Sicilya’ya gidip de, Palermo‘yu görmemek olmaz diye düşünüyorum. Kaotik bir trafik var. İs pas içinde ve kimi yerleri çöp yığınları ile dolu. Kabul. Ama bence, Sicilya’yı gerçekten anlamak için Palermo’yu görmek gerek. Tüm o olumsuzlukların ve ara sokaklarda daha da belirgin bir şekilde yüzünüze çarpan fakirliğin yanında, bir zamanlar Akdeniz bölgesinin en ihtişamlı şehirlerinden birisi olduğunu da hissedebiliyorsunuz. Palermo’nun dışında Messina ve Catania‘yı da gördükten sonra, Sicilya’da büyük şehirlerin, Cefalù, Taormina, Siracusa, gibi daha küçük şehirlere göre daha bakımsız ve tarihi eserlerinin daha yenilenmeye muhtaç olduğunu fark ettim. Bunun nedeni, basit bir ölçek sorunu olabilir. Daha büyük şehirleri bakımlı bir hale getirmek daha büyük kaynakları gerektirebilir.
Sicilya’nın başkenti Palermo’yu, adayı fethetmiş çeşitli milletlerin içinde eridiği bir pota olarak düşünebilirsiniz. Burada Latin, Bizans ve Arap kültürleri birbirlerinden etkilenerek, iç içe ve birlikte evrilmişler. Örneğin, Arapların döneminde şehir muhteşem sarayları ve camileri ile Bağdat ve Cordoba kadar ünlüymüş. 9. ve 11. yüzyıllar arasındaki bu dönemde şehir liman bölgesine doğru genişlemiş. Şehri daha sonra ele geçiren Normanlar, Cermen Hohenstaufen hanedanı ve İspanyol Bourbonlar da, hepsi sanat eserleri bırakmışlar. Palermo’nun tarihi bu kadarla da sınırlı değil elbet. Birinci yazımda Palermo’da Fenikelilerin varlığından da söz etmiştim. Okumamış olanlara önce bu yazımı okumalarını öneririm. Erişim için linke tıklayabilirsiniz.
Palermo’nun en eski bölgesinin, Palazzo dei Normanni (Norman Sarayı) ve Palermo Katedrali‘nin arasındaki bölge olduğu belirtiliyor. Şehirde ayrıca, 6. yüzyıldan itibaren önemli bir Yahudi cemaati de varmış. Bazı dönemlerde giysilerine Yahudi olduklarını belli eden semboller takmaları şartı koşulsa da, Müslüman ve Hristiyanlarla yan yana yaşamışlar. Genel olarak ticaret, dokumacılık ve tekstil boyama işi ile uğraşan Yahudilere bazı imtiyazlar da tanınmış. Örneğin Kral II. Ruggero (1095-1154), pek çok imtiyazın yanında, ipek üretimi ve dokuması alanında Yahudilere tekel olma hakkını vermiş. Palermo’daki Yahudi varlığı, İspanya‘da olduğu gibi, 1492 yılındaki büyük sürgün ile sona ermiş. Bu dönemde sadece Palermo’dan 5000 kadar Yahudi’nin sürgün edildiği düşünülüyor. (Osmanlı Tahrir Defterleri’nde Osmanlı topraklarına kabul edilen Safarad Yahudilerinin geldikleri ülkelere ve hane sayısına göre dökümleri yer almaktadır. Bu defterlerden Edirne ile ilgili yazımda söz etmiştim. Örneğin bu defterlerden I. Ahmet (1590-1617) döneminde tutulan bir tanesine göre, Edirne’de o tarihte Sicilya kökenli 47 hane olduğu kayıtlara geçirilmiş). Sinagogların bir kısmı yıkılmış, bir kısmı ise kiliseye çevrilmiş. O nedenle, Via Maqueda ile Via Roma arasindaki bölge olarak tanımlanan Yahudi Mahallesi‘nde günümüzde Yahudi cemaatinden bir ize rastlamak zor. Bir tek, bazı sokak tabelalarında sokak isimlerinin Arap harfleri ile yazımlarının yanında, İbrani harfleri ile de yazılı olduklarını görüyorsunuz.
Palermo’dan söz ederken, bana sıkça sorulan bir soruyu da yanıtlamak istiyorum. Soru, güvenlikle ilgili. Sadece adada bir zamanlar Mafia‘nın merkezi sayılan Palermo için değil, gideceğimizi duyan birçok kişi bize Sicilya ile ilgili genel güvenlik endişelerini de belli etmişlerdi. Bu konuda, kendi deneyimimize dayanarak, şunu belirtmek istiyorum; biz bu açıdan hiç bir olumsuzlukla karşılaşmadık ve herhangi bir olay yaşamadık. Bu demek değildir ki, dikkatli olmanız gerekmiyor. Palermo’da da, adanın diğer yerlerinde de, dünya genelinde gezerken ne kadar dikkatli olmanız gerekiyorsa, o kadar dikkatli olmalısınız. Nasıl ki, İstanbul‘a gelip de Beyoğlu‘nun arka sokaklarında başına olmadık işler gelen yabancılar, hatta kendi vatandaşlarımız oluyorsa, Sicilya’da da buna benzer şeyler yaşayanlar oluyordur. Yankesiciler ise, dünyanın her yerinde varlar. Yukarıda belirtiğim gibi, ana caddelere kısacık bir mesafede inanması zor bir sefalet ve fakirlikle karşılaşabiliyorsunuz. Bir de civardaki yıkıntı binalar bu tabloyu daha da ürkütücü yapabiliyor. Biz birkaç yeri ararken böylesi sokaklardan geçtik ama neyse ki, bir olumsuzluk yaşamadık. Bu arada, Corso Vittorio Emanuele gibi bir ana caddede de yıkıntılar ile karşılaşırsanız şaşırmayın. Sicilya ve özellikle Palermo’nun merkezi, II. Dünya Savaşı sırasında Müttefik Kuvvetler‘in ağır bombardımanı altında kalmış. Başarılı Kuzey Afrika operasyonundan sonra Sicilya’ya geçen General Patton‘un askeri birlikleri 22 Temmuz 1943 günü Palermo’ya girdiklerinde, şehir harap halde imiş. Tahribatın bir bölümü de, geri çekilirken bazı yerleri havaya uçuran Alman birlikleri tarafından yapılmış. Çare olarak, adanın pek çok yerinde olduğu gibi, Palermo’da da şehrin çevresinde çirkin modern binalar yapılmış. Bunlar ağırlıklı olarak konut. İş yerleri de var. Şehrin tarihi merkezi ise, on yıllar boyunca süren bir ihmalden sonra, ancak geçtiğimiz 15-20 seneden beri ciddi bir restorasyon yüzü görmeye başlamış. Daha epeyce yapılacak iş var görünüyor ama elden geçen yerler şehrin bir zamanlarki ihtişamlı dönemlerini hayal etmeniz için yetiyor.
Palermo’ya biz iki gün ayırdık ve Cefalù’dan günü birlik giderek gezdik. Yol, paralı ya da parasız yoldan gitmenizden bağımsız olarak, aşağı yukarı bir saat sürüyor. Biz bu yöne doğru başka yerlere de gittiğimiz için her iki yolu da kullandık. Gezi boyunca da kimi zaman paralı otoyolları, kimi zaman da parasız ara yolları kullandık. Aklınızda bulunsun; şayet paralı yollardan gitmeyi tercih ederseniz, yanınızda bozuk madeni para bulundurun çünkü gişelerde çoğunlukla çalışan eleman olmuyor. Siz ekranda çıkan parayı makinaya atıyorsunuz. Ancak, bu makinalar 2 Euro kabul etmiyor. Onun için yanınızda 2 Euro’dan küçük bol madeni para olmasına dikkat edin.
Palermo’yu gezdiğimiz ilk gün inanılmaz bir sıcak vardı. Özellikle öğle sıcağında epeyce zorlandık. İkinci günün bir kısmı ise, oldukça yağışlı geçti. Daha önce belirttiğim gibi, Sicilya’ya ekim ayında gidiyorsanız, her türlü koşul için giysi ve ayakkabı götürmekte yarar var. Yol buyunca, irili ufaklı yerleşim yerlerinin ve bazı yerlerde organize sanayi bölgelerinin yakınından geçtik. Palermo’ya yaklaştıkça trafik artmaya başladı ve biz de kendimizi kente akan bir araba selinin içinde bulduk. Sicilyalılar genelde sık şerit değiştirmiyorlar ve şehirler arası yollarda arabalar arası mesafeyi ülkemize göre daha fazla bırakıyorlar ama öte yandan, hızlı araba kullanıyorlar. Palermo’ya girişte etrafta modern ama son derece bakımsız kalmış apartmanlar görmeye başladık. Bir de sokak köşelerinde ve kaldırım kenarlarında birikmiş, bazı yerlerde ufak tepecikler haline gelmiş çöp yığınları. Bu atılmış çöplere adanın hemen hemen her yerinde, otoyol kıyılarında da rastladık. Belki bir grev vardı, bilemiyorum. Aklıma, çocukluğumda Roma‘da iken yaşadığımız grev dönemleri geldi. O zamanlar İtalya’da Komünist Partisi (P.C.I.) ve sendikalar çok kuvvetli idiler. Sık sık grevler olurdu. Güzelim Roma sokakları çöpten geçilmezdi. Postacıların yaptıkları grevlerin ise başka sonuçları olurdu. Dağıtılamayan yığınla mektup ve benzeri, grev bitince alınan resmi kararla topluca yakılırdı. Siz de artık postanızı bekleyin durun…
Tahmin edebileceğiniz gibi, Palermo’da park yeri bulmak epeyce zor. Biz her iki gün de şanslıydık. İlk gün, navigasyonu kullanarak gezmek için başlama noktası olarak belirlediğim yere doğru gitmeye çalışırken, geçtiğimiz bir meydandaki park görevlisi çıkan bir arabanın yerini eliyle gösterince, hiç düşünmeden park ettik. Burası, Piazza dei Tedeschi imiş. Bilmeden çok iyi bir yere park etmişiz. Eğer siz de bizim gibi, Palermo’nun içinde kalmak yerine yakınındaki bir yerde kalmayı tercih ederseniz, arabanızı buraya park edebilirsiniz. Konum olarak gezilecek başlıca yerlere yakın. Birkaç sokak ilerideki Piazza della Vittoria‘ya çıktığınız zaman kendinizi Norman Sarayı’nın yakınında buluyorsunuz. Yeşillikler içindeki meydanı çaprazlama geçerseniz, Corso Vittorio Emanuele caddesine ve Katedral’in yakınına çıkıyorsunuz. Park ettiğimiz Piazza dei Tedeschi, Palermo’daki iki ünlü pazar yerinden biri olan ünlü Mercato di Ballarò‘ya da yakın. Arzu ederseniz buradan oraya da gidebilirsiniz. Biz bu pazar yerinin içinden daha sonra geçtik ama açıkçası beni hiç açmadı. Yiyecek ve Çin malı bir sürü plastik, anlamsız eşya satılan bir yer. Bir zamanlar havası daha başka imiş okuduğuma göre. Açıkta gıda satılmasına yabancı olan, özellikle Amerikalı turistler için bu pazarın içindeki derma çatma restoranlar ilginç geliyor herhalde. Formika masaları doldurmuşlar. Benim ise, ne bu oldukça pis görünen Ballarò ne de daha da ünlü olan Vucciria pazarı ilgimi çekmedi. Ama beni ölçü olarak almayın. Ben kendi ülkemde de pazara gitmekten çok hoşlanan bir insan değilim. Siz seviyorsanız, özellikle tarihi Vucciria’ya zaman ayırın.
Tüm gün park 5 Euro imiş. Parayı verirken adam “Gönlünüzden de bir şey koparsa…” benzeri bir şey söyledi. Ek olarak 1 Euro daha verdim. Sevindi. Gece geç vakit arabanın yanına döndüğümüzde, bir yerlerden bir başka adam çıktı geldi. Para istedi ama hiç oralı olmadık. Palermo’daki ikinci günümüzde, gece geç vakit arabanın yanına geldiğimizde yine aynı şey oldu. Bunlar belli ki, yabancıları yolmaya çalışan uyanıklar. Arabanıza binin ve hiç cevap bile vermeyin.
Palermo’da görülecek çok yer var. Zaman kısıtı nedeniyle doğal olarak hepsini görmek mümkün olmuyor. Ben, görmeye fırsat bulamayacağımızı tahmin ettiğim yerleri eleyerek, iki günlük bir program yapmıştım. O listeden de gidemediğimiz yerler oldu ama, Palermo’nun belli başlı yerlerini gördük diyebilirim. Gezmeye, Quattro Canti‘den başlamaya karar vermiştim. Bunun için, yukarıda belirttiğim şekilde, Piazza della Vittoria’dan Corso Vittorio Emanuele caddesine çıktık ve aşağı doğru yürüdük. Çok geniş olmayan cadde trafiğe kapalı ve turistlerle doluydu. Sağlı sollu hediyelik eşya dükkanları, cafe, bar ve restoranlar sıralanmıştı. Çok geçmeden, sol tarafımızdaki Katedral’in önünden geçtik. Oraya günün ilerleyen saatlerinde dönmek üzere, yolumuza devam ettik. Caddeye açılan ve bazıları epeyce dar olan sokaklarda, karşıdan karşıya gerilmiş çamaşır iplerine asılmış koca çarşaflar, çamaşırlar görünüyordu. Yer yer çöp yığınları. Bazı haşmetli ama yüzyılların kirini taşıyan binaların önünden geçtik. İnanılmaz detaylar gözüme çarptı. Barok tarzda yapılmış binaların cephelerini insan figürlü heykeller, hayvan ve bitki motifleri süslüyordu. Hepsi, eski ihtişamlarına kavuşabilmek için yeterli kaynak ve ilgi bekliyor gibiydiler. Üzülmeden edemedim. Tıpkı, Beyoğlu’nun o bir zamanlar Art Nouveau tarzda yapılmış güzelim binalarına üzüldüğüm gibi.
Caddede ilerlerken sol tarafta, bir bina girişine asılmış bir pankart gördüm. NO MAFIA yazıyordu. İçeride, tam karşıda, büyük boy bir fotoğraf vardı. Fotoğraftaki adamı tanıdım. Bu, Mafya’ya karşı verdiği mücadele nedeniyle henüz 53 yaşında iken katledilen yargıç Giovanni Falcone‘nin fotoğrafı idi. Kendisi de Palermolu olan Falcone kariyeri boyunca Sicilya Mafya’sı ile mücadele etmişti. 23 Mayıs 1992 günü eşi ve üç koruması ile birlikte, A29 numaralı otoyolda Palermo’dan Trapani‘ye doğru giderken, Capaci yakınlarında yola döşenmiş bir bombanın patlatılması sonucu ölmüştü. Arabadan sağ çıkan olmadı. Bu haberi otuz sene önce öğrendiğim zaman, olay yeri olarak gözümün önüne dağ başında, ücra bir yol gelmişti. Birkaç gün sonra Trapani’ye giderken tesadüfen A29 otoyolu’nun kenarında sade bir anıt görünce çok şaşırdım. Burası Falcone’nin öldürüldüğü yerdi. Akşam üzeri saat altıda, bu kadar işlek bir yolda öldürülmüş olması beni en az bombanın 400 kilo olması kadar ürküttü. Sadece iki ay sonra, Falcone’nin yakın arkadaşı ve bir başka hukukçu, Paolo Borsellino da, Palermo’nun göbeğinde, beş koruma memuru ile birlikte, evinin önünde arabası havaya uçurularak öldürüldü. Günümüzde Palermo havaalanının resmi adı Falcone Borsellino. Otuz sene önce işlenen bu cinayetlerden bir süre sonra, bu kez Milano‘daki hukukçuların başlattığı ünlü Temiz Eller (Mani Pulite) operasyonu ile Mafya örgütünün sadece kendisine değil, onun bu kadar kuvvetlenmesine sebep olan tüm siyasetçi ve bürokratlara da darbe vuruldu. Sadece sağ partilerden siyasetçiler değil, başta Sosyalist Parti (PSI) Genel Başkanı Bettino Craxi olmak üzere sosyalist siyasetçilerin de Mafya’dan rüşvet aldıkları ortaya çıktı. O dönemde hatırlarsanız, İtalya derinden sarsılmıştı.
Yıllar içinde kararlı bir şekilde yapılan mücadele ile Mafya’nın belinin kırıldığı düşünülüyor. Kimileri her an hortlamak üzere uykuya yatmış olduğunu düşünüyor. Falcone ve Borsellino’nun ölümünden sonra halk da mücadeleye katılmış. İş adamları ve iş yerleri haraç vermeyi red etmeye başlamışlar. Daha sonra bizzat sivil örgütlenmeler başlamış. Bu arada, tutuklanan Mafya liderleri ve iş birlikçilerinin mallarına devlet el koyarak, Mafya ile mücadele etmek için örgütlenen sivil toplum kuruluşlarına vermiş. Bizim önünden geçtiğimiz bina da böyle el konulmuş bir gayri menkuldü büyük olasılıkla. Palermolular Falcone’yi asla unutmamışlar. Her sene 23 Mayıs günü sokaklarda anma yürüyüşleri, kiliselerde ise onun için ayinler yapılıyormuş. İleride Aziz ilan edilebileceğini bile düşünenler var.
Mafya’nın kökleri 18. yüzyılın ortalarına, İspanyol yönetimi zamanına kadar gidiyor. O zamanlar, büyük toprak sahipleri arazilerinin korunmasını bu tür yerel örgütlenmelere vermeye başlamışlar. Kendileri bir koruma ordusu beslemek yerine bu yolu tercih etmişler. (İlginç bir şekilde, Napoli’de de, Güney İtalya da İspanyol yönetimi altında iken, benzer bir yapılanma gelişmiş). Yerel halk da, tarih boyunca sürekli başka başka milletlerin boyunduruğu altına girmenin verdiği genel anlamda devlete güvensizlik nedeniyle, her türlü sorunlarının çözümü için Mafya’ya gitmeye başlamış. Ancak, Mafya’nın günümüzde anladığımız hale gelmesi 1861 yılında, İspanyol Bourbon hanedanının adadan kovulmasından sonra, İtalya ile birleşme sürecinde bir süre oluşan yönetim boşluğu sırasında olmuş. Adam kaçırma, haraç, rüşvet gibi her türlü yasa dışı işe girmeye başlamışlar.
Mafya’nın Sicilya’da daha fazla etkili olduğu yerler, başta Palermo olmak üzere, adanın batı tarafı olmuş. Monreale, Trapani, Marsala hala Mafya’nın bir zamanlar neredeyse devlet gibi olduğu yerler olarak anılıyor. Hatırlarsanız, Sicilya’nın batı tarafının kültürel olarak daha çok Arap etkisinde olduğunu yazmıştım. İlginç bir şekilde, kökünün hangi kelime olduğu konusunda tartışmalar olsa da, dil uzmanları mafya kelimesinin Arapça’dan geldiği konusunda hemfikirler. Son olarak, bu konuda benim de yeni öğrendiğim bir şeyi sizinle paylaşmak isterim. Tüm dünyada organize suç örgütlerinden Mafya olarak söz edilmesine karşın, İtalya’nın farklı bölgelerinde bu suç örgütlerine verilen isim faklı. Mafya genel olarak sadece Sicilya’daki yasa dışı örgütlenmeler için kullanılırken, benzer yapılar Napoli‘de Camorra, Calabria‘da Ndrangheta, Puglia bölgesinde Sacra Corona Unita olarak biliniyorlar.
Corso Vittorio Emanuele’nin üzerinden dümdüz aşağı doğru yürümek sizi Quattro Canti’ye getirecek. Burası Corso Vittorio Emanuele ile Via Maqueda’nın kesiştiği bir dört yol ağzı. Trafik yoktu ama, ortadaki meydan kalabalıktı. Güzel sesli bir kadın gitar çalıyor ve şarkı söylüyordu. Hemen hemen herkes meydanın dört köşesindeki binaların fotoğraflarını çekiyordu. Buranın özelliği, iki yolun kesiştiği noktalardaki dört binanın her birinin meydana bakan köşelerinin birer yay gibi kavislendirilmiş olması. Böylece, ortadaki meydana dairesel bir şekil verilmiş. Ayrıca, bu dört kavisli yüzeye heykeller ve Barok tarzda süslemeler yerleştirilmiş. Meydanın bir diğer adı Piazza Vigliena. Burası, Palermo’yu gezmeye başlamak için ideal bir nokta olarak kabul ediliyor.
Meydanı çevreleyen dört binanın yapımı tarihsel olarak 17. yüzyılın başına kadar dayanıyor. 1600 yılında Palermo Şehir Senatosu Via Maqueda sokağını açmaya karar veriyor. 1608 yılında ise, meydanın köşelerinde yer alan dört binada mimari bir bütünsellik sağlanması düşüncesi ile, tasarım için Floransalı sanatçı Giulio Lasso‘ya sipariş veriliyor. Roma’daki Piazza delle Quattro Fontane meydanından esinlenmiş olabileceği düşünülen Lasso, 1615 yılındaki ölümüne kadar meydan üzerinde çalışıyor. Bu tarihten sonra işi devralan Mariano Smiriglio da Lasso’nun tasarımına büyük ölçüde sadık kalarak, binaları 1620 yılında tamamlıyor. Heykeller ve süslemeler ise 1663 yılında tamamlanabiliyor.
Meydanın köşelerinde bulunan sarayların her birindeki süslemeler üç kattan meydana geliyor. Dorik tarzda yapılmış olan ilk katta, dört mevsimi simgelemek üzere, Roma mitolojisinden dört tanrı(ça)nın heykelleri yer alıyor; Aeolus (Aiolos), Venüs (Afrodit), Ceres (Demeter) ve Bacchus (Dionisos). Bir üst katta, İyonik tarzda yapılmış dört tane kral heykeli, en üst katta ise Palermo’nun dört bölgesinin koruyucusu kabul edilen dört Azize (Santa Oliva, Santa Cristina, Santa Agata and Santa Ninfa) heykeli bulunuyor. Meydanın bir köşesinde, 1612-1645 yılları arasında yapılmış olan San Giuseppe dei Teatini Bazilikasını görebilirsiniz.
Quattro Canti’nin binalarını inceleyip, canlı ortamında bir süre vakit geçirdikten sonra çok yakınındaki Piazza Pretoria‘ya gidebilirsiniz. Bunun için yüzünüzü geldiğiniz yöne dönün ve sola, Via Maqueda’ya dönün. Neredeyse köşeyi döner dönmez Piazza Pretoria’yı göreceksiniz. Ortasında büyük bir çeşme olan bu meydanın bir zamanlar halk arasındaki ismi Piazza della Vergogna (Utanç Meydanı) imiş. Buna sebep, 1500’lerin ortasında tasarlanmış olan çeşmenin etrafındaki otuzdan fazla çıplak ya da yarı çıplak mitolojik peri, yarı-tanrı ve tanrı heykelleri. Meydanın tam karşısında Santa Caterina Kilisesi, sağ tarafta ise, Palazzo delle Aquile (Belediye Sarayı) var.
Meydanı ve ortasındaki Pretoria Çeşmesi‘ni (Fontana Pretoria) bir bütün olarak algılayabilmek ve fotoğraf çekmek için en iyi nokta, karşınızdaki Santa Caterina Kilisesi’nin girişinde bulunan merdivenlerin tepesi. Çeşmenin ilginç de bir öyküsü var. Eser aslında, 1552-1554 yılları arasında Floransalı sanatçı Francesco Camilliani (1530-1586) tarafından, Luigi de Toledo‘nun Floransa’daki evinin bahçesi için yapılmış. Ancak, aynı zamanda Cosimo de Medici‘nin kayınbiraderi olan zengin Toledo, borçları nedeniyle mali sıkıntı yaşamaya başlayınca, 1573 yılında çeşmeyi Palermo Senatosu’na satmış. Parçalara ayrılan çeşme, 1574 yılında Palermo’ya getirilmiş ve sanatçı Camilliani’nin oğlu Camillo Camilliani tarafından burada tekrar monte edilmiş. Yolda kırılan bazı heykellerin yerine Sicilya’ya özgü mitolojik figürler eklenmiş ve çeşme 1581 yılında tamamlanmış.
Via Maqueda üzerinde devam ederseniz, Piazza Bellini‘ye ve buradaki iki önemli tarihi esere varıyorsunuz. Bunlar, La Martorana olarak da bilinen ama asıl adı Santa Maria dell’Ammiraglio Kilisesi ve San Cataldo Kilisesi. Her ikisi de, Arap-Norman mimarisi olarak anılan akımın en önemli eserlerinden ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. La Martorana günümüzde Palermo’nun Ortodoks Arnavut-İtalyan azınlığının Katedrali. Bizans ritüellerine göre yapılan ayinlerde kullanılan dilin eski Yunanca ve Arnavutça olduğu belirtiliyor. Kilise Sicilya’nın Norman döneminde, Kral II. Ruggero‘nun (İngilizcede Kral II. Roger) Suriyeli emiri, Büyük Amiral Antakyalı George tarafından yaptırılmış. Aslen Ortodoks olan George, yapıyı Bizans kilise mimarisine uygun bir planda ama Arap ve Norman stillerini de harmanlayan bir şekilde inşa ettirmiş. İçindeki paha biçilmez mozaikler Bizanslı ustalar tarafından 1143-1148 yılları arasında yapılmış. 1720 yılındaki depremden sonra La Martorana’nın fasadı Barok tarzda yenilenmiş ve bir de çan kulesi eklenmiş.
Hemen yan taraftaki San Cataldo Kilisesi 1160 yılında yapılmış. Kırmızı renkli üç kubbesi, pencere çerçevelerinin şekli ve detayları ile yer mozaikleri nedeniyle Arap mimari özelliklerinin çok daha fazla hissedildiği bir yapı. Çok büyük olmayan kilisede tavan ve duvarlarda La Martorana’da olduğu gibi mozaikler yok ama bu sadelik de insanın hoşuna gidiyor. Ayrıca, süsleme olmayınca, insan mimari özellikleri daha açık görebiliyor.
Bir sonraki durağımız, Piazza Bellini’ye çok uzak olmayan Piazza Casa Professa‘daki Chiesa del Gesu kilisesi oldu. Santa Maria di Gesu adıyla da bilinen kilise, 16. yüzyılda yapılmış bir Cizvit kilisesi. İlk tasarımı, kendisi de bir Cizvit olan, Giovanni Tristano tarafından yapılmış ama sonra, 17. yüzyılda değiştirilmiş. 1658’den itibaren yapımına başlanan iç süslemelerin tamamlanması 18. yüzyılın ortalarını bulmuş. Fazla abartılı gelebilecek süsleme ve kabartmalar insanı girer girmez biraz şaşkına çevirebiliyor. Kabartma eserlerin tasarımları, ünlü Palermolu heykeltıraş ve stucco (sönmüş kireç, beyaz mermer tozu, tutkal, tebeşir, yumurta akı ve su karıştırılarak elde edilen bir tür sıva ve bununla yapılan kabartma eserler) ustası Giacomo Serpotta‘ya (1656-1732) atfediliyor. Daha sonra, meraklı olanlarınızı Serpotta’nın bir başka etkileyici eserine götüreceğim. Stucco eserlerin büyük bir kısmı, babasının ölümünden sonra, Giacomo’nun oğlu Procopio Serpotta (1679-1756) tarafından tamamlanmış.
Gitmeyi planladığimız bir sonraki yer San Giovanni degli Eremiti Kilisesi idi. Burası da yine Normanlar tarafından, Arap mimarisinin belirgin etkisi kullanılarak yapılmış bir kilise. Ancak, bir diğer özelliği, bir zamanlar burada bulunan bir Arap camiinin kalıntılarının da kilisenin güneyinde hala ayakta olması. Ancak, üzülerek söylemeliyim ki, aşırı sıcak ve navigasyonun yaptığı tüm saçmalıklarla boğuşarak harcadığımız onca zamana karşın, bu kiliseyi bulamadık. Bu arada içine düştüğümüz Ballarò pazarının kalabalıklığı, sıkışıklığı ve pisliği de içimizi daralttı. Açıkçası kendimizi bir şekilde Norman Sarayı’nın önünde bulduğumuz zaman pek de üzülmedim. Palazzo dei Normanni ya da diğer adıyla Palazzo Reale de listemizde bulunan, Palermo’da görülmesi önerilen başlıca yerlerden biriydi. Bilet gişesinin önünde uzun bir kuyruk vardı. Öğle tatiline kadar sıra gelmesi imkansız gibi görünüyordu. Buradan tekrar Corso Vittorio Emanuele’ye yürüyerek bir şeyler yemeye karar verdik. İtalya’da olduğu gibi Sicilya’da da belli başlı yerlerin öğle saatlerinde kapanması ve uzun riposo (bizde genelde siesta olarak bilinen dinlenme saatlerine İtalyanların verdiği isim) saatleri gezerken insanı zaman zaman sıkıntıya sokabiliyor. Programınıza uymadığı için bazı yerleri göremeyebiliyorsunuz. Küçük yerlerde yemek yerlerinin tamamı kapandığı için aç da kalabiliyorsunuz. Açık olan birkaç yerden birine oturduk. Aşırı sıcağı fırsat bilerek, yemekten sonra Sicilya’ya özgü bir Granita yedim. Su, şeker ve çeşitli meyvalarla yapılan Granita sorbet ile dondurma arası bir tatlı. Rivayete göre, Sicilya’da ilk olarak Romalılar tarafından, Etna dağına düşen karlar kullanılarak, yapılmaya başlanmış. Adanın değişik yerlerinde kıvamı değişik oluyor. Palermo taraflarında daha buza yakın ve kıtır kıtır iken, doğudaki şehirlerde daha pürüzsüz yapılıyor.
Öğle arası sonrasında sarayın önünde bulunan meydandaki bilet kulübesine döndüğümüzde yine hatırı sayılır bir kuyruk vardı. Neredeyse yarım saat bekledikten sonra biletlerimizi aldık ve sarayın büyük kapılarından birinden içeri girdik. Norman Sarayı, adanın Bizans döneminden beri bir güç merkezi olmuş. Günümüzde de Sicilya Parlamentosu bu binanın ikinci katında bulunan Sala di Ercole (Herkül Salonu) isimli salonda toplanıyor. Burada ilk olarak 9. yüzyılda Araplar tarafından bir saray yapılmış. Daha sonraki Norman döneminde ve özellikle Cermen Hohenstaufen hanedanlığını II. Frederick yönetirken yapı daha da güzelleştirilmiş. Gerek Arap gerekse Norman dönemlerinde saray Avrupa’nın en güzel kraliyet konutları arasında anılırmış. Daha sonraki dönemlerde Palazzo Reale ihmal edilmiş ve uzun süre oldukça bakımsız kalmış. Bu durum, Bourbon döneminde İspanyol Genel Valisinin sarayı elden geçirip resmi konutu yapmasına kadar sürmüş. İçerideki görevliler görülecek yerlerin hiç birini atlamamanız için oldukça yardımcı oluyorlar. Hatta bazıları, “… gördünüz mü?” ve benzeri sorular sorarak, hatırlatmada bulunuyorlar. Biz sarayı gezdikten sonra çıkarken de, bir görevli bizi çıkış kapısının çaprazındaki Kraliyet Bahçesi‘ni gezmeyi unutmamamız konusunda uyardı. Alacağınız bilet orayı da kapsıyor. Çok büyük olmasa da, egzotik ağaçların altında veya kafesinde dinlenmek yorgunluğa iyi geliyor.
Sarayın şüphesiz en etkileyici yerlerinden birisi, girişin bir üst katındaki ünlü Capella Palatina kilisesi. Muhteşem mozaikleri ile burası, Normanların Palazzo Reale’de kalan az sayıda izlerinin en muhteşem olanı. 1130-1140 yılları arasında Kraliyet Kilisesi olarak Kral II. Ruggero için yapılan kilise belki de Sicilya’ya gidenlerin görmeyi ihmal etmemesi gereken yerlerden birisi. Normanlar tarafından Bizanslı ve Arap ustalara yaptırılan süslemeler hem İncil’den hem de II. Ruggero’nun yaşamından kesitler sunuyor. Burayı Bizans, Arap, Norman ve Sicilya sanat ve kültürünün karıştığı bir pota olarak görebilirsiniz. Öte yandan, Grek, Latin ve Kufi alfabesinin kullanımı da çok dikkat çekici. Sanıyorum daha önce de belirmiştim; Sicilya’da Arapça Norman döneminde de resmi saray dili olarak kullanılmış. Aslen Viking olup, Fransızlarla karışarak tarihte ayrı yerlerini aldıkları düşünülen Normanların Arap dili ve kültürüne bu yaklaşımları bana oldukça ilginç geldi.
Capella Palatina’daki duvar mozaiklerinden nef (bazilika tipi yapılarda ana koridor) kısmındaki mozaikler Tevrat’tan, yan koridorlardakiler ise İncil’den sahneler gösteriyor. Burada Yaradılış, Cennetten Kovuluş ve Nuh’un Gemisi öykülerini görebilirsiniz. Mozaiklerin bir kısmı 18. yüzyılda eklenmiş. Altarın üst kısmındaki mozaikler bu geç döneme ait. Dikkatli bir göz, 12. yüzyılda yapılanlarla aralarındaki üslup farkını görebiliyor.
Capella Palatina’dan sonra, geniş bir mermer merdiven ile bir üst kata çıkıyorsunuz. Saray, girer girmez göreceğiniz bir avlunun etrafında yükseliyor. 1600 yılında yapılan bu avluyu (Cortile Maqueda), sarayın üç katlı yapıları çevreliyor. Sicilya Parlamentosu’nun toplandığı salon, bir üst katta bulunan ve bir zamanlar İspanyol valilerin konut olarak kullandıkları Appartamenti Reali bölümünde. Bu bölümün çoğundaki duvar resim ve süslemeleri 19. yüzyılda yapılmış. Bunlar çok da etkileyici değil. Ama, Norman döneminden kalma Sala di Re Ruggero sarayın en görülesi yerlerinden biri. 12. yüzyılda yapılmış olan mozaiklerde resmedilmiş olan aslan, geyik ve tavuskuşu gibi hayvanlar ve çeşitli ağaçlar gerçekten büyüleyici. Capella Palatina’nın eski mozaikleri ile çağdaş oldukları belirtilen bu mozaiklerde Hristiyanlığa ait hiç bir motif kullanılmamış. Daha çok pagan ve Orta Doğu’yu çağrıştıran desenler tercih edilmiş. Sarayın bir diğer Norman köşesi, Torre Pisana. Burası aynı zamanda Norman askeri gücünün simgesi olan bir savunma kulesi. Kalenin dört kulesinden geriye kalan tek kule. Yine Kral II. Ruggero döneminde ama Capella Palatina’dan önce yapıldığı tahmin ediliyor. Bir zamanlar taht odası olarak kullanılan odanın mimarisinde Kuzey Afrika’daki XI. yüzyıla ait bazı Arap yapılarının etkisi olduğu belirtiliyor. Duvarlarda, bir zamanlar burayı da süsleyen mozaiklerden günümüze ulaşabilen çok az sayıda örnek var. 1791 yılında kule rasathane olarak kullanılmaya başlanmış.
Saraydan çıkmadan bodrum kata inmeyi ihmal etmeyin. İlk gireceğiniz Sala Duca di Montalto, 1565-1575 yılları arasında, ilk başta cephanelik olarak yapılmış. 1637 yılında yazlık kabul salonuna çevrilmiş ve bu sırada dönemin ünlü sanatçıları tarafından fresklerle süslenmiş. Daha sonra ise ahıra dönüştürülmüş. Günümüzde sergi salonu olarak kullanılıyor. Bu salonun içinden aşağı indiğiniz takdirde, daha önce birkaç kez bahsettiğim, Palermo’nun Fenikeliler dönemine ait kalıntıları görebilirsiniz. Burada, Palermo’nun geçmişi açısından çok önemli olan bu buluntuların yanında, şehrin çeşitli dönemlerine ait arkeolojik eserleri görebiliyorsunuz. Antonino Salinas Arkeoloji Müzesi‘ni görmeye zaman ayıramayanlar için güzel bir fırsat.
O gün son olarak Palermo Katedrali’ne gittik. Gün boyunca birkaç kere önünden geçmiştik. Her seferinde çatıdaki insan kalabalığı ilgimi çekmişti. Binanın eni boyunca bir teras olduğunu düşünmüştüm. Oysa, daha sonra yukarı çıkınca yürünülen yerin çok da geniş olmadığını gördüm. Ama şehri yukarıdan görmek güzeldi. Merdivenlerle çıkmak biraz zahmetli ama bence değiyor. Sicilya gezisi sırasında birkaç yerde daha katedral ve kiliselerin çatısına çıktık. Hem manzara güzel hem de şehirlerin planını anlamak açısından iyi oluyor.
Palermo Katedrali 1185 yılında, Norman kralı II. Guglielmo (William) zamanında, Palermo’nun Anglo-Norman piskoposu ve kralın bakanlarından Gualtiero Offamiglio (Walter Ophamil) tarafından yaptırılmış. Ancak, 14. ve 15. yüzyıllardan başlayarak sonraki yüzyıllarda sürekli ilaveler yapılmış. O nedenle, oldukça eklektik bir tarzı var. Kuleleri 12. yüzyıl Norman yapıları, revaklı ana giriş bölümü Gotik, kubbesi 1801 yılında Neoklasik tarzda yapılmış. Daha önce burada bir Bizans bazilikası varmış. 9. yüzyılda Araplar tarafından cami yapılmış. Girişteki sütunlardan birinin üzerindeki Arapça Kuran suresi yapım sırasında caminin malzemesinin kullanıldığını gösteriyor. Katedral yapılırken, hem Hristiyanlığın Sicilya’da tekrar hakim olması hem de görkem açısından Monreale’deki Duomo’yu gölgede bırakması hedeflenmiş. Aslında, dışarıdan heybetli ve alımlı görünen binanın içi benim beklentimi pek karşılamadı. Sicilya’da çok daha görkemli katedraller ve kiliseler gördük. Öte yandan, katedralin içi başka açılardan önemli.
Palermo Katedrali’ne giriş ücretsiz. Ama Hazine, Kript, Kraliyet Mezarları bölümleri ve çatıya çıkmak için ücret ödemek gerekiyor. Kraliyet Mezarları bölümünde Sicilya tarihinin önemli hükümdarlarının mezarları var. Hazine bölümünde 16. ve 18. yüzyıllar arasında yapılmış ve piskoposlar tarafından kullanılmış giysiler ve eşyalar sergileniyor. Kript’te ise, katedrali yaptıran Gualtiero Offamilio dahil olmak üzere, 23 Palermo piskoposunun mezarları ve Romalılardan kalma bir lahit var.
Akşam yemeği için, bir Michelin restoranı olan Osteria dei Vespri‘de saat 8 için yer ayırtmıştım. Katedralden çıktığımızda daha epeyce vakit vardı. Dinlenmek ve zaman geçirmek için önce Via Roma ile Piazza San Domenico meydanının köşesindeki çok katlı mağaza La Rinascente‘nin terasına gitmeye karar verdik. Milano’daki La Rinascente’nin terasında nasıl Duomo‘nun çatısındaki heykellere bakarak yemek yiyebiliyorsanız, Palermo’dakinde de meydandaki San Domenico Kilisesi‘nin tepesini ve meydanın ortasındaki dikili taşın üstündeki Meryem Ana heykelini görebiliyorsunuz. Manzaranın ve restoranın Milano’dakinin yerini tutmadığını söylemeliyim. La Rinascente de Milano’daki o büyük mağazanın yerini tutmuyor. Ama yine de alış veriş yapmak için iyi bir yer. Özellikle, İtalya’nın diğer bölgelerinin şaraplarından, peynirlerinden ya da Modena‘nın ünlü Giusti balzamik sirkesinden almak isterseniz, mağazanın yiyecek bölümü en doğru adres. Palermo dışında Sicilya’da Catania ve Siracusa’da da Rinascente mağazası var.
La Rinascente’nin terasında birer aperatif içtik. Tam karşımızda, meydanın karşı tarafında Palermo’nun diğer ünlü pazarı Vucciria’nın girişi görünüyordu. Vakit ilerledikçe, pazarın içindeki restoranlar dolmaya başladı. Biz de Osteria dei Vespri’ye doğru yola koyulduk.
İki kardeş tarafından işletilen Osteria dei Vespri, tarihi Piazza Croce dei Vespri meydanında bulunuyor. Akşam duası demek olan vespri (İngilizcede vespers), Sicilya tarihinde Vespri Siciliani olarak adlandırılan ve 1282 yılı Paskalya zamanı adanın Fransız Kralı I. Charles‘a karşı başlatılan büyük ayaklanma ile ilgili. Anjou hanedanından olan kralın tamamen kontrolü kaybettiği olaylar sırasında 13.000 Fransız (kadın, çocuk demeden) katledilmiş. Öldürülenlerin çoğu bu meydana gömülmüş. Restoranın bulunduğu bina, Palazzo Valguarnera-Gangi, bir 18. yüzyıl yapısı. Sicilyalı yazar G. Tomasi di Lampedusa‘nın kitabı Il Gattopardo‘dan (Leopar) esinlenen Luchino Visconti‘nin 1963 tarihli muhteşem filmindeki ünlü balo sahnesi, bu sarayda çekilmiş. Bunu öğrendikten sonra, Alain Delon, Claudia Cardinale ve Burt Lancaster‘in oynadığı filmi bir yerlerden bulup tekrar izlemek istedim. Sicilya’yı gördükten sonra, adanın tarihinden önemli bir kesit olan bu filmi daha iyi anlayabileceğimi ve yorumlayabileceğimi düşünüyorum.
Osteria dei Vespri’nin yemekleri güzel, servisi iyi idi. Yediklerimiz arasında özellikle tatlıyı ve yanında Ben Ryé Passito di Pantelleria 2018 tatlı şarabından birer kadeh içtiğimizi not etmişim. Bu, Rallo ailesine ait Donnafugata şaraphanesinin Sicilya’nın güney batısındaki küçük volkanik Pantelleria adasında yetiştirdiği Muscat of Alexandria (yerel ismi Zibibbo) üzümünden ürettiği bir şarap. Ben Ryé “rüzgarın oğlu” anlamına gelen ve adanın devamlı esen kuvvetli, soğuk rüzgarlarına atıfta bulunan Arapça bir terim.
Palermo’yu gezmeye ayırdığımız ilk günü bu şekilde noktaladık. Görmek isteyip de göremediğimiz birkaç yeri ikinci güne bıraktık. Onlar da Palermo üzerine yazacağım ikinci yazının konusu olsun…