Her gezinin aklımda, gönlümde ve anılarımda ayrı bir yeri var. Gittiğim her yer bende farklı izler bıraktı. Ama, doğal olarak, bazı yerler beni daha derinden etkiledi. Böylesi yerler bazı konuları daha çok merak etmeme yol açtı. Beni yeni zihinsel ve fiziksel serüvenlere taşıdı, yeni ufuklar açtı. 21-29 Mayıs 2018 tarihleri arasında gittiğimiz Barselona da benim için bu tür bir gezi olmuştu.
Barselona, gezginler için popüler bir şehir. Gezecek görecek çok yer, keyif alacak çok mekan var. Tekrar tekrar gitmeyi isteyebileceğiniz bir şehir. Adetimdir; gideceğim yerle ilgili önceden dersimi iyi çalışmaya, kaynak kitaplar okumaya çalışırım. Gidip gördükten sonra da, okuduklarımı ve edindiğim izlenimleri bir arada analiz eder, gerekiyorsa (ki çoğunlukla gerekir) bazı şeyleri tekrar araştırır, okurum. Bu süreç bana büyük keyif verir. Dört sene önce yaptığımız Barselona gezisi benim için bu açıdan son derece doyurucu olmuştu. Bunun sonucunda blogumda Barselona ile ilgili, beş ayrı yazıdan oluşan, bir yazı dizisi yayınlamıştım. Bu yazılara her zaman ilgi çok oldu. Halen de devam ediyor. Okumamış olanlar veya arada bazı bölümleri kaçıranlar için söz konusu yazıları yeniden yayınlıyorum. Her bir yazıya aşağıdaki linkler aracılığı ile ulaşabilirsiniz. Keyifli okumalar dilerim.
Yabancı bir şehirde, turist olarak belli bir süre için gitmiş olsanız da, günler geçtikçe ve aşinalık arttıkça, rahatlarsınız. Gidilecek yönleri, binilecek metro ve otobüsleri, inilecek durakları, dönülecek köşeleri daha bir kolay algılarsınız. Hele bir de otelinizi elinizle koymuş gibi bulmaya başladınız mı, tamamdır… Enerjinizi artık başka şeylere yöneltirsiniz. Bindiğiniz metroda çektiğiniz inilecek durağı kaçırma heyecanı yerini, işten evine dönen yerli halkı gözlemleme sakinliğine bırakır. Ne giymişlerdir, ne okumaktadırlar. Köşedeki manavdan alışveriş yapan kadın neler almaktadır…
Barselona’ya geldikten kısa bir süre sonra rahatlamıştık. Çok iyi çalışan ulaşım ağı sayesinde, şehrin topoğrafyasını bir iki gün içinde algılamak mümkün olmuştu. Bu da benim için, yabancı bir yerde kendimi evimde hissetmenin en önemli unsurlarından biridir. Artık bir yerden bir yere giderken, farklı şeyler dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bunların başında, Katalonya’nın bağımsızlığını desteklemek için asılan bayraklar ve siyasi mahkumların serbest bırakılmasını isteyen afişler geliyordu. Evlerin balkonlarında, dükkanlarda, hatta gezdiğimiz bazı müzelerin balkonlarında bayraklar veya bağımsızlık sembolleri vardı.
1 Ekim 2017 tarihinde, Katalonya’nın bağımsızlığı için yapılan referandumun öncesindeki ve sonrasındaki olayları ben de yazılı ve görsel basından izlemiş, aşırı bulduğum polis müdahalelerine hayret etmiştim. O nedenle, doğrusu nasıl bir ortamla karşılaşacağımızı merak etmiştim. Ne de olsa, İspanyol hükümeti ile yaşanan karşılıklı restleşmeler ve ardından Başkan Carles Puigdemont ile birlikte bazı bağımsızlık yanlılarının ülke dışına kaçmak zorunda kalmaları sonucu ortam iyice gerilmişti. Bunun sokağa ve tatilimize yansıması nasıl olacaktı?
Barselona’ya gider gitmez, yaşanan krizin, bizim kalışımız açısından olumsuz bir etkisinin olmayacağını anladık. Otelimizin bulunduğu La Rambla başta olmak üzere, şehrin belli bölgelerinde, Katalan bayrakları ve afişlerle ifade bulan yoğun bir bağımsızlık talebi olduğunu görebiliyorduk. Ama, Katalan bayraklarının asıldığı evlerin yan dairelerinin balkonlarından da İspanyol bayrakları dalgalanıyordu. Sokaklarda, halk arasında herhangi bir itiş kakış veya tatsızlık yoktu. Benim çıkarsadığım kadarıyla, kargaşa ve sertlik halk arasında değil, bağımsızlık yanlıları ile merkezi İspanyol hükümetine bağlı polisler arasında olmuştu.
Bir şehrin yeme içme kültürünü tanımak istiyorsanız, pazarlar bu konuda en iyi fikir veren yerler. Barselona’da birkaç tane büyük ve tarihi pazar yeri var. Bunlardan biri ve de en ünlüsü, otelimiz Hotel 1898’den birkaç dakikalık yürüme mesafesindeki Aziz Josep Pazarı, nam-ı diğer, La Boqueria. Önünden günde birkaç kez geçtiğimiz bu yiyecek pazarı, Avrupa’daki bu tür pazarların en hatırı sayılır olanı şeklinde tanımlanıyor. Farklı temalar üzerinden şehirde iz sürerken, bir gün buraya da girmeyi ihmal etmedik. Şehirde dolaşırken karşımıza çıkan diğer iki tarihi pazar, Mercat de Sant Antoni (1882) ve üstü kapalı pazarların en eskisi olduğu belirtilen, Katedralin yakınındaki, Mercado de Santa Caterina (1845) idi.
La Rambla üzerindeki La Boqueria’nın tarihi on üçüncü yüzyıla kadar gidiyor. Başlarda burada et satılan tezgahlar varmış. Yüzyıllar içinde yapılan taşınmalar ve yeniden düzenlemeler sırasında giderek, her türlü yiyeceğin satıldığı bir pazar yeri halini almış. 1913 ve 1914 yıllarında, Modernista mimar Antoni de Falguera’nın tasarladığı, La Rambla’dan giriş kapısı ve metal çatı yapılmış. Günümüzde burası, her türlü meyve, sebze, balık, et, jambon, peynir, tatlı ve şekerlemenin satıldığı bir yer. Meyve ve sebze başta olmak üzere, satılan her şey tertemiz görünüyor. Ürün satılan tezgahların yanında, atıştırmalık şeyler yiyebileceğiniz yerler de mevcut. Oturduğunuz yüksek taburelerde, taptaze deniz ürünleri, et ve peynir çeşitleri tadabilir, manavlardan taze sıkılmış her türlü meyve suyu alıp, içebilirsiniz. Tek sorun, turistler nedeniyle aşırı kalabalık olması. Nispeten ucuza yenebilen taze ve lezzetli ürünler nedeniyle buraya ilgi çok fazla. Bir kitapta, bu nedenden ötürü, yerli halkın normal alışverişini sabahın erken saatlerinde yapmayı tercih ettiğini okudum. La Boqueria’da ayrıca, yemek pişirme ve genel gastronomi kursları da düzenleniyor. Arzu ederseniz, çeşitli tezgahlarda tadım içeren, turlar da var.
Evet… Giriş olarak bu farklı konulara kısaca değindikten sonra şimdi, yazımın asıl konusuna geçebilirim. Roma İmparatorluğu’nun Barselona’da bıraktığı izlere…
Her ne kadar yabancıların Barselona’yı ziyaretleri sırasında odak noktaları daha çok on dokuz ila yirminci yüzyıl ve bu dönemlerde yapılan eserler olsa da, şehrin çok daha eskilere giden, zengin bir tarihi var. Katalonya’da, milattan önceki bin yıl içerisinde, tarıma dayalı yerleşik düzene geçmiş insan toplulukları oluşmaya başlamış. M.Ö. 550 yılları civarında Grek tüccarlar buralara gelerek, ticaret üsleri kurmaya başlamışlar. Barselona’nın ilk olarak tarih sahnesinde belirmesi ise, İspanya’nın güneyindeki “Yeni Kartaca”dan gelen Kartacalılar sayesinde olmuş. M.Ö. 230 yılında, Hannibal’in babası, Hamil Barca şehri kurmuş ve kendi adını vermiş.
Romalıların bölgeye gelişi, babasının yerine geçen Hannibal’in, Katalonya’dan hareket ederek, Pirene ve Alp dağlarını aşması ve Roma’ya saldırması üzerine olmuş. Hepimiz Hannibal’in, ordusundaki fillerle beraber yaptığı bu zorlu seferi, orta okul ve lise tarih derslerinden hatırlarız. Bu saldırıya öfkelenen Romalılar, M.Ö. 218 yılında, sadece Barselona’yı değil, tüm İspanya’yı fethedecekleri seferlerine başlamışlar. Önce, Barselona’ya bir saat kadar mesafedeki Tarragona’yı, daha sonra, M.S. 3. yüzyılda, Barselona’yı baş şehir yapmışlar. Romalılar, Batı Roma İmparatorluğu’nun M.S. 476 yılında çökmesine kadar, Barselona’da kalmışlar. Bundan sonra şehir, Vizigotlar’ın eline geçmiş.
Kaldığımız süre boyunca, Barselona’da Roma İmparatorluğundan kalan eserlerin önemli bir kısmını görmeyi başardık. Şehrin Gotik bölgesine denk gelen Roma dönemi Barselona’sının üstüne, Orta Çağ boyunca koca bir şehir inşa edilmiş. Bu nedenle, kalıntıların büyük bir bölümünün üstünde başka yapılar var. Bazılarından hiçbir iz kalmazken, bir kısmı bu binaların bodrumlarında ortaya çıkarılmış. Milattan sonra üçüncü yüzyılda yapılan şehir surlarının bir kısmı da, sonradan yapılan binaların duvarlarının bir parçası haline gelmiş. Zamanında, 1250 metre uzunluğunda olan Roma surları, iki metre kalınlığında ve sekiz metre yüksekliğindeymişler. Orta Çağda şehrin büyümesi ve nüfusunun artması sonucu bu duvarlar çok kısıtlayıcı olmaya başlayınca, Kral Birinci James tarafından yıktırılmış ve Roma dönemi şehrinin on katı büyüklükte bir alanı çevreleyen yeni surlar yapılmaya başlanmış. Günümüzde bu bölge, Barri Gotic olarak biliniyor.
Gotik bölgede, özellikle Katedralin (Catedral de la Santa Creu i Santa Eulàlia) çevresi Roma dönemine ait kalıntıların yoğun olarak bulunduğu bir alan. Katedralin arka tarafındaki La Plaça del Rei meydanında bulunan iki önemli binanın dış duvarları aslında Romalılardan kalan duvarlar. Bunlardan birisi, Kristof Kolomb’un Karayiplerden getirdiği altı köle ve göz kamaştırıcı bir ganimet ile Kral II. Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın huzuruna çıktığı salonun (Saló del Tinell) da bulunduğu, Palau Reial Mayor sarayı. Diğeri ise, Santa Agata Kilisesi. 1302 yılında yapılmış olan bu kilise de Roma surlarının bir parçası. Her iki binayı da görebilmek için, Barselona Şehir Tarihi Müzesi’nden (Museu d’Historia de la Ciutat de Barcelona) girmeniz gerekiyor. Bu müzenin kapısını bulmak bir hayli zor oldu ama, değdi. Çok büyük olmayan meydanda bir hayli dolanmamız, birkaç görevliye sormamız ve bazı açılmayan kapıları zorlamamız gerekti. Sonunda, giriş kapısını bulduk. Bu konuda ısrarcı olmamın nedeni, söz konusu müzenin şehrin Roma tarihi açısından çok önemli olduğunu daha önce okumuş olmamdı. Müzede, Barselona’nın M.Ö. 1. ve M.S. 13. yüzyıl arası dönemine ait eserler bulunuyor.
Museu d’Historia de la Ciutat de Barcelona’nın en etkileyici bölümü, bodrumundaki eski Roma kalıntıları. Bu kalıntıların tamamının, tüm meydanın altını ve daha fazlasını kapsayacak şekilde, 4000 metre kare civarında olduğu belirtiliyor. Ancak, şu anda henüz tamamı gezilemiyor. Buna rağmen, yerin altında gezilebilen alandaki eserler insanı hayrete düşürmeye yetiyor…
M.S. 12-15 yıllarında Barselona’ya Romalılar tarafından verilen isim, Colonia Augusta Faventia Paterna Barcino ya da kısaca Barcino imiş. Şehir müzesinin altındaki kalıntılar sizi bu dönemin Barselona’sına, yani Barcino’ya götürüyor. 1943 yılında açılan müzede kazılar yapıldıkça, yeni bölümler halka açılmış. Kalıntıların üzerine ustaca yerleştirilmiş platformlarda yürüyerek, milattan sonra birinci yüzyıl Barselona’sındaki şehir duvarlarını, duvar dibinden giden yürüyüş yollarını, surlarda bulunan 78 kuleden birini, tekstil boyama ve yıkama atölyelerini, şarap imalathanesini, balık ve balık ürünleri işleme atölyelerini, hamam, ev ve mozaik yer döşemelerini gezebiliyorsunuz. Bunların dışında, mezarlık (nekropol) ve Hristiyan Roma dönemine ait kilise kalıntıları da mevcut. Hem Türkiye’de hem de dünyanın çeşitli yerlerinde çok sayıda arkeolojik yer gezdim. Ancak, Barselona Şehir Müzesinin bodrumundaki Roma şehri kalıntılarının sergilenişinin bir benzerine rastlamadım. Ravenna’daki Santa Eufemia kilisesinin bodrumunda bir Bizans sarayının kalıntılarını (Domus dei Tappeti di Pietra) gezmiştik ama, burada koca bir şehir vardı neredeyse.
Museu d’Historia de la Ciutat de Barcelona’dan çıkmadan önce, çıkış kapısının hemen iki tarafındaki, Santa Agata Kilisesini ve Saló del Tinell’i gezmeyi unutmayın. Biz, biraz da bir başka yere yetişme telaşı ile, bu iki yeri gezmeden müzeden çıkmışız. Sanırım bir başka neden de, söz konusu iki yerin de bu müzenin içinde olduğunu okuduklarımdan anlamamış olmamdı. Gerçi biz Barselona’ya gidince, beş gün boyunca hem her türlü ulaşımın hem de belirli müzelerin ücretsiz olduğu Barcelona Card almıştık. Bu nedenle, müzeye o günler içinde istediğimiz kadar gidebilme hakkımız vardı. Yine de, durumu anlayıp, birkaç gün sonra tekrar gittiğimizde, çıkış noktasındaki bu iki yeri gezebilmek için tüm müzeyi tekrar arşınlamak istemediğimizi anlatabilmemiz biraz zaman aldı. Sonunda, giriş gişesindeki kibar beyin yönlendirmesi (ve büyük olasılıkla, biz dışardan çıkış kapısına giderken ettiği telefon sayesinde) tersten müzeye girip, Santa Agata Kilisesini ve Saló del Tinell’i gördük.
Katedralin arka tarafında, Plaça del Rei meydanının yakınında bulunan Casa de l’Ardiaca da Barselona’daki Romalılara ait izler açısından önemli bir diğer yapı. Başpiskopos yardımcısı için on altıncı yüzyılda yapılmış bu binadan, Modernista mimariyi ele aldığım Barselona hakkındaki ikinci yazımda, kapısındaki posta kutusuna değindiğim zaman söz etmiştim. Günümüzde Tarihi Şehir Arşivinin bulunduğu bu binanın dış cephe duvarları da, aslında Roma dönemi surları. Bina, daha önce belirttiğim Santa Agata Kilisesi ve eski saray gibi, surlar kullanılarak yapılmış. Ayrıca, binanın fuayesindeki bir bölümden aşağı baktığınız zaman, surlardaki kulelerden birinin kalıntısını da görebiliyorsunuz.
Bu bölgede görebileceğiniz bir başka Roma dönemi sur kalıntısı, yine Katedralin yakınındaki, Frederic Mares Müzesi’nin bodrumunda bulunuyor. Heykeltıraş Frederic Mares i Deulovol’a (1893-1991) ait, inanılmaz zengin bir koleksiyonu barındıran müze, gezmekle bitmiyor. Biz sanırım müzenin üçte birini ancak görebildik. İşte bu müzenin bodrumdaki salonlarından birinde de, bir sur kalıntısı ortaya çıkarılmış.
Frederic Mares Müzesi ile ilgili hoş bir anımız oldu. Barselona’da tüm müzelerin bilet gişelerinde hangi ülkeden geldiğiniz soruluyor. Sanırım, bunu istatistik tutma amaçlı yapıyorlar. Burada da aynı soru ile karşılaştık. Artık alışmıştık zaten. Gişedeki hanıma İstanbul’dan geldiğimizi söyledik. Çıkarken, audio rehberimizi ve kulaklıkları gişedeki aynı hanıma teslim ederken, birdenbire ve biraz da utanarak, “Ben Fatmagül’ü çok seviyorum”, dedi. “Fatmagül’ün Suçu Ne?” dizisinden söz ettiğini anlamam birkaç saniye sürdü. “Aaa! Burada da mı gösteriliyor?” diye sorduğumda, gülerek, “Evet, tabii”, dedi. En az, Estonya’da, Talinn havaalanında, bizim Gümüş dizisini televizyonda gördüğüm zaman şaşırdığım kadar şaşırdım.
Barselona’daki bir diğer etkileyici Roma dönemi kalıntısı, M.Ö. birinci yüzyılda yapılmış olup, Augustus Tapınağı olduğu düşünülen kalıntılar. Bazı arkeologlara göre, 2007 yılında Tarragona’da ortaya çıkarılan tapınağın esas Augustus Tapınağı olduğu iddia edilse de, şu anda şehrin resmi kaynakları ve gezi kitapları burayı bu isimle belirtiyorlar.
Günümüzde tapınaktan geriye, Carrer del Paradis 10 adresinde, modern çağlarda yapılmış bir yapının avlusunda yükselen dört sütun kalmış. Ancak, dokuz metre yüksekliğindeki bu dört sütun oldukça heybetli ve etkileyici. Tapınağın kendisinin vaktiyle, 35 metre uzunluğunda ve 17,5 metre eninde olduğu düşünülüyor.
Barselona’da kaldığımız süre boyunca hava serin ve aşırı sıcak arasında gidip, geldi. Yağış olmadıktan sonra, bunda şikayet edilecek bir şey yok diye düşünüyorum. Hoş, yağmur da kar da yağsa, ben bir yere gezmek için gitmişsem, asla engel tanımam.
Hava güzel olduğu zaman, Plaça de la Seu’da bulunan Barselona Katedralinin önü bir şenlik yerine dönüyor. Bu hava, tüm çevre sokaklara ve küçük meydanlara da yayılıyor. Türlü türlü sokak çalgıcıları, gösteri yapanlar, çiçek satanlar… Hepsi, Santa Creu i Santa Eulàlia Katedralini gezmeye gelen ya da merdivenlere, banklara oturmuş turistlerin ilgisini çekme gayretinde.
Birinci yazımda, Sagrada Familia ile ilgili yazarken, söz etmiştim. Sagrada Familia için kimi zaman katedral ifadesi kullanılsa da, bu doğru bir tanımlama değil. Barselona’nın tek katedrali, Catedral de la Santa Creu i Santa Eulàlia. Çünkü, bir Hristiyan ibadethanesinin katedral olması, büyüklük ile değil, başında atanmış bir piskopos olup, olmaması ile alakalı. Tıpkı, İstanbul’da Saint Antoine Kilisesinin katedral olmayıp, Notre Dame Lisesinin avlusunda bulunan Saint Esprit’nin olması gibi.
Katedrali ilk gezme girişimimizde kapıdaki uzun kuyruğu görünce, vaz geçmiştik. Bunun bilet kuyruğu olduğunu düşündük. Dönüş yaklaşınca, artık kuyruğu göze almaya karar verdik. Kalabalığın nispeten az olduğu bir zamanda sıraya girdik ve aslında bunun bir bilet kuyruğu olmadığını, hızla ilerlediğini gördük. Sadece, içerideki kalabalığı kontrol altında tutmak için, ziyaretçileri aralıklı olarak içeri alıyorlardı.
Barselona Katedralinin yazımdaki yeri, burada bir zamanlar, Jupiter’e adanmış bir Roma tapınağının bulunmasından kaynaklanıyor. Şehir henüz Roma İmparatorluğu yönetimindeyken, M.S. 3. yüzyılın sonları ile 4. yüzyılın başlarında yaygınlaşan Hristiyanlaşma ile birlikte, tapınağın önemi azalmış. M.S. 313 yılında İmparator Konstantin’in Hristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesinden sonra burada, on yıl önce pagan Romalılar tarafından işkence ile öldürülen, on üç yaşındaki kız çocuğu Eulàlia adına bir kilise yapılmış. Sekizinci yüzyılda Arapların istilası sonucunda, yine aynı yerde bir cami inşa edilmiş.
Günümüzde gördüğümüz katedralin yapımına, 1298 yılında başlanmış. Tam olarak bitmesi ise, yirminci yüzyılın başına kadar sürmüş. Katalan stili Gotik olarak tanımlanan katedralin içi ferah. Yanlarda, 28 tane şapel bulunuyor. Ana altarın altındaki kriptte (bodrum), Katedralin ismini aldığı Azize Eulàlia’nın mezarı bulunuyor.
Katedrale ait, bende iz bırakan noktalar, koro bölümünü ayıran mermer duvar, koro bölümündeki 15. yüzyıldan kalma koltuklar, Aziz Benet şapelindeki Transfigürasyon freski ve Barselona kontu Ramon Berenguer I ve eşinin mezarları oldu. Berenguer ve eşi, Arap istilasından sonraki dönemde, 1058 yılında, burada bir Romanesk tarzı kilise yaptırmışlar.
Barselona gezimize kadar, Katalanlar ve Fransızlar arasında var olduğunu bildiğim sıkı bağın, tam olarak hangi tarihsel nedenlerden kaynaklandığını bilmiyordum. Bu vesile ile öğrendim ki, bu bağ yüzyıllar öncesine dayanıyor. Karolenj İmparatoru Şarlman (742-814), Pireneler’de bir tampon devlet kurmak isteyince, burada kendisine bağlı bir kontluk kurmuş. Böylece, 500 yıl kesintisiz devam eden bir Barselona Kontluk hanedanı başlamış. Önceleri Fransızların vasalı konumundayken, 1137 yılında Kont Ramon Berenguer IV ile Aragon tahtı varisi Petronila’nın evlenmesinden sonra, Barselona Kontları aynı zamanda Aragon Kralı olmuşlar.
Katedralin sahip olduğu güzelliklerden birisi de, 1448 yılında yapılmış olan, revaklı avlu ya da bahçe. Burada, Azize Eulàlia’nın öldüğü yaşı temsil etmek üzere, 13 tane kaz yaşıyor. Ayrıca efsaneye göre, İnebahtı (Lepanto) Savaşı sırasında Osmanlılara karşı savaşırken, bulunduğu gemiyi koruduğu iddia edilen, çarmıha gerilmiş bir İsa var. Avlunun bir köşesindeki havuzun ortasında ise, zarif bir Aziz George heykeli bulunuyor. Barselona’nın azizi, tüm canlandırmalarında olduğu gibi, ejderhayı öldürüyor. Bu küçük heykeli avluda epeyce aradım. Fotoğraflarından çok daha büyük olduğunu düşündüğüm heykelciği, tamamen tesadüf eseri görebildim.
Barselona’nın Roma dönemi açısından önemli bir diğer alanı Plaça de Sant Jaume. Burası Roma hakimiyeti döneminde, şehrin merkezi olan Forum bölgesi. Şehrin ana caddelerinin birleştiği bu meydanda aynı zamanda, daha önce ayakta kalan dört sütununu gördüğümüz, Augustus Tapınağı da bütün haşmetiyle yükseliyormuş.
Plaça de Sant Jaume, günümüzde de önemli bir meydan. Şehrin iki önemli yönetim binası burada. Bunlardan ilki, Casa de la Ciutat (Belediye Binası), 14. yüzyıldan kalma bir yapı. Tam karşısındaki, Palau de la Generalitat ise, 1403 yılından beri Katalonya Hükümet Binası. Binanın ana kapısının üstündeki Aziz George heykeli göz alıcı.
Plaça de Sant Jaume meydanı, hem festivallerin hem de siyasi protestolarında yapıldığı bir meydan. Barcelona’da kaldığımız süre boyunca sayısız kere geçtiğimiz bu meydanda biz de bir kere bir protestoya denk geldik. Yaşları orta yaşın bir hayli üstünde, kalabalık bir topluluk bir miting yapıyordu. Sahnedeki ateşli konuşmacının konuşması sık sık sloganlarla kesiliyordu. Anladığım kadarıyla, emekliler bir şeyleri protesto ediyorlardı.
Barri Gotic’in adı en çok geçen yapılarından Basilica de Santa Maria del Mar bazilikası da Roma döneminin önemli bir yapısının üstünde yükseliyor. Kimilerine göre şehrin en güzel ibadethanesi olan bu bazilika, on dördüncü yüzyılda, Barcino’nun amfi tiyatrosunun üstüne yapılmış. Mükemmel akustiği nedeniyle, günümüzde konserler için de sıklıkla kullanılıyormuş.
Santa Maria del Mar Bazilikası, o dönemin benzer yapılarının aksine, 55 yıl gibi çok kısa bir sürede tamamlanmış. Mimari açıdan bütünsel olmasının nedeni buna bağlanıyor. Bir diğer özelliği ise, yapımının tamamen bağışlarla finanse edilmiş olması. Aynı dönemde yapılan Katedral kral tarafından yaptırılırken, burası zengin tüccarlar, gemiciler, liman çalışanları ve yerel halk tarafından inşa ettirilmiş. Denizcilerin bu yoğun ilgi ve desteğinin nedeni ise, o dönemde Bazilikanın bulunduğu La Ribera semtinin deniz kıyısında olmasıymış.
Katalan Gotik tarzdaki bazilikanın, on beş ile on sekizinci yüzyıllar arasında yapılmış vitrayları çok güzel. Ayrıca, içerisi son derece ferah ve sade. Bunun nedeni, İspanya İç Savaşı (1936-1939) sırasında ateşe verilmesi ve çıkan yangında Barok altar da dahil olmak üzere, pek çok şeyin yanmasıymış.
Santa Maria del Mar Bazilikasını bulmamız çok zor olmadı. Burası, Barri Gotic’in denize yakın kısmında yer alıyor. Biz tam, bazilikanın bir ucunun bulunduğu, Placeta Montcada’ya dönmek üzereyken, sokağın sağ tarafındaki duvarın dibinde yaşlı bir adam gözüme çarptı. Sulu boya resimler satıyordu. Bunları kendisinin mi yaptığını sordum. Evet, kendisi yapıyormuş. Barselona’nın çeşitli yerlerinin, birkaç boyda, sulu boya resimleri vardı. İçlerinden, Carrer Bisbe sokağının resmedildiği bir tanesini seçtik. Gururla, arkasındaki etiketi gösterdi. Aziz Agusti Vell Ressamlar Topluluğundan, ressam Tomas Donagueda Bonavilla, yani kendisi yapmıştı… Üstelik, etikette her gün durduğu yer ve saat aralığı, telefon numarası ile birlikte, yazılıydı… Aldığımız resmi yavaş hareketler ve itina ile paket yaparken, benim aklıma birkaç yıl önce, yine böyle bir sulu boya resim satın aldığımız, Otranto’daki yaşlı ressam geldi…
Siz de Barselona’da Romalıların izini sürmek isterseniz, Barri Gotic’de görebileceğiniz birkaç su kemeri ve duvar kalıntısı daha var. Bir de, bizim kaldığımız otele çok yakın olduğu halde görmeye fırsat bulamadığımız, Plaça de la Vila de Madrid meydanında ortaya çıkarılmış bir nekropol, yani mezarlık olduğunu biliyorum. Okuduğuma göre burada, M.S. 2 ve 3. yüzyıllara ait yetmiş tane mezar, zamanın şehir duvarlarının dışındaki yolun yanında, sıraya dizilmiş olarak yapılmışlar.
Alışkanlığımızı bozmayalım ve Barselona üzerine bu yazımı da bir restoran ile bitirelim… Bu kez sözünü edeceğim restoran, Eixample semtinde, Boca Grande isimli, çok hoş bir yer. Passatge de la Concepcio 12 adresindeki bu restoran konusunda bir tanıdığımızdan tüyo almıştık. Doğrusu, Boca Grande’yi tavsiye eden genç ve güzel Barselonalıya teşekkürü bir borç biliyorum. Gerek atmosferi gerekse yemekleri çok beğendim. Servis biraz daha iyi olabilirdi ama, yemeklerin lezzeti o açığı kapadı. Aşırı bir kalabalık vardı. O nedenle, rezervasyonsuz gitmenin pek mümkün olduğunu düşünmüyorum. Aldığımız peynir tabağı, kızarmış nefis padron biberleri, ançüez, morina balığı kroket ve yanında kabak çorbası olan peynirli bir tapas o kadar lezzetli ve doyurucuydu ki, ana yemeğe gerek kalmadı. Hepsinin ardından dondurma ve kahve mükemmel oldu…
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.