el değmemiş olması dikkatimi çekmişti. Buralar doğal tabiat parkı olarak koruma altındaymış. Dilerim, koruma devam eder. Sohbet nedeniyle düşündüğümüzden uzun süren molanın bitiminde, yolumuzun üstündeki köyün içinden de geçtik. Sakin ve güzel bir köydü. Civarda yamaç paraşütü okulu ve uzaktan bungalow’larını gördüğüm güzel bir işletme vardı.

Şarköy’den sonra, sahilden ayrılıp yukarı çıktık. Bir sonraki durağımızın, Çanakkale’nin Gelibolu ilçesine bağlı, Bolayır olmasına karar vermiştik. Bunun birkaç sebebi vardı. İlki, Bolayır’da bulunan, Orhan Gazi‘nin oğlu, Gazi Süleyman Paşa‘nın ve aynı yerde gömülü olan Namık Kemal‘in kabirlerini ziyaret etmekti. İkincisi, yakındaki Çimpe Kalesi‘ni görmekti. Lisede, tarih dersinde Gazi Süleyman Paşa (1316-1357) ve onun Rumeli’ye ayak basan ilk Osmanlı komutanı olması konusunun işlenmesini çok net hatırlıyorum. Bu tarih çoğunlukla 1352 olarak verilse de, bazı kaynaklar onun 1349 yılında da Rumeli’ye geçtiğini yazıyorlar. Buna göre, annesi Bizans Prensesi Nilüfer Hatun olan Gazi Süleyman Paşa, dedesi Bizans İmparatoru Kantakuzenos‘a (VI. Ioannes) (1292-1383) yardım etmek için 1349 yılında Sırplara karşı savaşmış ve Selanik‘i onlardan geri alarak Bizanslılara vermiş. 1352 yılında ise, Bizanslılar adına bu sefer Bulgarları Dimetoka‘da yenmiş. Söylendiğine göre, bu harekatı sırasında, dedesi Kantakuzenos kendisine Çimpe Kalesi’ni vermiş. Bundan sonra Gazi Süleyman Paşa kendisine Bolayır’ı üs olarak belirlemiş ve Osmanlı Devleti’nin Rumeli’de kalıcı olmasının adımlarını atmış. Anadolu’dan bazı Türkmen aileleri buralara getirilerek yerleştirilmiş. Gelibolu Yarımadası’ndaki fetihleri birbirini izlemiş.

Gazi Süleyman Paşa‘nın türbesi

Gazi Süleyman Paşa’nın türbesi Bolayır’da güzel yeşillik bir alanda bulunuyor. Yüksek ağaçlar ve çimenlerle park gibi bir yer. Kapıda, ilçe yönetiminin iyi niyetle Türkçe ve İngilizce olarak hazırlattığı Bolayır, Osmanlıların Rumeli’ye geçişleri ve Gazi Süleyman Paşa hakkında oldukça ayrıntılı bir açıklama panosu var. İyi niyetle diyorum çünkü, epeyce emek verilmiş olan çalışma maalesef cümle düşüklüklükleri ve ifade bozuklukları ile dolu. Yine de takdir ediyorum. İçeride, birilerinin aklına estiği için yapıldığı ama daha sonra hiç bakılmadığı belli olan havuz-çeşme-şadırvan karışımı bir yapı var. Tepesinden solmuş bir Türk bayrağı sarkıtılmış. Tüm bunlar ilk anda gözüme çarpanlar. Girişte bir de Namık Kemal büstü var.

Türbenin içi

Uzakta sol tarafta görünen türbeye doğru yürürken tüm bunları geride bıraktık. Uzun selvilerin arasında hoş bir esinti ve sessizlik vardı. Ağaçların arasından tepenin aşağısında uzanan ova ve ekili tarlalar görünüyordu. Rumeli fatihi olarak bilinen Gazi Süleyman Paşa, Bolayır dolaylarında avlanırken attan düşerek ölmüş. Sağlığında, Veliaht Şehzade olarak, 1337-1338 yıllarında Bursa-Yenişehir’de yaptırdığı Süleyman Paşa Külliyesi’nde kendine bir de türbe inşa ettirmiş. Ancak, daha sonra ettiği vasiyet üzerine, Bolayır’a gömülmüş. Orhan Gazi öldüğü zaman yerine, Süleyman Paşa’nın fetihlerinde yanında götürdüğü kardeşi I. Murat padişah olmuş. Gazi Süleyman Paşa’nın türbesinin gerek dışı gerekse içi son derece sade. İçeride Paşa ile birlikte, Lalası (hocası) ve kazada bindiği atı da gömülü.

Namık Kemal (1840-1888)

Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamit dönemlerinde bir anayasa hazırlanması ve parlamenter bir yönetime geçilmesi için mücadele veren, Genç Osmanlılar‘ın kurucularından, yazar, şair, gazeteci ve devlet adamı Namık Kemal’in (1840-1888) mezarı türbenin hemen önünde bulunuyor. Muhalif olması sebebiyle Londra ve Paris’te sürgün hayatı yaşamış olan Namık Kemal, yurda döndükten sonra da Kıbrıs, Rodos, Midilli gibi yerlere sürgün edilmiş. Ancak, bu yerlere aynı zamanda mutasarrıf olarak, devlet adamı kimliği ile gönderilmiş. (Mutasarrıf, Osmanlı döneminde, vilayetlerden sonra gelen sancak yönetimlerinin en üst yöneticisi oluyor). Buralarda pek çok yerel soruna çözüm bulmuş. Gelibolu’da mutasarrıf iken, ölünce Gazi Süleyman Paşa’nın yanına gömülmeyi vasiyet etmiş. 2 Aralık 1888 tarihinde, yine mutasarrıflık yaptığı Sakız Adası’nda vefat edince, oradaki bir caminin haziresine gömülmüş. Daha sonra, vasiyetini bilen arkadaşı Ebüziyya Tevfik‘in konuyu Sultan II. Abdülhamit’e iletmesi üzerine, naaşı Bolayır’a getirilmiş. Padişah, Gazi Süleyman Paşa’nın türbesinin yanına, çizimlerini Tevfik Fikret‘in yaptığı bir türbe yaptırmış. Bu türbe, 1912 yılında olan Mürefte-Şarköy depreminde hasar görmüş. Günümüzde Namıl Kemal, mermer kaplı bir mezarda yatıyor.

Namık Kemal’in mezarı

Çimpe kalesi olarak belirtilen yer, buradan çok uzakta değil. Araba ile birkaç dakika diyebilirim. Ancak, kalenin dibinde herhangi bir tabela olmadığı için neredeyse geçiyorduk. Ana yoldan sapılan kısa bir toprak yoldan sonra, kale olarak adlandırılan yere vardık. Etraf oldukça bakımsız görünüyordu ama yapı çok ilginçti. Bir Orta Çağ kalesinden çok, yanyana, bir dizi korugana benziyordu. İçlerine girilebiliyordu. Bazılarına girdik. İçerde ocaklar ve pencereler vardı. Belirttiğim gibi, bir kaleden çok, daha sonra Gelibolu Yarımadası‘nda göreceğimiz tabyalara benziyordu. Bu konu kafama takıldı. Döndükten sonra internette, Adnan Menderes Üniversitesi’nden Dr. Osman Ülkü’nün bir makalesine ulaştım: “Tartışmalı Bir Yapı Olarak Bolayır Merkez Tabyası”. Bu bilimsel makalede, Çimpe Kalesi’nin yerinin tam olarak bilinmediği ve tartışmalı olduğu belirtilerek, bizim gittiğimiz yerin Bolayır Kaymakamlığı ve Belediyesi tarafından yanlış bir şekilde söz konusu kale imiş gibi lanse edilerek burada Gelibolu’nun fethi anısına tören ve kutlamalar yapıldığı yazıyordu. Oysa burası, aslında II. Abdülhamit döneminde yapılan Bolayır Merkez Tabyası imiş. Osmanlı döneminde tabyalar ilk olarak, 1853-1856 Kırım Savaşı öncesinde, Rus saldırılarına karşı yapılmaya başlanmış. 1885 yılından sonra, Bulgarların güçlenmesi üzerine, Sultan II. Abdülhamit’in emriyle hem batıda Bulgarlara karşı Bolayır’daki gibi hem de doğuda Ruslara karşı yeni tabyalar yapılmış. Belki de, yol tabelaları bu bilgilerin ışığında sonradan kaldırılmışlardı.

Yıllarca Çimpe Kalesi olarak bilinen Bolayır Merkez Tabyası ve koruganlardan birinin içi

Bolayır’dan Gelibolu’ya oldukça bozuk bir toprak yoldan geldik. Geri dönüp doğru dürüst ana yoldan da gelmek mümkündü ama, yine navigasyonun azizliğine uğradık diyebilirim. Bu uygulamaların hayatı inanılmaz kolaylaştırırken bazen de insanı yanlış yönlendirdiğini bilen bilir elbet. İlk bakışta Gelibolu’nun yerleşim yeri olarak çok düzenli ve temiz olduğunu gözlemledim. Belediyesi iyi çalışıyor demek. Bir önceki gün, 25 Nisan Anzak Günü idi. Bu nedenle etrafta Anzak torunları göze çarpıyordu. 25 Nisan 1915 günü şafak vakti Anzak Koyu’na çıkan atalarını anmak için iki senedir pandemi nedeniyle gelemeyen Avusturalyalı ve Yeni Zelandalılar, bu sene 300 kişilik bir grup olarak gelmişler. Bu sayı, normalde her yıl gelen binlerce kişilik gruplara göre oldukça düşük. O tarihi günde karaya çıkan 16.000 Anzak askerinin büyük çoğunluğu için bu hayatlarındaki ilk savaş deneyimi imiş. Akşama kadar bu askerlerin 2.000 tanesi ya yaralanmış ya da ölmüş. Bir önceki gün Şafak Ayini’ne katılan Anzak torunları arasında çok genç olanlar ve çocuklar da vardı. Bunlar artık Gelibolu’da savaşan Anzakların 4. kuşak torunları olmalıydı. Çanakkale’de kaldığımız günlerde savaş alanlarını ve müzeleri gezerken onlarla sık sık karşılaştık. Bazıları rehberler eşliğinde geziyorlardı. Çok değişik duygular içinde olduklarını tahmin edebiliyordum. Başlarda sadece Gelibolu’da ölen Anzakları anma günü iken, günümüzde 25 Nisan tüm dünyadaki çeşitli savaşlarda ölen Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerleri anmak için kutlanıyor.

Tabyanın etrafında bir hendek yapılmış

1856 yılından beri Çanakkale Boğazı’ndan geçen gemilere yol gösteren Gelibolu Deniz Feneri‘nin yer aldığı çevre, Fener Parkı olarak biliniyor. Parkta ilgi odağı olan bir türbe ve bir namazgah bulunuyor. Bayraklı Baba Türbesi olarak adı geçen tarihi türbenin üstünde bir tane büyük Türk bayrağı var. Onun dışında, türbenin her bir yanı buraya gelenlerin adak olarak astığı çeşitli boylarda bayraklarla kaplı. Bayrakların arasından içeri girdiğiniz zaman, aslında türbe olarak anılan mekanın üstünün açık olduğunu ve içeride mermer bir mezar bulunduğunu anlıyorsunuz. Tepedeki büyük bayrak, yukarıdan bakılınca insana buranın kapalı bir türbe olduğu izlenimini veriyor. Türkiye’nin en fazla ziyaret edilen türbeleri arasında olduğu belirtilen Bayraklı Baba’nın elbette bir hikayesi de var.

Gelibolu Fener Parkı’nın içindeki Bayraklı Baba Türbesi

Asıl adı Karacabey olan Bayraklı Baba, Yıldırım Beyazıt döneminde (1389-1402) Osmanlı ordusunda sancaktar olarak görev yapıyormuş. Ankara Savaşı yenilgisinden sonraki dönemde I. Beyazıt’ın oğullarından Süleyman Çelebi‘nin ordusunda yer almış. Söylenceye göre, 1410 yılında Bizanslılarla savaşılırken, etrafının sarıldığını ve esir düşeceğini anlayınca sancağı, düşmana teslim etmemek için, küçük parçalara bölmüş ve yutmuş. Ancak, bir süre sonra savaşın seyri değişmiş ve Karacabey, arkadaşları ile birlikte, kurtulmuş. Komutanı sancağı ne yaptığını sorunca, yuttuğunu söylemiş ancak inandıramamış. İspatlamak için, midesini kendi eliyle yarmış ve bayrağı göstermiş. Ölmeden önce, “Benim yerim burasıdır. Beni buraya gömün ve üzerimi bayraksız bırakmayın”, diye vasiyet etmiş. O zamandan beri mezarı bayraksız kalmamış. her türlü dilek için insanlar buraya akın etmişler. Sizin de öyle bir isteğiniz olursa, yanınızda bayrak yok diye hiç üzülmeyin. Yakındaki bir dükkanda her boy bayrak satılıyor.

Azebler Namazgâhı

Namazgâh, açık havada namaz kılmak için düzenlenmiş bir ibadet mekanı demek oluyor. Ben, ilk olarak bir namazgâhı İstanbul’da, Anadolu Hisarı’nda görmüştüm. Oradaki biraz bakımsız durumdaydı. Her tarafını otlar bürümüştü. Belki şu sıralar süren restorasyon sonrası bir düzenleme yapılır. Gelibolu’daki namazgâhın bir restorasyon gördüğü anlaşılıyor. Ne kadar başarılı olduğu tartışılır. Orijinal olarak geriye çok az şeyin kaldığı anlaşılan yapı, bembeyaz mermerlerle donatılmış. Azaplar veya Azebler Namazgâhı olarak da bilinen söz konusu ibadet yeri, 1407 yılında Hacı Paşaoğlu İskender Bey tarafından yaptırılmış. Denize sefere çıkacak deniz tüfekçi erleri, yani Azaplar, burada toplu namaz kılarlarmış. Azap (Azeb) bekar erkek anlamına geliyormuş. İstanbul’da, Haliç kıyısındaki Azapkapı’yı anımsarsınız. Orası da adını yakındaki, bekar erkeklerden oluşan, denizci erler kışlasından alıyormuş.

Gelibolu Kalesi
Kale ilk olarak Bizanslılar tarafından yapılmış.
Daha sonra, Osmanlılar döneminde onarılmış.
Gelibolu’da Zafer Peynir Helvacısı
Çanakkale’nin geleneksel peynir tatlısı.
Fırınlanmış veya normal haliyle yiyebilirsiniz.

Gelibolu’da, Çanakkale’ye özgü peynir tatlısını tatmak üzere, çoğu kişi tarafından övülen Zafer Peynir Helvacısı‘na da gittik. 2020 yılında, Eceabat’taki Porta Caeli Bağcılık ve Otel‘inde Çanakkale’nin peynir tatlısından ilham alınarak yapılmış nefis bir tatlı yemiştik. Şimdi geleneksel olanını tadınca onun, üzerinde bayağı çalışılıp modernleştirilmiş bir çeşitleme olduğunu anladım. Geleneksel Çanakkale peynir tatlısı, çayla bile benim için biraz fazla şekerli idi. Fırınlanmış olanı daha hoşuma gitti. Yine de tatmaya değer kanımca.

Kilitbahir Kalesi

Gelibolu’dan Çanakkale merkezine Kilitbahir’den geçmeye karar vermiştik. Burası Çanakkale’ye bağlı bir köy aslında. Sahildeki Kilitbahir Kale Müzesi görülmeye değer. Biz, 2020 yılında gezmiştik. Kilitbahir (Kilîdü’l-bahr) Kalesi ile karşı kıyıdaki Çimenlik Kale‘si (Kala-i Sultaniyye), İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından, İstanbul’un olası saldırılara karşı savunulması için yaptırılmış iki kale. Fatih, fetih sırasında Bizanslıların, Avrupa devletlerinin gönderecekleri yardımların Çanakkale Boğazı üzerinden gelmesini beklediklerini fark etmiş. Bunun sonucunda, daha sonra aldığı İstanbul’un savunmasının da buradan başlaması gerektiğine karar vermiş. Her iki kale de, Çanakkele Boğazı’nın en dar yerinde, 1462-1463 yıllarında yapılmış. Kilitbahir (yani Deniz Kilidi) Kalesi yapı olarak iki kısımdan meydana geliyor. Üç yapraklı bir yonca biçimindeki iç kale oldukça heybetli ve etkileyici. Dış kale olan kısımın etrafında eskiden bir hendek varmış. Kale 1541 yılında, Kanuni Sultan Süleyman tarafından elden geçirilmiş ve Sarı Kule olarak adlandırılan bir kule eklenmiş. Kalenin deniz tarafındaki dış duvarlarının bazı bölümleri günümüze ulaşmamış. 1666 yılında, Sabetaycıların lideri Sabetay Sevi, Sultan IV. Mehmet (1642-1693) tarafından birkaç ay için Kilitbahir Kalesi’ne kapatılmış. Ancak faaliyetlerine burada da devam etmesi ve kendisini görmeye gelen müritlerinin sayısının giderek artması nedeniyle, yargılanmak üzere, Edirne‘ye götürülmüş. Bilindiği gibi, buradaki yargılamanın sonunda, kendisine Müslümanlık ya da ölüm arasında bir seçim yapması emredilmiş. Bu oldukça uzun ve çetrefilli konu bu yazının konusu değil elbet.

Kilitbahir Kalesi

Çanakkale’ye geçmemiz ve feribot iskelesine çok yakın olan otelimize yerleşmemiz akşam saat 8’i buldu. Epeyce uzun ve yorucu bir gün olmuştu. Sanırım burası, Çanakkale ile ilgili yazılarımın ilki için de noktayı koymak için doğru bir yer. Devamı gelecek…

Namazgâh Tabyası
Kilitbahir Kalesi’nin yakınındaki bu tabyanın, Çanakkale Boğazı’nın en dar yerinde yapılan ilk tabya olduğu belirtiliyor.