Her gezinin aklımda, gönlümde ve anılarımda ayrı bir yeri var. Gittiğim her yer bende farklı izler bıraktı. Ama, doğal olarak, bazı yerler beni daha derinden etkiledi. Böylesi yerler bazı konuları daha çok merak etmeme yol açtı. Beni yeni zihinsel ve fiziksel serüvenlere taşıdı, yeni ufuklar açtı. 21-29 Mayıs 2018 tarihleri arasında gittiğimiz Barselona da benim için bu tür bir gezi olmuştu.
Barselona, gezginler için popüler bir şehir. Gezecek görecek çok yer, keyif alacak çok mekan var. Tekrar tekrar gitmeyi isteyebileceğiniz bir şehir. Adetimdir; gideceğim yerle ilgili önceden dersimi iyi çalışmaya, kaynak kitaplar okumaya çalışırım. Gidip gördükten sonra da, okuduklarımı ve edindiğim izlenimleri bir arada analiz eder, gerekiyorsa (ki çoğunlukla gerekir) bazı şeyleri tekrar araştırır, okurum. Bu süreç bana büyük keyif verir. Dört sene önce yaptığımız Barselona gezisi benim için bu açıdan son derece doyurucu olmuştu. Bunun sonucunda blogumda Barselona ile ilgili, beş ayrı yazıdan oluşan, bir yazı dizisi yayınlamıştım. Bu yazılara her zaman ilgi çok oldu. Halen de devam ediyor. Okumamış olanlar veya arada bazı bölümleri kaçıranlar için söz konusu yazıları yeniden yayınlıyorum. Her bir yazıya aşağıdaki linkler aracılığı ile ulaşabilirsiniz. Keyifli okumalar dilerim.
Bundan epeyce zaman önce bir gün, Beyoğlu’nun Tünel taraflarındaki arka sokaklarında yürürken birden, içten gelen bir dürtü ile başımı kaldırdım. Kaldırır kaldırmaz gördüm onu… Bina, büyük olasılıkla on dokuzuncu yüzyıldan kalma idi. Belki de yirminci yüzyıl başından. Zamanında güzel ve heybetli olduğu anlaşılıyordu ama artık, epeyce yıpranmış, hava kirliliğinden, isten, pastan simsiyah olmuştu. Yine de, ana kapının üstündeki işaret tereddüde yer bırakmayacak kadar açık seçikti. Işık saçan üçgenin içindeki göz bana bakıyordu… Ürperdiğimi hatırlıyorum…
Masonlukla ilgili simgeler arasında belki de en yaygın olarak bilinen ışık saçan üçgen içindeki gözü daha sonra, Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde, tekrar görmüştüm. Bunların bazıları çok işlek caddelerde idi. İnsanlar pek farkında değil gibiydiler. Ben bakakalırken, onlar yürüyüp gidiyorlardı. Belki de önemsemiyorlardı. Ne de olsa, Masonlukla ilgili algı her ülkede bizde olduğu gibi değil. Bir de sonradan anladım ki, binaların üzerindeki bu ve benzeri Masonik simgeler mutlaka o binada bir Mason locası olduğu anlamına gelmiyor. Kimi zaman sahibinin, kimi zaman da yapan mimarın Mason olduğunu ifade etmek için konmuş olabiliyor.
Barselona, Mason simgeleri ile dopdolu bir şehir. Belki de Masonluk konusunda bu kadar çok, gizli ya da açık, sembol olan bir başka şehir yoktur. Bunu fark etmem konusunda en önemli etken, Barselona’ya gitmeden önce edindiğim bir kitap oldu. Kitap, şehir ile ilgili başka pek çok ayrıntı dışında, bu konuda ilginç bilgiler ve adresler veriyordu. Ben de, kaldığımız sekiz gün boyunca şehirde gezerken, bir yandan da belirtilen işaretleri izlemeye çalıştım. Kimi açık seçik bir şekilde ortada idi. Kimisini arayıp, bulmak vakit aldı. Eminim, daha birçok benzer işaret vardır.
Az bildiğim ya da doğrulayamadığım konularda bilgi vermekten, ukalalık taslamaktan korkarım. Öyle bir konuma asla düşmek istemem. Konu Masonluk olunca durumun, konunun özü itibariyle, daha da hassas ve benim için doğrulanması zor olduğu bir gerçek. Bu nedenle, Barselona’da gördüğüm söz konusu işaretleri, Masonik anlamlarına girmeden, sadece belirtmekle yetineceğim. Bu sembollerin ne anlama geldiğini merak edenler için internette, Türkçe ve yabancı dillerde, birçok site var. Arzu edenler buralara bakabilir. Bilenler zaten biliyordur…
Barselona’nın Masonluk ile ilişkisi yüzyıllar öncesine, onun dayandığı temel olarak kabul edilen Tapınak Şövalyeleri’nin şehir ile tarihsel bağlarına dayanıyor. Bunu öğrenmek, şehirdeki çok sayıda Mason izlerini anlaşılır kılıyor. Her ne kadar Masonluğun İspanya’ya Napolyon döneminde geldiği belirtilse de, belli ki bu tarihsel temel yayılmasında ve benimsenmesinde önemli rol oynamış. Günümüzde, İspanya’da en fazla sayıda (1500’ün üzerinde) Masonun Barselona’da yaşadığı belirtiliyor.
Tapınak Şövalyeleri’ni ilk olarak, Umberto Eco’nun unutamadığım kitabı, Gülün Adı ile öğrendim. O dönem, beni kitaptan sonra müthiş bir hayal kırıklığına uğratan film henüz çekilmemişti. Herkesin elinde Şadan Karadeniz’in çevirdiği kitap vardı. Bu son derece akıcı ve heyecan dolu kitabın kalın olmasından ve arkasındaki açıklamalardan ürkenler ise, film çevrildikten sonra kitabı kendileri de okumuş gibi yapmaya kalktılar. Sonuç çok patetik olmuştu çünkü, film kitabın hem çok kısaltılmış hem de epeyce değiştirilmiş bir haliydi…
Gülün Adı kitabını ben İngilizce olarak okumayı tercih etmiştim. Bu da okuyucunun daha çok çaba göstermesini gerektiriyordu çünkü, Türkçe çevirisinde olduğu gibi ayrıntılı ek bilgiler ve açıklamalar içermiyordu. Şadan Karadeniz bence okura büyük bir destek sağlamıştı. Belki de, Türk okurun bu çabayı göstermeye yanaşmayıp, kitaptan mahrum kalmasına gönlü razı olmamıştı. Durum bu olunca, kitapta geçen tüm tarihsel kişilerin, grupların ve olayların arka yüzünü benim araştırıp, bulmam gerekmişti. Bu süreç günümüzde, büyük bir iş gibi görünmeyebilir ama, otuz küsur yıl öncesinden söz ediyorum. İnternetin henüz olmadığı, bilgiye iki tuş tıkırdatarak erişilemeyen zamanlardan… Yani, bir şeyi öğrenmek için ansiklopedi ya da kaynak kitaplara dalmayı gerektiren, “internet öncesi” çağlardan… Ancak, araştırma kısmı en az kitabın kendisi kadar keyifli olmuştu benim için. Tapınak Şövalyeleri Eco’nun Foucault’nun Sarkacı kitabında tekrar karşıma çıktığı zaman, konuya artık çok daha aşina idim.
Tapınak Şövalyeleri, 1119 yılının Noel günü, Kudüs’teki Kutsal Kabir Kilisesi’nde kurulmuş bir tarikat. Kendilerine karargah olarak, Hz. Süleyman’ın iki bin yıl önce yaptırdığı ünlü Kutsal Tapınağı seçen ve ismini buradan alan bu savaşçı şövalyeler, o dönemde Kutsal Topraklara hacca giden hacıları ve kutsal mekanları koruma görevini üstlenmiş. Üzerinde kırmızı bir haç olan bembeyaz tunikleri ile Tapınak Şövalyeleri, özel hayatlarında son derece sade ve tutumlu olmalarına karşın, yıllar içinde, Avrupa’nın hükümdarlarından ve zenginlerinden aldıkları mal, mülk ve para bağışları ile çok zenginleşmişler. Giderek, Londra ve Paris’ten Orta Doğu’ya kadar uzanan, büyük bir mali güç haline gelmişler. Belki de bu nedenden ötürü, Tapınak Şövalyeleri’nin sonunu getiren, savaştıkları Müslümanlar değil, Papa’nın da onayı ile, Hristiyanlar olmuş. Kafirlik, puta tapınma, büyücülük, eşcinsellik gibi suçlamalarla karşı karşıya kalıp, öldürülmüşler. Topraklarına ve mallarına el konmuş. Son olarak, 1314 yılında son Büyük Üstatları yakılarak, öldürülmüş.
Tapınak Şövalyelerine indirilen darbenin üzerinden 700 küsur yıl geçmesine rağmen, hem kendileri hem de yok edilişleri ile ilgili esrar perdesi hala ilgi çekiyor. Bu konuda pek çok kitap yazılıyor, film çekiliyor. Hatta, son yıllarda video oyunları bile yapılmış. Bazı uzmanlara göre, onların Doğu’da uzun süre kalmaları, Kabala ile, gizli bilgi ve güçlerle temas etmelerine yol açmış. Hz. Süleyman’ın Tapınağının altını kazıp kazmadıkları, burada “Kutsal Kâse”yi, Hz. İsa ve onun bırakmış olabileceği bir mesaj ile ilgili şeyler bulup bulmadıkları hala belli çevreleri meşgul ediyor. Bir başka konu da, onları koruması gereken Papa’nın niçin, Fransa Kralının tarikatı yok etme taleplerine sesini çıkarmadığı ile ilgili. Onların gerçekten suçlu olduklarına inandığı için mi, yoksa onlara ihanet ettiği için mi? 2007 yılında Vatikan’a ait Gizli Arşivde bulunan bir belge, Papa’nın Tapınak Şövalyelerinin suçsuz olduğunu bildiğini ve onlara ihanet ettiğini ortaya koymuş. 1308 tarihli bu belgede, Papa adına şövalyeleri sorgulayan üst düzey Vatikan temsilcilerinin onları suçsuz bulduğu belirtiliyormuş.
Büyük Üstat, Jacques de Molay’ın 1314 yılında Paris’te yakılmasından sonra, Tapınak Şövalyeleri değişik ülkelerde, değişik isimler altında varlıklarını sürdürmüşler. Farklı topluluklar kökenlerinin bu şövalyelere dayandığını iddia etmiş. Bu arada Masonlar da, özellikle Hz. Süleyman’ın Tapınağı ile ilgili sırların ve bilgilerin, Tapınak Şövalyeleri aracılığıyla, kendilerine geçtiğine inanmışlar.
İspanya, İber yarımadasının Araplardan kurtarılması için verilen uzun mücadeleye katkılarından dolayı, Tapınak Şövalyelerine daima kucak açmış. Öyle ki, tarikat üyeleri Fransa’da kafirlik ve diğer suçlardan suçlu bulunurken, Papa’nın baskısı ile Aragon’da yapılan duruşmalarda, Kralın etkisi ile, suçsuz ilan edilmişler. Ayrıca, Kral II. Jaume (James) Tapınak Şövalyelerinin Aragon ve Valensiya’daki arazi ve mallarının, Papa’nın istediği şekilde, Hospitaller tarikatına devredilmesine karşı çıkmış. Onun yerine, tüm malları, Papa’yı ikna ederek kurduğu Montesa tarikatına devrettirerek, Tapınak Şövalyelerinin başka bir ad altında birkaç asır daha varlıklarını sürdürmelerini sağlamış. Böylelikle, Tapınak Şövalyeleri sınırları Araplara karşı korumaya devam etmiş ve 1492 yılında kesin zaferin kazanılmasında da büyük rol oynamışlar.
Barselona, Tapınak Şövalyeleri için daima önemli bir şehir olmuş. Liman kontrolünü ellerinde tutmaları onların hem Kutsal Topraklarla hem de diğer Akdeniz bölgeleri ile yakın ilişkide olmalarına olanak sağlamış. Giderek, çok da zenginleşmişler. Günümüzde, şehrin eski bölgesinde onların izleri hala var. Belli bir bölgedeki, Carrer dels Templers, Carrer del Palau gibi sokak isimleri daha önce burada bulunan, tarikata ait manastır, mezarlık ve malikâneleri çağrıştırır nitelikte. Şövalyelerin bir dönem, şehrin Yahudi bölgesi El Call tarafında da çok sayıda mal ve mülkü varmış. Varlıklarını buralara yayarak, Yahudileri kontrol altında tutmayı da hedeflemişler.
Carrer del Timo, 3 adresinde, şu anda demir parmaklık ile kapatılmış kısa bir çıkmaz sokağın sonunda, tuğla örülmüş bir kapı var. Buranın, 1859 yılında şehir genişletilirken yıkılan, Tapınak Şövalyelerine ait karargah ve manastırdan geriye kalan tek kalıntı olduğu belirtiliyor. Bu kapı, Kralın izni ile yapılmış özel bir geçite açılırmış ve buradan Romalılardan kalan surların Regomir’deki kapısına ulaşılırmış. Bir görevleri de şehri korumak olan Tapınak Şövalyelerinin Barselona’daki yerleşim bölgelerinin surların dibinde olması doğal.
Tapınak Şövalyeleri’nin, karargahlarının avlusundan doğrudan girebildikleri bir de kiliseleri varmış. 1246 yılında, Piskoposun özel izni ile inşa edilen bu kilise şimdi, bir başka kilisenin bir parçası olarak, Carrer d’Ataulf, 4 adresinde bulunuyor. Biz bu kiliseyi, biraz aradıktan sonra bulduk. Ancak, kapalı olduğu için, sadece dışarıdan görebildik. Okuduğuma göre, 1312 yılında Papa Clement V Tapınak Şövalyeleri tarikatını lav edince, şehirdeki tarikata ait tüm kiliselerin çanları kırılmış. Bir tek bu kilisenin çanına dokunulmamış. Bunun nedeninin, kapının üstünde yazılı olan Domus Dei et Porta Coelis (Tanrının Evi ve Cennetin Kapısı) ibaresi olabileceği belirtiliyor.
Bir önceki yazımda sözünü ettiğim Frederic Mares Müzesi’nin bodrum katında, Tapınak Şövalyeleri’nden kalmış bir başka kalıntıya daha rastladık. Burada, tarikatın Carrer dels Templers, 1 numaradaki, çoktan yok olmuş, bir yerleşim yerinin kapısını gördük.
Daha önce belirttiğim gibi, Tapınak Şövalyeleri ile tarihsel bağları olan Barselona’da Masonluğun kabul görmesi ve yayılması çok zor olmamış. Napolyon’un ordusu 1808 yılında İspanya’yı fethettiği zaman, ülkede çeşitli localar hemen faaliyete geçmişler. Napolyon’un İspanya Kralı yaptığı kardeşi Joseph Bonapart’ın o sırada Fransız Masonlarının Hâkim Büyük Genel Müfettiş’i olması da bu konuda önemli bir etken olmuş.
İspanya’nın tamamı ile birlikte, Barselona’da da Masonluk çok hızlı yayılmış. O dönem, şehrin yönetici sınıfından ve zengin ailelerinden pek çok kişi Mason localarına katılmış. Sadece bununla da kalmamış. Müzisyenlerin, sanatçıların ve mimarların arasında da Masonluk yaygınlaşmış. Özellikle mimarların bazıları, eserlerine Masonlukla ilgili işaretleri koymayı da ihmal etmemişler.
Barselona denilince ilk akla gelen mimar olan Gaudi’nin de Mason olduğu konusunda kuvvetli iddialar bulunuyor. Bir kesim bu olasılığı reddetse de, biyografisini yazan yazarların görüşü bu yönde olmuş. Özellikle, Carandell isimli yazar, ulaşabildiğini iddia ettiği İşçi Loca’sının kuruluş belgesinde Gaudi ve velinimeti Eusebi Güell’in isimlerinin olduğunu belirtmiş. Bu iddianın en kuvvetli kanıtı, Gaudi’nin Eusebi Güell’in isteği üzerine yaptığı Park Güell’in girişinde bulunuyor. Ana giriş olan Carrer d’Olot kapısının yakınında, parkı çevreleyen duvarın üzerinde, ALABA POR yazısı bulunuyor. Bu yazının LABOR PAA ifadesinin bir anagramı olduğu belirtiliyor (1). 1871 tarihli bir Mason el kitabına göre, PAA ( Principal Asamblea Auspiciada) “misafirhane” ya da “loca” demekmiş. Bu durumda, ALABA POR yazısı İşçi Loca’sını ifade ediyor. Ayrıca, parkı çevreleyen duvar boyunca on dört kere yazılı olan “Park” kelimesindeki “P” harfinin ortasındaki beş köşeli yıldızın, Masonlar tarafından sıklıkla kullanılan ezoterik sembol olduğu söyleniyor. Bir diğer nokta da, “Park” kelimesinin Katalanca olması gerektiği gibi “c” ile değil, İngilizcede olduğu gibi “k” ile yazılmış olması. Bunun da, Masonluğun ana vatanı İngiltere’ye bir gönderme olduğu düşünülüyor.
Gaudi ile ilgili bir başka iddia da, onun Masonluk derecesi ile ilgili. Kendisinin, otuz üç Mason derecesinden on sekizincisi olan, Güllü Haç Şövalyesi olduğu ve Sagrada Familia’da buna bir gönderme yaptığı belirtiliyor. Güllü Haç Şövalyesi derecesinin simgesi kabul edilen pelikanı Sagrada Familia’da hemen fark etmek mümkün değil. Hatta aşağıdan baktığınızda hiç görünmüyor. Oysa Gaudi onu, ünlü “Sonsuzluk Ağacı”nın hemen altına yerleştirmiş. Görebilmek için tam karşıdaki parktan bakmanız gerekiyor.
Gaudi ile ilgili yazdığım yazımda, onun genç bir mimar olarak yaptığı sokak lambalarından söz etmiştim. Kendisi, Barselona Şehir Konseyi’nden bu siparişi mezun olmadan ve mimar Josep Fontserè ile çalışmaya başlamadan önce almış. Bir Mason olan Fontserè’nin, genç Gaudi’nin söz konusu siparişi alması konusunda etkisi olduğu düşünülüyor. Ayrıca, Plaça Reial’deki lambaların (1879) konumunun iki önemli Mason Locasının arasında olmasının da, Gaudi’nin Masonluğu ile ilgili olduğu ifade ediliyor. Daha sonra yaptığı, Pla de Palau’daki lambaların (1890) üst kısmındaki birbirine sarılmış yılanlar ise, daha belirgin bir Masonik ifade olarak kabul ediliyor.
Parc de la Ciutadella, Barselona’nın turistler açısından önemli ziyaret mekanlarından birisi. Sadece turistler için değil, sandalla gezilebilen göleti, hayvanat bahçesi, portakal ve palmiye ağaçları ile birlikte, Barselonalılar için de boş vakitlerini geçirebilecekleri, hoş bir park. Burada bir zamanlar, 1715-1720 yılları arasında Felipe V tarafından yaptırılmış bir kale varmış. Bir dönem hapishane olarak da kullanılan kale, 1888 Dünya Fuarı için park haline getirilmek üzere, birkaç binası dışında, yıkılmış.
Yapımında birçok mimar ve sanatçının katkısı olan Ciutadella parkının odak noktası, hiç şüphesiz, kuzeydoğu yönünde bulunan görkemli çeşme ve önündeki yarım ay şeklindeki havuzu. Yapımına 1875 yılında başlanan bu çağlayanlı çeşmenin tasarımı, Josep Fontserè’e ait. Yukarda Mason olduğunu belirttiğim Fontserè, projesi ile açılan yarışmada birinci olunca, genç mimarlarla birlikte çalışmaya başlamış. Onlardan birisi olan Gaudi’ye ise, hepsinden daha fazla yaratıcılık ve katkı yapma olanağı tanımış.
Başta konumu olmak üzere, çağlayanlı havuzda pek çok özelliğin Masonik simgelere işaret ettiği kabul ediliyor. Bunlardan ilki, söz konusu anıt ve havuzun, tüm Mason locaları gibi, doğu-batı ekseninde yer alıyor olması. Onun dışında, üçüncü kat çağlayanın ardındaki mağara (maalesef günümüzde, Gaudi’nin planladığı gibi içine girip, akan suyu izleyemiyorsunuz) da Masonluğa gönderme olarak tanımlanıyor. Parkın diğer bir noktasındaki Plazoleta Aribau olarak adlandırılan terasta da yine Gaudi tarafından konmuş, taş kaide, beş köşeli yıldız, akasya ağacı gibi Masonlukta özel anlamı olan sembollere dikkat çekiliyor.
Parkın çevresindeki demir parmaklıkların da Gaudi’nin eseri olduğu biliniyor. Toplam 132 sütun ve 7 kapısı olan bu parmaklıkların üç adet ana kapısı bulunuyor. Bu kapılarda, büyük beyaz cam kürelerle korunan lambalar var. Üzerlerinde arması bulunan Kral Jaume, daha önce belirttiğim gibi, aynı zamanda, Masonların atası kabul edilen Tapınak Şövalyeleri’nin koruyucusu.
Modernist mimarlardan Joan Rubió i Bellver, Gaudi’nin öğrencilerinden birisi. 1905 yılına kadar birlikte birçok projede çalışmışlar. Bunların arasında Gaudi’nin Sagrada Familia, Casa Batlló, Casa Calvet, Park Güell ve Mayorka Katedralinin restorasyonu gibi belli başlı eserleri de bulunuyor.
Barselona’nın gotik bölgesindeki ünlü ziyaret noktalarından birisi, Carrer del Bisbe, 1 adresindeki Pont del Bisbe (Piskoposun Köprüsü). Plaça de Sant Jaume’dan Katedrale doğru giderken altından geçeceğiniz bu neo-gotik tarzdaki köprü çok eski gözükse de, aslında 1928 yılında, mimar Joan Rubió i Bellver tarafından yapılmış. Köprü, Katalonya hükümet binası Palau de la Generalitat ile, hükümet başkanının resmi ikametgahı Casa dels Canonges’u birleştiriyor. Aslında Bellver’in arzusu, bu civarda gotik mimariden esinlenerek bir dizi bina yapmak imiş ancak, projesi Şehir Konseyi tarafından kabul edilmemiş. Sonunda, sadece bu köprüyü yapabilmiş.
Pont del Bisbe ile ilgili birçok efsane türetilmiş. Bunlardan biri, köprünün altından geri geri yürüyerek geçerseniz, dileğinizin gerçekleşmesi üzerine. Tüm bu söylentiler bir yana, aslında köprü başka yönlerden dikkat çekici. Gaudi gibi Mason olan Bellver, köprünün altına Masonlukla ilgili simgeler koymayı ihmal etmemiş. Çoğu insanın fark etmeden, hatta bakmadan geçip gittiği bu simgelerin bazılarını açık seçik görmek mümkün. Bunların başında, Masonluğa giriş törenine (Tekris Töreni) bir gönderme olan ağzında hançer ile bir kurukafa ve yine yaygın bir sembol olan akasya yaprakları var. İbis kuşu ve T (tau) harfleri belirtilen diğer semboller. Çevredeki duvarlarda da başka semboller var. Ancak ben, orada olduğu söylenen beyaz eldiveni bir türlü bulamadım. Eğer giderseniz, belki siz görebilirsiniz.
Barselona’da bir de Çikolata Müzesi (Museu de la Xocolata) var. Kakao ve çikolata, Güney Amerika ile tarihsel bağları nedeniyle, Barselona ile oldukça ilintili ürünler. Müze çok büyük olmamakla beraber, Güney Amerika’da kakao bitkisinin keşfinden başlayarak, Barselona’da icat edilmiş ilk çikolata makinalarını, çikolata ile ilgili gelenekleri, sıcak çikolata fincan ve cezvelerini kapsıyor. Ayrıca, her yıl pastacılar arasında yapılan, çikolatadan heykel yarışmasının ürünlerinden örnekler de var.
Çikolata müzesinin de içinde bulunduğu Sant Augusti Manastırı (Carrer del Comerç, 36), 14. yüzyıldan kalma bir yapı. Tarihte birkaç kere yıkılıp, yeniden yapılmış. İç Savaş sırasında ağır hasar almış. Günümüzde, binanın kalan bölümlerinde bir sanat merkezi ve belediyeye ait ofisler bulunuyor. Manastır, Napolyon işgali sırasında kışla olarak kullanılmış. Binaya Mason sembolleri de o dönemde eklenmiş. Bunların bir kısmı zamanla kaybolmuş olsa da, kapı üstlerindeki gönye, pergel, akasya ağacı ve üç sütun işaretlerini açıkça görmek mümkün.
Kaldığımız otele üç, dört dakikalık mesafede, Carrer de la Portaferrissa, 11 adresinde, kapı üstü alınlığında Mason sembolleri olan bir yapı vardı. Çok işlek olan bu sokakta da insanlar çoğunlukla, bu apaçık simgeleri fark etmeden yürüyüp, gidiyorlardı. Barselona’dan ayrılmadan çok kısa bir süre önce, bu kez elimde adres ile gittiğim zaman anladım ki, biz de birçok defa önünden geçmişiz. Oraya vardığım zaman, tesadüfen, yerli halktan birisi de arkadaşına o sembolleri gösteriyor ve açıklamalarda bulunuyordu.
Günümüzde bir öğrenci yurdu olan bu binanın on dokuzuncu yüzyıl sonları ile yirminci yüzyıl başlarında büyük olasılıkla bir Mason locasına ait olduğu belirtiliyor. Şehir Arşivlerindeki kayıtlara göre yapım izni 1867 yılında alınmış. Mimarı ise, Domingo Sitjas. İzin belgesinde kapı üstündeki heykellerin belirtilmemesi binanın, o dönem şiddetli bir şekilde anti-Mason tavır içinde olan kilisenin ve yönetimin dikkatinden kaçmasını sağlamış. Bu sayede, yıkılmaktan kurtulmuş.
Kapının üstündeki heykel grubu, şüpheye yer bırakmayacak şekilde Masonluğa dair göndermelerle dolu. İki çocuk, aralarına yığılmış ve üstünde bir üçgen olan tuğlalara yaslanıyorlar. Sağdaki çocuk sağ eliyle üçgeni tutuyor. Sol elinde ise, iki tane cetvel var. Sol taraftaki, tuğla yığınına yaslanmış çocuğun sol elinde bir mala, sağ elinde bir pergel görülüyor.
Barselona’ya gidip de, yolu Plaça de Catalunya’dan geçmemiş kimse yoktur herhalde. Şehrin eski bölgesi Barri Gotic’ten Eixample’ye doğru giderken geçmeniz kuvvetle muhtemel, ünlü La Rambla’nın ucundaki geniş meydandır orası. Her daim fotoğraf ya da selfie çeken turistlerle dolu bir yer. Günün saatine göre, işe giderken ya da dönerken meydanı hızlı adımlarla arşınlayan Barselonalıları da görmek mümkün orada.
Plaça de Catalunya’nın yapımı için, 1862 yılında Şehir Konseyi tarafından planlamalar başlamış. Ancak, araya giren 1888 Dünya Fuarı nedeniyle, çalışmalar 1889 yılında başlamış. Meydanın yapımı birkaç kere metro inşaatı gibi pratik ya da siyasi nedenlerle kesintiye uğramış. Bu kesintilerin sonucunda, meydanın bugünkü haline gelmesinde birçok mimar çalışmış. İlk projenin sahibi Pere Falques de dahil olmak üzere, bunların bazılarının Mason oldukları biliniyor. Plaça de Catalunya, 2 Kasım 1927 yılında, Kral XIII. Alfonso tarafından açılmış.
Meydanın ortasında durduğunuz zaman, tam olarak algılayamasanız da, yerde kocaman bir tekerlek olduğunu fark edebiliyorsunuz. Tam olarak görebilmek için çevredeki yüksek bir yerden bakmanız ya da şimdilerde çok moda olan drone’la çekim yapmanız gerekli. Ben ikisini de yapamadığım için, buraya internetten bulduğum bir resmi koyuyorum. Bilmem, şekil size bir şey hatırlattı mı?
1905 yılında, Şikagolu bir Mason olan avukat Paul Harris, üç arkadaşı ile birlikte, elit bir organizasyon kurmuş. Bu nedenle Masonluktan çıkarılmış çünkü, Rotary adını alan bu kulübe üye olmak için belli maddi koşulları yerine getirmek gerekiyormuş. Eşitlik konusunda hassas olan ve sosyal sınıfa, statüye bakılmaması gerektiğini savunan Masonlar için bu, kabul edilemez bir ön şartmış.
Kulübün amblemi başta basit bir tekerlek olarak tasarlanmış. Daha sonra farklı şubeler açıldıkça, her şube kendi amblemini kullanmış. 1922 yılında tek bir amblem kullanılması ve tekerleğin dışına dişliler eklenmesi kararlaştırılınca, günümüzde kullanılan Rotary amblemi ortaya çıkmış. Catalunya Meydanındaki şeklin, Rotary ambleminin eski haline benziyor olması, meydanın yapımında çalışan bazı mimarların, o sıralar Avrupa’da yaygınlaşmaya başlayan Rotary’e üye olduğu yorumuna yol açıyor.
Bıraktıkları çok sayıda ize dayanarak, Masonlar için Barselona’da hayatın her zaman kolay olduğunu düşünmeyin. Bazı dönemlerde, kilisenin de kışkırtması ile, Mason olmanın bedelini hayatları ile ödemişler. Örneğin, 1829 yılında Barselona’daki bir Mason locasının tüm üyeleri tutuklanmış, biri ölüme, diğerleri ise ömür boyu hapis cezasına çarptırılmışlar. Diktatör Franco da Masonlara karşı çok sert davranmış. Katalonya’nın son Cumhuriyetçi devlet başkanı Lluis Companys Mason olduğu için, 15 Ekim 1940’da, General Franco’nun emri ile kurşuna dizilmiş. Öte yandan, günümüzde Franco’nun Masonlara karşı bu düşmanlığının çok kişisel olduğu belirtiliyor. Erkek kardeşi Mason olan Franco, 1932 yılında Madrid’de iki kere farklı Mason localarına girme teşebbüsünde bulunmuş. Ancak, kendisini “dürüst ve iyi ahlaklı” bulmayan kardeşinin kefil olmaması üzerine kabul edilmemiş.
Barselona üzerine bu sonuncu yazımı da yine bir lokanta ile bitirmek istiyorum. Ancak, bu herhangi bir lokanta değil… 7 Portes Restaurant, konumuz ile yakından ilintili… Buraya gelip, yemek yiyen çoğu insan farkında olmasa da…
182 yıllık 7 Portes Restaurant ve bulunduğu binanın ilginç özellikleri var. Binayı yaptıran Josep Xifré i Casas (1777-1856), Küba’dan Amerika’ya şeker kamışı ihraç ederek büyük bir servet edinmiş bir İspanyol (bazı kaynaklarda Katalan olduğu belirtiliyor). Daha sonra gittiği New York’da servetine servet kattıktan sonra, 1831 yılında Barselona’ya gelmiş ve parasını burada gayrimenkul ve bankacılığa yatırmış.
Bir Mason olan Xifré, Barselona’ya yerleştikten bir süre sonra, mimarlar Josep Buixareu ve Francesc Vila’dan, Passeig Isabel II caddesinde çok büyük bir bina yapmalarını istemiş. Özel isteği binanın, Paris’teki Rue de Rivoli’de olduğu gibi revaklı (portico) olması imiş. Bu nedenle bina, Porxos d’en Xifré olarak da anılır olmuş. Burası aynı zamanda, Barselona’da ilk musluktan akan suyu olan ve ilk fotoğrafı çekilen yapı imiş. Pablo Picasso da, 1895 yılında ailesi ile birlikte Barselona’ya taşındığı zaman, binadaki apartman dairelerinden birinde oturmuş.
Binada Xifré’nin hem evi ve ofisi hem de lüks bir kafe bulunuyormuş. Café de les 7 Portes adını yapının yedi kapısı olmasından almış. Sekizinci kapı ise, hizmetliler ve malzeme taşınması için planlanmış. Sonraki yıllarda bir restorana dönüşen kafe başından beri Barselona’daki Masonların buluşma yeri olmuş.
Restorana gitmeden önce, şehirde gezerken karşımıza iki kere çıkan bu bina oldukça etkileyici. İlkinde, sahilden Parc de la Ciutadella’ya giderken ansızın karşımıza çıktı. Yaptığım okumalardan bildiğim için, görür görmez tanıdım onu. İkincisinde ise, Santa Maria del Mar kilisesini gezdikten sonra sahile doğru yürürken, yakınına çıktık.
Mimari olarak, Hz. Süleyman’ın tapınağından ilham alındığı söylenen binanın her yanı Mason işaretleri ile dolu. Sütunlardaki astrolojik işaretler, üçgen, mala birbirine sarılmış yılan işaretleri, akasya dalları, ayrıca bina köşelerindeki duvar yapan çocuk rölyefleri… Hepsi birer gönderme. Restoranın içi de, Mason localarının karakteristik siyah beyaz yer karoları ve akasya dalı ile aynı şekilde çağırışım yapıyor.
7 Portes’e rezervasyonsuz gitmek riskli olur. Bizim rezervasyonumuz olduğu halde, dışardaki masalarda bir süre beklememiz gerekti. İçerde de, ana salon yerine arka salona oturtulduk. Dekorasyon ve servis açısından bir fark olmasa da, ön tarafı tercih ederdim doğrusu. Hele bir de piyano sesi gelmeye başlayınca, içim gitti. Burası, kuruluşundan beri ressamların, ünlülerin geldiği bir yer olmuş. Onların restoranda oturdukları noktalarda, tanıdık pek çok kişinin imzası ya da fotoğrafı var. Ben de arkamdaki duvarda Marcello Mastroianni ve Catherine Deneuve’ün imzaları ile o masada oturdukları ibaresini görünce, konuyu daha fazla dert etmemeye karar verdim. Ayrıca imza ve afişlerin dışında, arka salonun duvarlarındaki orijinal tablolar da ana salonu aratmıyordu. Restoranın önemli bir özelliği de, kendisine ait geniş bir resim koleksiyonu olması.
Yemeklere gelince… Bir şişe güzel Katalan şarabı eşliğinde yediğimiz karidesli bezelye çorbası, deniz ürünlü paella ve tatlı olarak Crema Catalana enfesti…
(1)- Anagram, bir sözcüğün veya sözcük grubunun harflerinin değişik sıralanarak başka bir sözcüğü veya sözcük grubunu oluşturmasıdır. Çoğunlukla, özel adların saklanması veya şifre amacıyla kullanılan bir yöntemdir.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
1- “Secret Barcelona”, Rocio Sierra Carbonell, Carlos Mesa, (2015).
2- “The Templars- History and Myth”, Michael Haag, (2009).
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Yabancı bir şehirde, turist olarak belli bir süre için gitmiş olsanız da, günler geçtikçe ve aşinalık arttıkça, rahatlarsınız. Gidilecek yönleri, binilecek metro ve otobüsleri, inilecek durakları, dönülecek köşeleri daha bir kolay algılarsınız. Hele bir de otelinizi elinizle koymuş gibi bulmaya başladınız mı, tamamdır… Enerjinizi artık başka şeylere yöneltirsiniz. Bindiğiniz metroda çektiğiniz inilecek durağı kaçırma heyecanı yerini, işten evine dönen yerli halkı gözlemleme sakinliğine bırakır. Ne giymişlerdir, ne okumaktadırlar. Köşedeki manavdan alışveriş yapan kadın neler almaktadır…
Barselona’ya geldikten kısa bir süre sonra rahatlamıştık. Çok iyi çalışan ulaşım ağı sayesinde, şehrin topoğrafyasını bir iki gün içinde algılamak mümkün olmuştu. Bu da benim için, yabancı bir yerde kendimi evimde hissetmenin en önemli unsurlarından biridir. Artık bir yerden bir yere giderken, farklı şeyler dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bunların başında, Katalonya’nın bağımsızlığını desteklemek için asılan bayraklar ve siyasi mahkumların serbest bırakılmasını isteyen afişler geliyordu. Evlerin balkonlarında, dükkanlarda, hatta gezdiğimiz bazı müzelerin balkonlarında bayraklar veya bağımsızlık sembolleri vardı.
1 Ekim 2017 tarihinde, Katalonya’nın bağımsızlığı için yapılan referandumun öncesindeki ve sonrasındaki olayları ben de yazılı ve görsel basından izlemiş, aşırı bulduğum polis müdahalelerine hayret etmiştim. O nedenle, doğrusu nasıl bir ortamla karşılaşacağımızı merak etmiştim. Ne de olsa, İspanyol hükümeti ile yaşanan karşılıklı restleşmeler ve ardından Başkan Carles Puigdemont ile birlikte bazı bağımsızlık yanlılarının ülke dışına kaçmak zorunda kalmaları sonucu ortam iyice gerilmişti. Bunun sokağa ve tatilimize yansıması nasıl olacaktı?
Barselona’ya gider gitmez, yaşanan krizin, bizim kalışımız açısından olumsuz bir etkisinin olmayacağını anladık. Otelimizin bulunduğu La Rambla başta olmak üzere, şehrin belli bölgelerinde, Katalan bayrakları ve afişlerle ifade bulan yoğun bir bağımsızlık talebi olduğunu görebiliyorduk. Ama, Katalan bayraklarının asıldığı evlerin yan dairelerinin balkonlarından da İspanyol bayrakları dalgalanıyordu. Sokaklarda, halk arasında herhangi bir itiş kakış veya tatsızlık yoktu. Benim çıkarsadığım kadarıyla, kargaşa ve sertlik halk arasında değil, bağımsızlık yanlıları ile merkezi İspanyol hükümetine bağlı polisler arasında olmuştu.
Bir şehrin yeme içme kültürünü tanımak istiyorsanız, pazarlar bu konuda en iyi fikir veren yerler. Barselona’da birkaç tane büyük ve tarihi pazar yeri var. Bunlardan biri ve de en ünlüsü, otelimiz Hotel 1898’den birkaç dakikalık yürüme mesafesindeki Aziz Josep Pazarı, nam-ı diğer, La Boqueria. Önünden günde birkaç kez geçtiğimiz bu yiyecek pazarı, Avrupa’daki bu tür pazarların en hatırı sayılır olanı şeklinde tanımlanıyor. Farklı temalar üzerinden şehirde iz sürerken, bir gün buraya da girmeyi ihmal etmedik. Şehirde dolaşırken karşımıza çıkan diğer iki tarihi pazar, Mercat de Sant Antoni (1882) ve üstü kapalı pazarların en eskisi olduğu belirtilen, Katedralin yakınındaki, Mercado de Santa Caterina (1845) idi.
La Rambla üzerindeki La Boqueria’nın tarihi on üçüncü yüzyıla kadar gidiyor. Başlarda burada et satılan tezgahlar varmış. Yüzyıllar içinde yapılan taşınmalar ve yeniden düzenlemeler sırasında giderek, her türlü yiyeceğin satıldığı bir pazar yeri halini almış. 1913 ve 1914 yıllarında, Modernista mimar Antoni de Falguera’nın tasarladığı, La Rambla’dan giriş kapısı ve metal çatı yapılmış. Günümüzde burası, her türlü meyve, sebze, balık, et, jambon, peynir, tatlı ve şekerlemenin satıldığı bir yer. Meyve ve sebze başta olmak üzere, satılan her şey tertemiz görünüyor. Ürün satılan tezgahların yanında, atıştırmalık şeyler yiyebileceğiniz yerler de mevcut. Oturduğunuz yüksek taburelerde, taptaze deniz ürünleri, et ve peynir çeşitleri tadabilir, manavlardan taze sıkılmış her türlü meyve suyu alıp, içebilirsiniz. Tek sorun, turistler nedeniyle aşırı kalabalık olması. Nispeten ucuza yenebilen taze ve lezzetli ürünler nedeniyle buraya ilgi çok fazla. Bir kitapta, bu nedenden ötürü, yerli halkın normal alışverişini sabahın erken saatlerinde yapmayı tercih ettiğini okudum. La Boqueria’da ayrıca, yemek pişirme ve genel gastronomi kursları da düzenleniyor. Arzu ederseniz, çeşitli tezgahlarda tadım içeren, turlar da var.
Evet… Giriş olarak bu farklı konulara kısaca değindikten sonra şimdi, yazımın asıl konusuna geçebilirim. Roma İmparatorluğu’nun Barselona’da bıraktığı izlere…
Her ne kadar yabancıların Barselona’yı ziyaretleri sırasında odak noktaları daha çok on dokuz ila yirminci yüzyıl ve bu dönemlerde yapılan eserler olsa da, şehrin çok daha eskilere giden, zengin bir tarihi var. Katalonya’da, milattan önceki bin yıl içerisinde, tarıma dayalı yerleşik düzene geçmiş insan toplulukları oluşmaya başlamış. M.Ö. 550 yılları civarında Grek tüccarlar buralara gelerek, ticaret üsleri kurmaya başlamışlar. Barselona’nın ilk olarak tarih sahnesinde belirmesi ise, İspanya’nın güneyindeki “Yeni Kartaca”dan gelen Kartacalılar sayesinde olmuş. M.Ö. 230 yılında, Hannibal’in babası, Hamil Barca şehri kurmuş ve kendi adını vermiş.
Romalıların bölgeye gelişi, babasının yerine geçen Hannibal’in, Katalonya’dan hareket ederek, Pirene ve Alp dağlarını aşması ve Roma’ya saldırması üzerine olmuş. Hepimiz Hannibal’in, ordusundaki fillerle beraber yaptığı bu zorlu seferi, orta okul ve lise tarih derslerinden hatırlarız. Bu saldırıya öfkelenen Romalılar, M.Ö. 218 yılında, sadece Barselona’yı değil, tüm İspanya’yı fethedecekleri seferlerine başlamışlar. Önce, Barselona’ya bir saat kadar mesafedeki Tarragona’yı, daha sonra, M.S. 3. yüzyılda, Barselona’yı baş şehir yapmışlar. Romalılar, Batı Roma İmparatorluğu’nun M.S. 476 yılında çökmesine kadar, Barselona’da kalmışlar. Bundan sonra şehir, Vizigotlar’ın eline geçmiş.
Kaldığımız süre boyunca, Barselona’da Roma İmparatorluğundan kalan eserlerin önemli bir kısmını görmeyi başardık. Şehrin Gotik bölgesine denk gelen Roma dönemi Barselona’sının üstüne, Orta Çağ boyunca koca bir şehir inşa edilmiş. Bu nedenle, kalıntıların büyük bir bölümünün üstünde başka yapılar var. Bazılarından hiçbir iz kalmazken, bir kısmı bu binaların bodrumlarında ortaya çıkarılmış. Milattan sonra üçüncü yüzyılda yapılan şehir surlarının bir kısmı da, sonradan yapılan binaların duvarlarının bir parçası haline gelmiş. Zamanında, 1250 metre uzunluğunda olan Roma surları, iki metre kalınlığında ve sekiz metre yüksekliğindeymişler. Orta Çağda şehrin büyümesi ve nüfusunun artması sonucu bu duvarlar çok kısıtlayıcı olmaya başlayınca, Kral Birinci James tarafından yıktırılmış ve Roma dönemi şehrinin on katı büyüklükte bir alanı çevreleyen yeni surlar yapılmaya başlanmış. Günümüzde bu bölge, Barri Gotic olarak biliniyor.
Gotik bölgede, özellikle Katedralin (Catedral de la Santa Creu i Santa Eulàlia) çevresi Roma dönemine ait kalıntıların yoğun olarak bulunduğu bir alan. Katedralin arka tarafındaki La Plaça del Rei meydanında bulunan iki önemli binanın dış duvarları aslında Romalılardan kalan duvarlar. Bunlardan birisi, Kristof Kolomb’un Karayiplerden getirdiği altı köle ve göz kamaştırıcı bir ganimet ile Kral II. Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın huzuruna çıktığı salonun (Saló del Tinell) da bulunduğu, Palau Reial Mayor sarayı. Diğeri ise, Santa Agata Kilisesi. 1302 yılında yapılmış olan bu kilise de Roma surlarının bir parçası. Her iki binayı da görebilmek için, Barselona Şehir Tarihi Müzesi’nden (Museu d’Historia de la Ciutat de Barcelona) girmeniz gerekiyor. Bu müzenin kapısını bulmak bir hayli zor oldu ama, değdi. Çok büyük olmayan meydanda bir hayli dolanmamız, birkaç görevliye sormamız ve bazı açılmayan kapıları zorlamamız gerekti. Sonunda, giriş kapısını bulduk. Bu konuda ısrarcı olmamın nedeni, söz konusu müzenin şehrin Roma tarihi açısından çok önemli olduğunu daha önce okumuş olmamdı. Müzede, Barselona’nın M.Ö. 1. ve M.S. 13. yüzyıl arası dönemine ait eserler bulunuyor.
Museu d’Historia de la Ciutat de Barcelona’nın en etkileyici bölümü, bodrumundaki eski Roma kalıntıları. Bu kalıntıların tamamının, tüm meydanın altını ve daha fazlasını kapsayacak şekilde, 4000 metre kare civarında olduğu belirtiliyor. Ancak, şu anda henüz tamamı gezilemiyor. Buna rağmen, yerin altında gezilebilen alandaki eserler insanı hayrete düşürmeye yetiyor…
M.S. 12-15 yıllarında Barselona’ya Romalılar tarafından verilen isim, Colonia Augusta Faventia Paterna Barcino ya da kısaca Barcino imiş. Şehir müzesinin altındaki kalıntılar sizi bu dönemin Barselona’sına, yani Barcino’ya götürüyor. 1943 yılında açılan müzede kazılar yapıldıkça, yeni bölümler halka açılmış. Kalıntıların üzerine ustaca yerleştirilmiş platformlarda yürüyerek, milattan sonra birinci yüzyıl Barselona’sındaki şehir duvarlarını, duvar dibinden giden yürüyüş yollarını, surlarda bulunan 78 kuleden birini, tekstil boyama ve yıkama atölyelerini, şarap imalathanesini, balık ve balık ürünleri işleme atölyelerini, hamam, ev ve mozaik yer döşemelerini gezebiliyorsunuz. Bunların dışında, mezarlık (nekropol) ve Hristiyan Roma dönemine ait kilise kalıntıları da mevcut. Hem Türkiye’de hem de dünyanın çeşitli yerlerinde çok sayıda arkeolojik yer gezdim. Ancak, Barselona Şehir Müzesinin bodrumundaki Roma şehri kalıntılarının sergilenişinin bir benzerine rastlamadım. Ravenna’daki Santa Eufemia kilisesinin bodrumunda bir Bizans sarayının kalıntılarını (Domus dei Tappeti di Pietra) gezmiştik ama, burada koca bir şehir vardı neredeyse.
Museu d’Historia de la Ciutat de Barcelona’dan çıkmadan önce, çıkış kapısının hemen iki tarafındaki, Santa Agata Kilisesini ve Saló del Tinell’i gezmeyi unutmayın. Biz, biraz da bir başka yere yetişme telaşı ile, bu iki yeri gezmeden müzeden çıkmışız. Sanırım bir başka neden de, söz konusu iki yerin de bu müzenin içinde olduğunu okuduklarımdan anlamamış olmamdı. Gerçi biz Barselona’ya gidince, beş gün boyunca hem her türlü ulaşımın hem de belirli müzelerin ücretsiz olduğu Barcelona Card almıştık. Bu nedenle, müzeye o günler içinde istediğimiz kadar gidebilme hakkımız vardı. Yine de, durumu anlayıp, birkaç gün sonra tekrar gittiğimizde, çıkış noktasındaki bu iki yeri gezebilmek için tüm müzeyi tekrar arşınlamak istemediğimizi anlatabilmemiz biraz zaman aldı. Sonunda, giriş gişesindeki kibar beyin yönlendirmesi (ve büyük olasılıkla, biz dışardan çıkış kapısına giderken ettiği telefon sayesinde) tersten müzeye girip, Santa Agata Kilisesini ve Saló del Tinell’i gördük.
Katedralin arka tarafında, Plaça del Rei meydanının yakınında bulunan Casa de l’Ardiaca da Barselona’daki Romalılara ait izler açısından önemli bir diğer yapı. Başpiskopos yardımcısı için on altıncı yüzyılda yapılmış bu binadan, Modernista mimariyi ele aldığım Barselona hakkındaki ikinci yazımda, kapısındaki posta kutusuna değindiğim zaman söz etmiştim. Günümüzde Tarihi Şehir Arşivinin bulunduğu bu binanın dış cephe duvarları da, aslında Roma dönemi surları. Bina, daha önce belirttiğim Santa Agata Kilisesi ve eski saray gibi, surlar kullanılarak yapılmış. Ayrıca, binanın fuayesindeki bir bölümden aşağı baktığınız zaman, surlardaki kulelerden birinin kalıntısını da görebiliyorsunuz.
Bu bölgede görebileceğiniz bir başka Roma dönemi sur kalıntısı, yine Katedralin yakınındaki, Frederic Mares Müzesi’nin bodrumunda bulunuyor. Heykeltıraş Frederic Mares i Deulovol’a (1893-1991) ait, inanılmaz zengin bir koleksiyonu barındıran müze, gezmekle bitmiyor. Biz sanırım müzenin üçte birini ancak görebildik. İşte bu müzenin bodrumdaki salonlarından birinde de, bir sur kalıntısı ortaya çıkarılmış.
Frederic Mares Müzesi ile ilgili hoş bir anımız oldu. Barselona’da tüm müzelerin bilet gişelerinde hangi ülkeden geldiğiniz soruluyor. Sanırım, bunu istatistik tutma amaçlı yapıyorlar. Burada da aynı soru ile karşılaştık. Artık alışmıştık zaten. Gişedeki hanıma İstanbul’dan geldiğimizi söyledik. Çıkarken, audio rehberimizi ve kulaklıkları gişedeki aynı hanıma teslim ederken, birdenbire ve biraz da utanarak, “Ben Fatmagül’ü çok seviyorum”, dedi. “Fatmagül’ün Suçu Ne?” dizisinden söz ettiğini anlamam birkaç saniye sürdü. “Aaa! Burada da mı gösteriliyor?” diye sorduğumda, gülerek, “Evet, tabii”, dedi. En az, Estonya’da, Talinn havaalanında, bizim Gümüş dizisini televizyonda gördüğüm zaman şaşırdığım kadar şaşırdım.
Barselona’daki bir diğer etkileyici Roma dönemi kalıntısı, M.Ö. birinci yüzyılda yapılmış olup, Augustus Tapınağı olduğu düşünülen kalıntılar. Bazı arkeologlara göre, 2007 yılında Tarragona’da ortaya çıkarılan tapınağın esas Augustus Tapınağı olduğu iddia edilse de, şu anda şehrin resmi kaynakları ve gezi kitapları burayı bu isimle belirtiyorlar.
Günümüzde tapınaktan geriye, Carrer del Paradis 10 adresinde, modern çağlarda yapılmış bir yapının avlusunda yükselen dört sütun kalmış. Ancak, dokuz metre yüksekliğindeki bu dört sütun oldukça heybetli ve etkileyici. Tapınağın kendisinin vaktiyle, 35 metre uzunluğunda ve 17,5 metre eninde olduğu düşünülüyor.
Barselona’da kaldığımız süre boyunca hava serin ve aşırı sıcak arasında gidip, geldi. Yağış olmadıktan sonra, bunda şikayet edilecek bir şey yok diye düşünüyorum. Hoş, yağmur da kar da yağsa, ben bir yere gezmek için gitmişsem, asla engel tanımam.
Hava güzel olduğu zaman, Plaça de la Seu’da bulunan Barselona Katedralinin önü bir şenlik yerine dönüyor. Bu hava, tüm çevre sokaklara ve küçük meydanlara da yayılıyor. Türlü türlü sokak çalgıcıları, gösteri yapanlar, çiçek satanlar… Hepsi, Santa Creu i Santa Eulàlia Katedralini gezmeye gelen ya da merdivenlere, banklara oturmuş turistlerin ilgisini çekme gayretinde.
Birinci yazımda, Sagrada Familia ile ilgili yazarken, söz etmiştim. Sagrada Familia için kimi zaman katedral ifadesi kullanılsa da, bu doğru bir tanımlama değil. Barselona’nın tek katedrali, Catedral de la Santa Creu i Santa Eulàlia. Çünkü, bir Hristiyan ibadethanesinin katedral olması, büyüklük ile değil, başında atanmış bir piskopos olup, olmaması ile alakalı. Tıpkı, İstanbul’da Saint Antoine Kilisesinin katedral olmayıp, Notre Dame Lisesinin avlusunda bulunan Saint Esprit’nin olması gibi.
Katedrali ilk gezme girişimimizde kapıdaki uzun kuyruğu görünce, vaz geçmiştik. Bunun bilet kuyruğu olduğunu düşündük. Dönüş yaklaşınca, artık kuyruğu göze almaya karar verdik. Kalabalığın nispeten az olduğu bir zamanda sıraya girdik ve aslında bunun bir bilet kuyruğu olmadığını, hızla ilerlediğini gördük. Sadece, içerideki kalabalığı kontrol altında tutmak için, ziyaretçileri aralıklı olarak içeri alıyorlardı.
Barselona Katedralinin yazımdaki yeri, burada bir zamanlar, Jupiter’e adanmış bir Roma tapınağının bulunmasından kaynaklanıyor. Şehir henüz Roma İmparatorluğu yönetimindeyken, M.S. 3. yüzyılın sonları ile 4. yüzyılın başlarında yaygınlaşan Hristiyanlaşma ile birlikte, tapınağın önemi azalmış. M.S. 313 yılında İmparator Konstantin’in Hristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesinden sonra burada, on yıl önce pagan Romalılar tarafından işkence ile öldürülen, on üç yaşındaki kız çocuğu Eulàlia adına bir kilise yapılmış. Sekizinci yüzyılda Arapların istilası sonucunda, yine aynı yerde bir cami inşa edilmiş.
Günümüzde gördüğümüz katedralin yapımına, 1298 yılında başlanmış. Tam olarak bitmesi ise, yirminci yüzyılın başına kadar sürmüş. Katalan stili Gotik olarak tanımlanan katedralin içi ferah. Yanlarda, 28 tane şapel bulunuyor. Ana altarın altındaki kriptte (bodrum), Katedralin ismini aldığı Azize Eulàlia’nın mezarı bulunuyor.
Katedrale ait, bende iz bırakan noktalar, koro bölümünü ayıran mermer duvar, koro bölümündeki 15. yüzyıldan kalma koltuklar, Aziz Benet şapelindeki Transfigürasyon freski ve Barselona kontu Ramon Berenguer I ve eşinin mezarları oldu. Berenguer ve eşi, Arap istilasından sonraki dönemde, 1058 yılında, burada bir Romanesk tarzı kilise yaptırmışlar.
Barselona gezimize kadar, Katalanlar ve Fransızlar arasında var olduğunu bildiğim sıkı bağın, tam olarak hangi tarihsel nedenlerden kaynaklandığını bilmiyordum. Bu vesile ile öğrendim ki, bu bağ yüzyıllar öncesine dayanıyor. Karolenj İmparatoru Şarlman (742-814), Pireneler’de bir tampon devlet kurmak isteyince, burada kendisine bağlı bir kontluk kurmuş. Böylece, 500 yıl kesintisiz devam eden bir Barselona Kontluk hanedanı başlamış. Önceleri Fransızların vasalı konumundayken, 1137 yılında Kont Ramon Berenguer IV ile Aragon tahtı varisi Petronila’nın evlenmesinden sonra, Barselona Kontları aynı zamanda Aragon Kralı olmuşlar.
Katedralin sahip olduğu güzelliklerden birisi de, 1448 yılında yapılmış olan, revaklı avlu ya da bahçe. Burada, Azize Eulàlia’nın öldüğü yaşı temsil etmek üzere, 13 tane kaz yaşıyor. Ayrıca efsaneye göre, İnebahtı (Lepanto) Savaşı sırasında Osmanlılara karşı savaşırken, bulunduğu gemiyi koruduğu iddia edilen, çarmıha gerilmiş bir İsa var. Avlunun bir köşesindeki havuzun ortasında ise, zarif bir Aziz George heykeli bulunuyor. Barselona’nın azizi, tüm canlandırmalarında olduğu gibi, ejderhayı öldürüyor. Bu küçük heykeli avluda epeyce aradım. Fotoğraflarından çok daha büyük olduğunu düşündüğüm heykelciği, tamamen tesadüf eseri görebildim.
Barselona’nın Roma dönemi açısından önemli bir diğer alanı Plaça de Sant Jaume. Burası Roma hakimiyeti döneminde, şehrin merkezi olan Forum bölgesi. Şehrin ana caddelerinin birleştiği bu meydanda aynı zamanda, daha önce ayakta kalan dört sütununu gördüğümüz, Augustus Tapınağı da bütün haşmetiyle yükseliyormuş.
Plaça de Sant Jaume, günümüzde de önemli bir meydan. Şehrin iki önemli yönetim binası burada. Bunlardan ilki, Casa de la Ciutat (Belediye Binası), 14. yüzyıldan kalma bir yapı. Tam karşısındaki, Palau de la Generalitat ise, 1403 yılından beri Katalonya Hükümet Binası. Binanın ana kapısının üstündeki Aziz George heykeli göz alıcı.
Plaça de Sant Jaume meydanı, hem festivallerin hem de siyasi protestolarında yapıldığı bir meydan. Barcelona’da kaldığımız süre boyunca sayısız kere geçtiğimiz bu meydanda biz de bir kere bir protestoya denk geldik. Yaşları orta yaşın bir hayli üstünde, kalabalık bir topluluk bir miting yapıyordu. Sahnedeki ateşli konuşmacının konuşması sık sık sloganlarla kesiliyordu. Anladığım kadarıyla, emekliler bir şeyleri protesto ediyorlardı.
Barri Gotic’in adı en çok geçen yapılarından Basilica de Santa Maria del Mar bazilikası da Roma döneminin önemli bir yapısının üstünde yükseliyor. Kimilerine göre şehrin en güzel ibadethanesi olan bu bazilika, on dördüncü yüzyılda, Barcino’nun amfi tiyatrosunun üstüne yapılmış. Mükemmel akustiği nedeniyle, günümüzde konserler için de sıklıkla kullanılıyormuş.
Santa Maria del Mar Bazilikası, o dönemin benzer yapılarının aksine, 55 yıl gibi çok kısa bir sürede tamamlanmış. Mimari açıdan bütünsel olmasının nedeni buna bağlanıyor. Bir diğer özelliği ise, yapımının tamamen bağışlarla finanse edilmiş olması. Aynı dönemde yapılan Katedral kral tarafından yaptırılırken, burası zengin tüccarlar, gemiciler, liman çalışanları ve yerel halk tarafından inşa ettirilmiş. Denizcilerin bu yoğun ilgi ve desteğinin nedeni ise, o dönemde Bazilikanın bulunduğu La Ribera semtinin deniz kıyısında olmasıymış.
Katalan Gotik tarzdaki bazilikanın, on beş ile on sekizinci yüzyıllar arasında yapılmış vitrayları çok güzel. Ayrıca, içerisi son derece ferah ve sade. Bunun nedeni, İspanya İç Savaşı (1936-1939) sırasında ateşe verilmesi ve çıkan yangında Barok altar da dahil olmak üzere, pek çok şeyin yanmasıymış.
Santa Maria del Mar Bazilikasını bulmamız çok zor olmadı. Burası, Barri Gotic’in denize yakın kısmında yer alıyor. Biz tam, bazilikanın bir ucunun bulunduğu, Placeta Montcada’ya dönmek üzereyken, sokağın sağ tarafındaki duvarın dibinde yaşlı bir adam gözüme çarptı. Sulu boya resimler satıyordu. Bunları kendisinin mi yaptığını sordum. Evet, kendisi yapıyormuş. Barselona’nın çeşitli yerlerinin, birkaç boyda, sulu boya resimleri vardı. İçlerinden, Carrer Bisbe sokağının resmedildiği bir tanesini seçtik. Gururla, arkasındaki etiketi gösterdi. Aziz Agusti Vell Ressamlar Topluluğundan, ressam Tomas Donagueda Bonavilla, yani kendisi yapmıştı… Üstelik, etikette her gün durduğu yer ve saat aralığı, telefon numarası ile birlikte, yazılıydı… Aldığımız resmi yavaş hareketler ve itina ile paket yaparken, benim aklıma birkaç yıl önce, yine böyle bir sulu boya resim satın aldığımız, Otranto’daki yaşlı ressam geldi…
Siz de Barselona’da Romalıların izini sürmek isterseniz, Barri Gotic’de görebileceğiniz birkaç su kemeri ve duvar kalıntısı daha var. Bir de, bizim kaldığımız otele çok yakın olduğu halde görmeye fırsat bulamadığımız, Plaça de la Vila de Madrid meydanında ortaya çıkarılmış bir nekropol, yani mezarlık olduğunu biliyorum. Okuduğuma göre burada, M.S. 2 ve 3. yüzyıllara ait yetmiş tane mezar, zamanın şehir duvarlarının dışındaki yolun yanında, sıraya dizilmiş olarak yapılmışlar.
Alışkanlığımızı bozmayalım ve Barselona üzerine bu yazımı da bir restoran ile bitirelim… Bu kez sözünü edeceğim restoran, Eixample semtinde, Boca Grande isimli, çok hoş bir yer. Passatge de la Concepcio 12 adresindeki bu restoran konusunda bir tanıdığımızdan tüyo almıştık. Doğrusu, Boca Grande’yi tavsiye eden genç ve güzel Barselonalıya teşekkürü bir borç biliyorum. Gerek atmosferi gerekse yemekleri çok beğendim. Servis biraz daha iyi olabilirdi ama, yemeklerin lezzeti o açığı kapadı. Aşırı bir kalabalık vardı. O nedenle, rezervasyonsuz gitmenin pek mümkün olduğunu düşünmüyorum. Aldığımız peynir tabağı, kızarmış nefis padron biberleri, ançüez, morina balığı kroket ve yanında kabak çorbası olan peynirli bir tapas o kadar lezzetli ve doyurucuydu ki, ana yemeğe gerek kalmadı. Hepsinin ardından dondurma ve kahve mükemmel oldu…
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Antoni Gaudi i Cornet 1878 yılında, ünlü Escola d’Arquitectura de Barcelona’dan mezun olurken, mimarlık okulunun Direktörü Elies Rogent şöyle demiş:
“Bu diplomayı bir deliye mi, yoksa bir dâhiye mi verdiğimizi bilmiyorum; bunu sadece zaman gösterecek”
Ve zaman göstermiş… Gaudi, henüz ölmeden, bir dahi olarak kabul edilmiş. Modernistaakımının bir üyesi olmakla beraber, yarattığı eserler ile kendine özgü bir tarzı olduğunu kanıtlamış. Şöhreti, ülkesinin sınırlarını aşmış…
Benim, fotoğraflar dışında, Gaudi’nin eserleri ile ilk tanışmam, 2011 yılında Mayorka (Mallorca) adasında oldu. Mayorka’nın, La Seu olarak da anılan, 1229 yılında yapılmış ünlü katedralinde Gaudi’nin izleri vardı. Piskoposun talebi üzerine Gaudi burada, 1901-1914 yılları arasında restorasyon çalışmaları yapmış, bu arada, bazı ilaveler yapmaktan da geri durmamış. Altarın üzerine doğru, bir taç gibi, tavandan sarkan şamdan, yenilenen vitraylar, hatırladığım güzellikler… Ama şüphesiz, bu sıra dışı mimarın yaratıcı dehasını tam olarak kavrayabilmem için, onun Barselona’daki eserlerini görmem gerekiyormuş…
Gaudi, 25 Haziran 1852 yılında, Katalonya’da, Reus’da doğmuş. Bazı kaynaklara göre ise, Reus yakınlarında bir köy olan, Riudoms’da doğmuş. Ailesi, demir ve bakır işçiliği ile uğraşıyormuş. Gaudi’nin genç yaşlarda dedesine ve babasına bu konuda yardım etmesi ona, ilerde üç boyutlu tasarım ve malzeme kullanımı konusunda sağlam bir alt yapı sağlamış.
Öte yandan, çocukken ve ilk gençlik çağlarında, romatizma nedeniyle zayıf bir bünyesi olan Gaudi, yaz aylarında Riudoms’daki evde, uzun süre dinlendiği dönemler geçirmiş. Böylece, doğayı ve kurallarını inceleme fırsatı bulmuş. Bu da, ileride yaratıcılığını olumlu etkilemiş. Yarattığı eserlerin güzel, farklı, hatta çılgın olmak dışında, amacına uygun, sürdürülebilir ve etkin olmasını sağlamış.
Gaudi, 1870 yılında mimarlık okumak üzere Barselona’ya gelmiş. Eğitim masraflarını karşılamak için, bir yandan da çalışmak zorunda kalmış. Tutarsız bir öğrenci olsa da, daha o dönemde yeteneğinin fark edilmesi, hocaları ile birlikte bazı projelerde çalışmasını sağlamış.
Gaudi’nin mezun olmadan önce çalıştığı projelerin içinde en ünlüsü, Parc de la Ciutadella’daki ünlü, şelaleli havuz. Genç Gaudi, mimar Josep Fontsere tarafından tasarlanan bu havuz projesinin hem tasarımına hem de yapılmasına katkıda bulunmuş. Fontsere onu, belli noktalarda tamamen özgür bırakmış. Günümüzde, hem bu havuzda hem de parkın diğer yerlerinde yapılan restorasyonlarda ortaya çıkan imzaları nedeniyle, genç ve yetenekli Gaudi’nin bu parka katkılarının eskiden bilinenden çok daha fazla olduğu düşünülüyor. Parc de la Ciutadella’ya bir başka yazımda daha ayrıntılı olarak değineceğim.
Mezun olduktan sonra, Gaudi’nin ilk işlerinden biri, Barselona Şehir Konseyi tarafından kendisine sipariş verilen sokak lambaları olmuş. Günümüzde, Plaça Reial’de görebileceğiniz bu iki lamba, 1879 yılında yerlerine konmuş. Taş bir kaide üzerinde, altı kollu olan bronz ve dökme demir lambaların direkleri, asma yaprakları ve ortadaki Barselona şehir arması ile süslenmiş. Lambaların üst kısımları ise, en etkileyici yerleri. İki yılanın sarılı olduğu ana direğin en tepesinde, kanatlı bir miğfer ile, Roma tanrılarından Merkür (Yunanlılarda Hermes) temsil edilmiş. Her ne kadar, Merkür aynı zamanda yolcuların, nakliyecilerin, hırsızların ve dolandırıcıların koruyucusu olsa da, Gaudi bu semboli, onun dükkancıların ve tüccarların da tanrısı olmasından dolayı koymuş.
Gaudi’den, 1890 yılında yapması istenilen diğer iki lambayı ise, Pla de Palau’daki belediye binalarının önünde görebilirsiniz. Üç kollu olan bu lambalar ile Plaça Reial’dekilerin arasında benzerlikler olsa da, tepeleri farklı. Merkür’ün miğferi yerine, bu lambaların tepesinde, yine yılanların sarılı olduğu, ters olarak yerleştirilmiş, birer taç var. Söylendiğine göre, Gaudi’nin Barselona için yaptığı iki tane daha sokak lambası varmış. Ancak, bunlar kayboldukları için, günümüze ulaşamamışlar.
Gaudi gençlik yıllarında, iyi yemek yemeyi, iyi giyinmeyi ve yaşamayı seven, tiyatro, konser ve sosyal toplantılara giden bir insanken, zaman içinde, mimari dehasının en çarpıcı ürünlerini vermesine paralel olarak, tüm bu alışkanlıklarını teker teker bırakmış. Giderek toplumsal hayattan çekilmiş. Dini inançları kuvvetli, çok az yemek yiyen, üstüne başına önem vermeyen bir insan haline gelmiş. Öyle ki, ömrünün 43 yılını verdiği ve son yıllarda yaşadığı Sagrada Familia (*) kilisesinin yakınlarında, bir tramvay çarpması sonucu yaralanıp, hastaneye kaldırıldığı zaman, onu önce kimse tanımamış. Ünlü mimar Gaudi olduğunun anlaşılması bir hayli vakit almış. Kazadan iki gün sonra öldüğü zaman ise, binlerce Barselonalı cenazesine katılmış.
Şüphesiz, genç Gaudi’nin hayatındaki dönüm noktası onun, politikacı, girişimci ve sanayici, Eusebi Güell ile tanışması olmuş. Daha sonra Kral tarafından Kontluk unvanı da verilen Güell, sanatçıları daima korumuş ve desteklemiş. İş birlikleri uzun yıllar sürecek olan ikili, 1878 Paris Dünya Fuarı vesilesi ile birbirlerini tanımışlar. Gaudi’nin, fuara katılan, eldiven perakendecisi Esteve Comella için tasarladığı vitrin düzenlemesini çok beğenen Güell, bu yetenekli mimar ile çalışmaya karar vermiş. Önceleri, mobilya tasarımı gibi ufak tefek siparişler vermiş. 1886 yılında, Gaudi koruyucusundan ilk önemli işini almış. Güell kendisinden, şehirde geniş ailesi ile birlikte oturabileceği bir saray tasarlamasını istemiş. Palau Güell’in yapımına böylece başlanmış.
Daha önce belirttiğim gibi, Barselona’da Art Nouveau binalar ağırlıklı olarak Eixample semtinde yapılmış. Palau Güell ise, şehrin eski tarafında bulunuyor. La Rambla’da, sahile doğru inerken, sağ koldaki ara sokaklardan birinde. Etkileyici girişine rağmen, insan ilk anda binanın özelliğini ve güzelliğini tam olarak algılayamıyor. İslami ve gotik mimarinin izleri ile bezeli yapıyı gezdikçe hayranlığınız artıyor. Yapımı dört yıl süren binada taş, ahşap, seramik, cam ve demir işçiliği müthiş bir ahenk içinde. Tasarladıklarını gerçekleştirebilmek için Gaudi, çok geniş bir sanatçı ve usta ekibiyle birlikte çalışmış.
Palau Güell, estetik olduğu kadar, çağının çok ötesinde olduğunu düşündüğüm, fonksiyonel özelliklere de sahip bir yapı. Sagrada Familia da dahil olmak üzere, gezdiğimiz diğer eserlerinde olduğu gibi, Gaudi burada da doğal ışıktan faydalanma ve havalandırma konuları üstüne çok düşünmüş ve çözümler üretmiş. Öte yandan, bu teknik çözümlerini Modernista akımının genel kuralları ve kendi estetik zevki ile süslemeyi de ihmal etmemiş. Buna en güzel örnek, binanın çatısındaki bacalar. Aslında, Gaudi’nin her yaptığı yapıda, farklı bir şekilde tasarlanmış ya da süslenmiş bacalar hep sıra dışı. Çarpıcı ve güzel olmalarının yanında, bu bacaların bir kısmı ısıtma sisteminin, bir kısmı ise havalandırmanın bir parçası.
Pala Güell’in girişi, yüksek tavanlı, geniş bir mekan. Sokaktan içeri girilen, harika bir demir işçiliği ile süslenmiş, iki kemerli kapı da, aynı şekilde, yüksek. Bunun nedeni, üst katlara çıkan, görkemli bir merdivenin bulunduğu bu antreye, at veya atlı araba ile girilmesini mümkün kılmak içinmiş. Merdivenler ve sahanlık bölgesinde görülen taş işçiliği, demir ve vitray süslemeler, sarayın diğer kısımlarında göreceklerinizin ufak bir habercisi sadece…
Yukarı çıkmadan, zeminin alt katında gezilen bölge, atlar için ahır ve arabaların çekileceği alan olarak tasarlanmış. Tıpkı, günümüzdeki binaların altına yapılan garajlar gibi. Buraya, eğimli, taş döşenmiş bir koridor ile iniliyor. Eğim ve malzeme, atların kaymasını önleyecek şekilde seçilmiş. Tuğla duvarlı mekan, doğal bir havalandırma sistemine sahip.
Palau Güell’in yaşamsal alanı güzelliklerle dolu. Misafir salonu, konser salonu ve muhteşem orgu, yemek salonu, oturma odası, yatak odaları, oyun odaları ince detaylar ile bezeli. Tüm odalarda, Akdeniz güneşinden faydalanılırken, sıcağından korunmanın çareleri, estetiği ihmal etmeden, bulunmuş.
Palau Güell ziyaretimizle ilgili beni üzen nokta, anlayamadığımız teknik bir aksaklık nedeniyle, çektiğimiz fotoğrafların çoğunun yok olmuş olması… Sanki, teknolojik bir kara delik tarafından yutulmuş gibiler. O nedenle, burada sadece, elimdeki az sayıda fotoğrafı paylaşabiliyorum.
Güell ailesi, yirminci yüzyılın başına kadar Palau Güell’de oturmuş. 1945 yılında, ailenin en küçük kızı bu güzel sarayı, Barselona Şehir Konseyine devretmiş. Palau Güell, 1984 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine girmiş.
1900 yılında, iş adamı Güell büyük bir arazi satın almış ve Gaudi’den, buraya çocukları için bir park yapmasını istemiş. Böylece, günümüzde Barselona’da en çok gezilen yerlerden biri olan Parc Güell’in yapımına başlanmış. Bu arada, aile de parkın arazisinin içindeki Casa Larrard’a taşınmış. Gaudi, klasik stilde yapılmış bu binada ufak tefek değişiklikler yapmış. Ama yapıyı fazla değiştirmemiş. 1931 yılından beri bir okul olarak kullanılan binayı, parkı ziyaret ettiğiniz zaman, tel örgülerin arkasından görebiliyorsunuz. Parkın içindeki, mimar Francesc Berenguer’in yapımı bir diğer binada, Gaudi uzun yıllar yaşamış. Ölmeden bir süre önce, en büyük tutkusu haline gelen, Sagrada Familia’da yatıp, kalkmaya başlamış. Şimdi bu ev de, Gaudi’nin Evi adı altında, ayrı bir müze. Park girişinin dışında bir ücret ödeyerek, gezebiliyorsunuz.
Özellikle giriş kapısındaki bekçi binaları, ana merdivenlerindeki dev kertenkele ve umulmadık yerlerde karşınıza çıkan masalsı yaratıklar nedeniyle, Parc Güell insanda bir Disneyland izlenimi yaratıyor. Bu nedenle olsa gerek, burası Barselona’da en çok çocuğu bir arada gördüğümüz yer oldu. Güell ailesi, Eusebi Güell’in ölümünden sonra, parkı Barselona Şehir Konseyine satmak üzere teklifte bulunmuş. 1922 yılında satış gerçekleşmiş ve park, dört yıl sonra halka açılmış. Ancak, ondan çok önce de, Teatre Grec veya Doğa Meydanı (Nature Square) denilen alanda, halka açık ulusal bayram kutlamaları ve spor karşılaşmaları yapılırmış.
Parka gitmeden önce, biletinizi almanız önemle tavsiye ediliyor. Nitekim, biz de öyle yaptık ve iyi ki de bu öneriye kulak vermişiz dedik. Kapıda, bilet almak ve içeri girmek için uzun bir kuyruk oluyor. Parkın birkaç girişi var. Ana giriş, Carrer d’Olot’dan. Ancak, biletinizi önceden, internetten aldıysanız, diğer girişlerden de girebilirsiniz. Burada önemli olan, biletinizde belirtilen saat aralığında mutlaka orada olmanız. Eğer bu zamanı geçirirseniz, sizi içeri almıyorlar. Biz, gitmeden önce okuduğum bir öneriye uyarak, parka üst taraftan girdik. Bunun avantajı, parkı yokuş aşağı inerek, gezebilmeniz. Ancak, o kapıya ulaşmak için, metrodan sonra tırmanmamız gereken yokuş çok daha dik ve yorucu idi. Üstelik, giriş kapısını bulmamız da biraz vakit aldı. O nedenle, ben size ana kapıdan girmenizi öneririm.
Parkın demir giriş kapısı, dikkat çekici. Bu kapı, Gaudi’nin 1883-1885 yıllarında bir başka aile için yaptığı, yazlık ev Casa Vincens’den getirilmiş. Gaudi’nin ilk önemli eseri olduğu belirtilen bu yapı da Unesco Dünya Mirası listesinde ve gezilebiliyor. Ancak, bizim gezmeye vaktimiz olmadı.
Biz parkı gezerken, en üstteki Doğa Meydanı bir restorasyona girmek üzereydi. Meydanı naylonlarla kaplamaya başlamışlardı ama, yine de, kırık seramik kaplı oturma yerlerini görebildik. Okuduğuma göre, şimdi burası bir süreliğine tamamen kapatılmış. Orijinal ismi Yunan Tiyatrosu olan, büyük gösterilerin yapıldığı bu alan, kısmen kayaya oyularak, kısmen de hemen altındaki, Hipostil Odası denilen mekanın Dorik sütunlarının üstüne oturtularak yaratılmış. Gaudi, yukardaki meydanda biriken yağmur sularının, alttaki sütunlu odanın saçak kısmında yaptığı oluk ve filtreleme sistemi ile, en alttaki su deposuna dolmasını sağlamış. Girişin tam karşısındaki merdivenlerin dibinde, bütün azameti ile sizi karşılayan ve gerektiğinde ağzından su akan ejderhayı da, depodaki su seviyesini ayarlamak için kullanmış.
Barselona’da kaldığımız sürede, Palau Güell dışında, Gaudi’nin eseri olan konutlardan iki tanesini daha gezme fırsatımız oldu. Bunlar aynı zamanda, mimarın en çok adı geçen evleri. İlk olarak, Passeig de Gràcia 92 numarada bulunan Casa Mila’yı (La Pedrera olarak da anılmaktadır) gezdik. Burası, Pere Mila ve eşi Roser Segimon tarafından, Gaudi’ye sipariş verilmiş bir apartman kompleksi. Aile Gaudi’den, alt katta kendileri için bir daire, üst katlarda da kiraya verebilecekleri daireler yapmasını istemiş. 1906-1912 yılları arasında yapılan bu büyük apartmanda hala bazı dairelerde oturanlar var. O nedenle, binayı gezerken, fazla gürültü yapılmaması rica ediliyor. Kimi dairelerde de, Casa Mila’yı yöneten vakıfa ait ofisler bulunuyor.
Casa Mila, iki ayrı avlusu olan, çok modern bir bina. Gaudi, apartman sakinlerini düşünerek, binanın altına bir park alanı yapmış. Ama, aradan geçen yirmi yılda atlı arabaların yerini motorlu arabaların alması nedeniyle, Palau Güell’deki gibi bir ahır ve atlı arabaların çekildiği bir mekan yerine, otomobiller için bir garaj yapmış. Bina, Gaudi’nin tüm eserlerinde olduğu gibi, doğal gün ışığından maksimum derecede yararlanılabilecek şekilde tasarlanmış. Hem ortadaki avlulara hem de dışarıya cephesi olacak şekilde yerleştirilmiş daireler son derece aydınlık. Bazı bölgeleri, adeta bir ışık seli içinde.
Binanın dördüncü katındaki temsili daire sayesinde, 1900’lerin başında, Barselonalı zengin bir burjuva ailenin yaşadığı tipik bir daireyi görebiliyorsunuz. Salon, yemek odası, yatak odaları, hizmetçi odası, ütü odası, banyolar, hepsi dönemin mobilyaları ile döşenmişler. Apartmanda, üç tane merdiven ve iki tane asansör buluyor.
Casa Mila’nın dış cephesindeki, dalgayı andıran hareketlilik, yapıya çok modern bir hava veriyor. Ayrıca balkon demiri görevini gören süslemeler, çağdaş bir geri dönüşüm anlayışı ile, kullanılmış araba lastiklerinden yapılmış. Ancak, binadaki asıl şaşırtıcı unsurlar, sizi üst katlarda bekliyor. Öncelikle, tavan arasında görülen kemerler silsilesi insanı büyülüyor. Buradaki 270 kemer, bir üst kattaki terası da ayakta tutuyor. Apartman dairelerinin çamaşır yıkama alanı olarak planlanmış tavan arası, terastaki bacalar yardımı ile, aynı zamanda binanın havalandırmasının da düzenlendiği bir alan.
Binanın dış cephesi gibi dalgalı bir zemini olan terastaki, uzay yaratıkları benzeri, dikitler çok çarpıcı. Bunların çok az sayıda olan birkaç tanesi süsleme amacıyla yapılmış. Kalanlar ise, ya ısıtma sisteminin ya da havalandırmanın bacaları. Sanırım, gençler için binanın en ilgi çekici yeri, tepedeki bu teras. Çünkü, dışarı adımınızı atar atmaz, kendinizi Star Wars filmlerindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz.
İnsanoğlu çelişkilerle dolu… Gaudi, Casa Mila ile, çağının çok ötesinde bir apartman yaratmış. Öte yandan, bu dönemde kendini artan bir şekilde dine vermeye başlamış. Aklı fikri Sagrada Familia’nın yapımına hız vermekte imiş. Bu nedenle, aslında bu binayı epeyce bir ısrardan sonra, biraz da gönülsüzce yaptığı söyleniyor. Yapımı sırasında, hem mal sahibi ile hem de Barselona Şehir Konseyi ile ihtilafa düşmüş. Hatta Pere Mila ile mahkemelik olmuş. Davayı kazanınca, aldığı tazminatı bir manastıra bağışlamış. Casa Mila, 1984’ten beri UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alıyor.
Casa Mila ve Parc Güell’i gezdiğimiz gün, son olarak, Gaudi’nin bir başka şaheserini de gezdik. Barselona’da bir haftadan fazla kaldığımıza göre, Gaudi’nin yaptığı evler içinde çok özel bir yeri olan Casa Batlló’yu görmeden gitmek olmazdı…
Casa Batlló da, Casa Mila gibi, Passeig de Gràcia caddesinde, 43 numaralı bina. Bir önceki yazımda bahsettiğim, Modernista mimar Josep Puig i Cadafalch’ın eseri, Casa Amatller’in tam yanındaki bina. Ancak, Casa Batlló çevredeki yapıların hiçbirine benzemeyen, çok faklı bir apartman. Dış yüzeyindeki renkli, kırık seramik kaplama kimilerince bir ejderhanın pullarına benzetiliyor. Salvadar Dali gibi, kimileri de bunun deniz dalgalarını sembolize ettiğini düşünüyor. Yekpare demirden yapılmış balkonlar genellikle maskelere, çatının pullu ve kavisli yapısı ejderhaya, önündeki haç da, Aziz George’un ejderhaya sapladığı kılıca benzetiliyor. Yine ejderha benzetmesini benimseyenler, zemin kattaki kemerleri ejderhanın bacakları olarak tarif ediyorlar. Tüm bu yorumlar sadece birer tahmin çünkü, Gaudi bu konuda hiçbir zaman bir açıklamada bulunmamış. Her ne olursa olsun, bina son derece değişik ve büyüleyici. Üstelik, gündüz ayrı gece ayrı güzel…
Başta, mülk sahibi Josep Batlló i Casanovas Gaudi’den, burada önceden var olan bir binayı tamamen yıkıp, yeniden yapmasını istemiş. Ancak Gaudi kendisini, binayı yıkmadan yenileme konusunda ikna etmiş. Bina, 1904-1906 yılları arasında yenilenmiş. Cephesi ve çatısı dışında, binanın içi, apartman daireleri yeniden düzenlenmiş. Günümüzde hala çalışmakta olan asansör eklenmiş. İçeride, bazı noktalarda gerçekten suyun altındaymışsınız hissi veren büyülü bir hava yaratılmış. Ailenin oturduğu birinci kattaki dairenin, ana caddeye bakan salonu özellikle çok güzel. Arka taraftaki teras ise, bir bahçe büyüklüğünde.
Gaudi, Casa Batlló’yu yaparken en ince ayrıntıya kadar düşünmüş. Kapı ve pencere çerçeveleri, kulplar, lambalar ve aplikler bile, özel olarak tasarlanmış. Ayrıca, kadınların ve erkeklerin farklı anatomilerini dikkate alarak sandalyeler ve farklı mobilyalar yaptırmış.
Ben, kendi adıma, Casa Batlló’yu gezerken büyülendim… Burada yaşamanın nasıl olabileceğini düşünüp, durdum. Yüz yıldan fazla bir zaman önce yapılmış bu bina öylesine çağdaş ve modern ki, insan günümüzde burada rahatlıkla yaşayabileceğini düşünüyor. Bir de, hem estetik güzellik hem fonksiyonellik, insanın gözüne sokulmadan sağlanmış. Gaudi’nin her zaman yaptığı gibi…
Gaudi’nin Barselona ve civarındaki eserleri, benim bu yazıda yazdıklarımla sınırlı değil. Şehrin içinde bile görmeye vakit bulamadığımız, Casa Vincens ve Casa Calvet gibi yaptığı evler var. Onları da artık, bir sonraki sefer görürüz dedik…
Yurtdışına gidince, sadece müze geziyoruz sanılmasın. Yabancı bir ülke ya da şehri tanımak için, gündelik hayatın içine karışıp, insanları gözlemlemek de gerekiyor. Güzel bir kafede yorgunluk atmak, pazarları dolaşmak, şehrin yerlilerinin tercih ettiği yeme içme yerlerine gitmek bunun için ideal.
Casa Batllo’dan sonra, biraz dinlenmek iyi olur diye düşündük. Otele dönmek için Plaça de Catalunya’dan geçerken, köşedeki Cafe Zurich’de bir kahve içelim dedik. Daha önce, buranın bir zamanlar ünlü bir yer olduğunu, yazarların, sanatçıların, entelektüellerin buluşma yeri olduğunu okumuştum. Bu ne kadar zaman önceydi, bilemiyorum ama, şu anda hiçbir özelliği kalmamış görünüyor. Bir kere aşırı kalabalık. Garsonlar ise, aşırı yavaş ve bıkkın. Sanırım burası da, Paris’teki benzer kafelerin akıbetine uğramış. Şehrin kültürel panoramasında sadece bir anı olarak kalmış.
Son olarak, Eixample semtinde çok memnun kaldığımız iki restorandan söz etmek istiyorum. Bunlardan ilki, yaklaşık bir seneden beri Barselona’da oturan ve genç bir çift olan dostlarımızın bizi götürdüğü bir tapas bar. Çeşitli kaynaklardan, tapas konusunda bir efsane olarak kabul edildiğini öğrendiğim Ciutat Comtal’ın şöhretinin, hak edilmiş olduğuna şahitlik yapabilirim. Yediğimiz çeşit çeşit, leziz tapasların içinde, özellikle yengeçli ve kaz ciğerli olanların tadı damağımda kaldı doğrusu. Önden içtiğimiz bir sürahi sangria, ardından zevkle yudumladığımız kaliteli şaraplar ve keyifli sohbetimiz eşliğinde, saatlerin nasıl geçtiğini anlamadık.
Ciutat Comtal ile ilgili önemli bir uyarıda bulunmam gerekiyor. Burası, rezervasyon almayan bir işletme. O nedenle, bizim yaptığımız gibi, İspanyol ölçülerine göre akşam yemeği için erken bir saatte orada olmanızı öneririm. Bu da, yedi buçuk ile sekiz arası bir saat demektir. Buna rağmen, boş bir masa için, yine de barda beklemek durumunda kalabilirsiniz. Hiç dert etmeyin ve sangrianızı yudumlamaya başlayın…
İkinci restoran, Vinoteca Torres, Casa Batlló’ya yürüyerek dört dakika mesafede. Passeig de Gràcia 78 numarada. Burayı da, yemek zevki ve kültürüne çok güvendiğim bir arkadaşım önermişti. Ucuz sayılmayacak bir restoran ancak, gerek yemekler gerekse servis açısından pişman olunmayacak ciddiyette bir işletme. Torres ailesi kuşaklar boyunca şarap üretimi ile uğraşmış bir aile imiş. Benim düşünceme göre, zorlu bir süreç gerektiren şarap üretimindeki titizliği, restoran işletmeciliğinde de, aynen uyguluyorlar.
Biz, Vinoteca Torres’e oldukça geç bir saatte gittik. Öncesinde, Montjuic’te bulunan Sihirli Çeşme’deki (Font Magica) ışık ve müzik gösterisini izlemeye gitmiştik. Rezervasyonumuz vardı. Önce bize, ön taraftaki uzun ve yüksek masaları önerdiler. Ama biz, arkada tarafta ve yukardaki beyaz örtülü masalardan bir tanesini tercih ettik. Bizimle ilgilenen genç kız, şarap ve yemek önerilerinde son derece başarılı idi. Antre olarak, ançüez ve escalope carpaccio; ana yemek olarak cannelloni ve filet mignon çok lezzetli idi. Tatlı olarak, yine garsonumuzun önerisi üzerine yediğimiz, çikolatalı tatlı ve dondurmadan çok memnun kaldık.
Barselona’da sürdüğümüz izler bu kadar değil… Bir sonraki yazımda, farklı bir iz üzerinde olacağız…
________________________________
(*)- Sagrada Familia’ya, Barselona üzerine yazdığım ilk yazıda ayrıntılı olarak yer verdiğim için, bu yazımda tekrar değinmedim. Bakınız: Barselona (1): Nasıl Olmuş da Gitmemişim Bunca Zaman?
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Çocukken, topluluk içinde bir şeyi bilmediğimiz ortaya çıktığı zaman, mahcubiyetimizi, “Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp” diyerek örtmeye çalışırdık. Büyüklerimizin bizi öğrenmeye teşvik etmek için kullandıkları bu ifade, can simidimiz olurdu. Barselona’ya gidip de Gaudi’nin, deyim yerindeyse, buzulun sadece tepesi olduğunu, gerisinde koskoca bir Modernista akımı olduğunu öğrendiğim zaman aklıma yine o ifade geldi… Okudukça ve gezdikçe öğrendim ki mimari olarak bu akım, başta Gaudi’nin birkaç yaş büyüğü ve hocası olan Lluis Domenech i Montaner olmak üzere, geniş bir mimarlar topluluğundan oluşuyor. Ne Barselona sadece Gaudi demek, ne de Modernismo’nun en güzide eserleri sadece Sagrada Familia ya da Casa Batllo ve La Pedrera.
Modernista akımı kabaca, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında dünyada yayılan Art Nouveau’nun Katalan versiyonu olarak tanımlanıyor. Art Nouveau’nun en güzel örneklerini Paris, Londra ve Viyana’da görmek mümkün. Kişisel olarak bu şehirlere, iki yıl önce görüp, hayran olduğum Riga’daki Art Nouveau binaları da eklemeliyim. Görmeyi bilenler için, İstanbul’un Pera bölgesi de sayısız Art Nouveau örneklerle dolu. Ancak, benzerlikler olsa da, Katalan Modernizmi’ni ayıran en önemli özellik, politik bir alt yapıdan, Katalan milliyetçiliğinden beslenmesi ve resim, heykel, müzik, şiir gibi diğer sanat dallarını da kapsaması. Ayrıca, İslam, Rönesans ve Gotik mimari tarzlarından da etkilenmiş bir akım. Barselona ile birlikte, tüm Katalonya’da 2000 kadar Modernista eser olduğu belirtiliyor.
Birinci yazımda değindiğim, Barselona’nın on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında hızla sanayileşerek, zenginleşmesi, eski şehir duvarlarının yıkılarak, yeni Eixample semtinin inşa edilmeye başlanması, Modernista akımının da alt yapısını oluşturmuş. Ancak, esas dönüm noktası, 1888 yılında Barselona’da yapılan Dünya Fuarı olmuş. Bu önemli etkinlik için hazırlanma aşamasında genç, yenilikçi mimarlar, sanatçılar şehri eşsiz eserler ve parklarla donatmışlar. Sokak lambalarına kadar tasarladıkları Barselona’ya, yeni ve modern bir soluk vermişler. Tüm dünyadan milyonlarca sanayici, girişimci, mühendis ve sanatçıyı ağırlayan Barselona, böylece dünyanın belli başlı şehirleri arasına girmeyi başarmış. Fuar o kadar başarılı olmuş ki, 1929 yılında tekrar düzenlenmiş. Barselona’nın tarihi ve şehir olarak gelişimi biraz incelendiğinde, 1888 ve 1929 Dünya Fuarlarının önemi hemen göze çarpıyor. Alt yapı gelişimi ve zenginleşme açısından önemli üçüncü etkinlik ise, 1992 Olimpiyatları olmuş.
Mimarlıkta Modernista akımının belli başlı göstergeleri olarak üç özellikten söz ediliyor. Bunlardan ilki, binalarda bol miktarda doğadan ilham alınması, bitki, böcek ve ağaç figürlerinin çokça yer alması. İkincisi, çok değişik malzemelerin, inanılmaz estetik bir bütünlük içinde, bir arada kullanılması. Kiremit, beton, cam, seramik, demir işçiliği… Hepsi uyum içinde… Üçüncü özellik ise, yukarda belirttiğim Katalan milliyetçiliğinin bir simgesi olarak, ejderhaların bol miktarda kullanılması. Evlerden, çatılara, bahçe kapılarına ve parklara kadar bol miktarda kullanılan ejderhalar…
Barselona ile birlikte, tüm Katalonya’nın koruyucusu Aziz George (Sant Jordi) olunca, ejderhaların varlığından söz etmemek imkansız. Hristiyan geleneğine göre, Aziz George’un Türkiye sınırları içinde yaşamış olan, Yunan asıllı, Romalı bir asker olduğuna ve dininden vaz geçmediği için Romalılar tarafından öldürüldüğüne inanılsa da, birçok ülke onu koruyucu Azizi olarak kabul etmiş. Bu ülkeler arasında, Katalonya’nın dışında, İngiltere, Portekiz, Yunanistan, Litvanya, Bulgaristan, Gürcistan ve Rusya’yı saymak mümkün. Her ülke, Aziz George ve ejderha ile ilgili efsaneyi de, ufak tefek farklılıklarla, kendi topraklarına uyarlamış.
Katalan versiyonuna göre, bir zamanlar, Barselona’nın yaklaşık 100 kilometre doğusundaki Montblanc’da bir ejderha yaşarmış. Bu vahşi yaratık, tüm ülkeye dehşet saçıp, halkı alev saçan nefesi ile öldürüyormuş. Sonunda, ejderhayı yatıştırmak için ona her gün kurban sunmayı düşünmüşler. Ülkenin tüm koyunları tükenene kadar, her gün ejderhaya iki koyun verilmeye başlanmış. Sonrasında ise, kura ile seçilen genç kızlar kurban edilmiş. Günlerden bir gün kurada, Kralın kızı Prenses çıkmış. Genç kız, çaresizlik içinde, bembeyaz bir kıyafet giymiş ve dağın tepesindeki ejderhaya doğru yürümeye başlamış. Tam o anda, bembeyaz bir ata binmiş ve bir elinde kılıç, diğerinde kalkan olan Sant Jordi görünmüş. Ejderhayı öldürüp, hem prensesi hem de tüm ülkeyi kurtarmış. Bu sırada, ejderhanın fışkıran kanının toprağa değdiği yerlerde kıpkırmızı güller bitmiş. Sant Jordi, bir tanesini koparıp, prensese vermiş…
23 Nisan günü kutlanan Sant Jordi yortusu, Katalanlar için bir aşk ve sevgi günüymüş. İspanya’nın geri kalan bölgeleri 14 Şubat kutlamaları yaparken, Katalonya’da 23 Nisan günü erkekler kadınlara kırmızı gül alıyorlarmış. Aynı gün hem Cervantes’in hem Shakespeare’in ölüm yıldönümleri olduğu ve 1995 yılından beri de UNESCO tarafından Dünya Kitap Günü kabul edildiği için de, kadınlar da erkeklere kitap hediye ediyorlarmış.
Barselona’da, Modernista mimarlara ait çok sayıda eser var. Bunların çoğu, ünlü Passeig de Gracia caddesini merkez alan ve “Quadrat d’Or” (Altın Kare) olarak adlandırılan bölgede yer alıyor. Eixample’nin bir parçası olan bu bölge, on dokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başlarında Barselona’nın en zengin burjuvalarının, yenilikçi mimarlara bol kaynak ve özgürlük vererek, konutlar ve şirket binaları yaptırdıkları yer. Burası aynı zamanda, şehrin ilk olarak elektrik bağlanan bölgesi. O dönemden kalan sokak lambaları hala ana caddeyi süslüyor.
Yukarda ifade etmeye çalıştığım gibi, uluslararası alanda en çok Gaudi’nin ismi geçiyor olsa da, Barselona’da Modernista mimari sadece onun eserlerinden ibaret değil. Gaudi’nin dışında, özellikle, Lluis Domenech i Montaner ve Josep Puig i Cadafalch son derece etkileyici eserler bırakmışlar. Gezimiz sırasında, çeşitli eserleri aracılığıyla isimlerine rastladığım mimarlar arasında Joan Rubio i Bellver, Josep Fontsere, Josep Ma Pericas, Rafael Maso ve Francesc Berenguer i Mestres var. Çok daha başkalarının da olduğunu biliyorum.
Ağırlıklı olarak Eixample semtinde olsalar da, Modernista yapıtlar Barselona’nın çeşitli semtlerine dağılmış durumdalar. Şehrin Turizm Ofisi, “La Ruta del Modernisme” adını verdiği, çoğunlukla yürüyerek, zaman zaman ise otobüs veya metro ile izleyebileceğiniz bir rota hazırlamış. Yerdeki kırmızı gül şeklindeki işaretleri izleyerek dolaşabileceğiniz bu rota sizi, görülmesi önerilen yapıtlara götürüyor. Ancak, bir haftadan fazla bir süre kalmamıza ve dolu dolu gezmemize karşın, bizim hepsini görmemiz mümkün olmadı. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, Barselona kesinlikle birden fazla kere gidilmeyi hak eden bir şehir…
1850-1923 yılları arasında yaşayan Lluis Domenech i Montaner, Modernista akımının temel taşlarından birisi. Kendisi, mimarlıktan önce, birkaç dönem fizik ve doğa bilimleri de okumuş. 1899 yılında başkanı olduğu, Barselona’nın ünlü mimarlık okulu, Escola d’Arquitectura de Barcelona’yı yirmi yıl yönetmiş. Böylelikle, Modernista akımının doğmasında ve gelişmesinde çok önemli bir rol oynamış. Başta Gaudi ve Cadafalch olmak üzere, Modernista mimarların çoğunun hocası olmuş. Montaner, mimarlık alanının dışında, bir Katalan milliyetçisi ve ayrılıkçı olarak, politikada da çok aktif yer almış.
Montaner’in eserlerindeki, seramik süslemeler ve doğal gün (ya da gece) ışığı kullanımı çok etkileyici. Barselona’daki yapıtlarından, Hospital de Santa Creu i de Sant Pau ve Palau de la Música Catalana 1997 yılından beri UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Her ikisi de görülmeye değer yapıtlar. Bunların dışında, 1888 Dünya Fuarı için restoran olarak tasarladığı, daha sonra Zooloji Müzesi olan, Castell dels Tres Dragons (La Ciutadella parkının içinde) ve çeşitli konut binaları var.
Konutların arasında en ünlüsü, Eixample semtinin ana caddesi Passeig de Gràcia’daki, Casa Lleo Morera. Tepesindeki güzel kulesi ve dış cephe süslemeleri ile köşe başında zarif bir şekilde yükselen bu bina, 1864 yılında Casa Rocamora olarak yapılmış. Francesca Morera amcasından kalan evin yeniden yapımını 1902 yılında Montaner’e vermiş. Kulesinin yüksekliği, izin verilen kat yüksekliğini aştığı için, Barselona Şehir Konseyi ile inşaat sırasında bir ihtilaf yaşanmış. Ancak, özel bir izin çıkarılarak, sonunda iş tatlıya bağlanmış. 1906 yılında biten ve aynı yıl Barselona Şehir Konseyinden ödül alan yapıtın tamamlanmış halini, vefat ettiği için, Francesca Morera görememiş. İnşaat sırasında Montaner ile birlikte, Modernista akımının ünlü heykeltıraşları, sanatçıları, mozaik, cam, ahşap ve mobilya ustaları çalışmışlar. Ünlü heykeltıraş Eusebi Arnau’nın girişte bulunan heykelleri ve bazı mozaikler, maalesef 1943 yılında, alt katlar dükkan haline getirilirken, yok edilmişler. Ülkemizde sıkça rastladığımız bu, rant için güzelliklerin yok edilmesi olayının Barselona’da, böylesi güzel bir binanın da başına gelmesi ne acı…
Barselona’ya gidişimizin ikinci gününde, Palau de la Musica Catalana’yı gezdik. Burayı, hemen hemen her akşam yapılan konserlere giderek de görmek mümkün. Nitekim, biz de ertesi akşam bir konser için tekrar gittik. Ancak, hem bina hakkında daha ayrıntılı bilgilenmek hem de konser sırasında göremeyeceğimiz yerleri gündüz gözü görmek için, binada yapılan turlardan birisine katılmak istedik.
Palau de la Musica Catalana’nın (Katalan Müziği Sarayı) yapım öyküsü bir müzik topluluğu ile başlıyor. 1891 yılında, Lluís Millet ve Amadeu Vives adlı iki kişi, bir amatör koro kuruyorlar. Orfeo Catala isimini verdikleri bu topluluk, başta Katalan müziği olmak üzere, dünya koro müziğinin en mükemmel şekilde icra edilmesini ve yaygınlaştırılmasını hedefliyor. Günümüzde de faaliyetine devam eden koro, artık bir vakıf tarafından yönetiliyor. Hala amatör sanatçılardan oluşan koro bugüne kadar Daniel Barenboim, Simon Rattle, Richard Strauss, Camille Saint-Saëns, Pau Casals, Zubin Mehta, Frans Brüggen, Mstislav Rostropovitch, Charles Dutoit, Lorin Maazel ve daha pek çok ünlü şef yönetiminde konser vermiş. Koroya katılmak için, 25-60 yaş arasında herkes seçmelere katılabiliyor.
Kuruluşundan itibaren başarısı ve tanınırlığı sürekli artan Orfeo Catala topluluğunun, bir süre sonra kendisine ait bir konser salonu ihtiyacı doğuyor. Salonun yapımı, mimar Lluis Domenech i Montaner’e veriliyor ve finansmanı tamamen bağışlarla sağlanıyor. 1905 yılında başlanan inşaat üç yıl sürüyor. 1908 yılında tamamlanıyor. Bina, Katedralden yürüyerek çok uzak olmayan Sant Pere semtinde bulunuyor. Sokak arasında, aniden, bir mücevher gibi insanın karşısına çıkıyor.
Montaner, bu eşsiz binayı yaparken, merkeze yerleştirdiği metal konstrüksiyonu cam ile giydirerek, salonun daima doğal ışıktan yararlanmasını sağlamış. İçeriyi aydınlatan, gündüz gün ışığı, gece ise ay ışığı ile müthiş bir ambiyans yaratmış. Salonun her iki halini de görebilmek çok güzeldi doğrusu. Metal ve camın zihinde yaratabileceği soğuk imgeye karşın, Montaner kullandığı heykeller, mozaikler, buzlu camlar, demir işçiliği ve tuğla cephe ile birlikte, müzik kutusuna benzetilen, sıcak ve uyumlu bir bina yaratmış.
Palau de la Musica Catalana, tepesindeki seramik kaplı dev, yumurta benzeri eklentiler, cephesindeki heykeller, resimler ve seramik sütunlu balkonu ile, bulunduğu sokakta kendisini hemen fark ettiriyor. Binanın, iki sokağın birleştiği köşesinde bulunan, Aziz George’un ejderhayı öldürme sahnesinin canlandırıldığı heykel de çok güzel.
Binanın içi ayrı güzel. Özellikle fuayesindeki, seramik ve renkli camdan süslemeler göz alıcı. Camlar için eski şişelerin kullanıldığı belirtildi. Bazı çiçek motiflerinin ortasında bu şişe dipleri fark ediliyor. Birinci kattaki balkonun, hiçbiri birbirinin aynı olmayan “ağaçları” (sütunları) da çok hoş. Montaner burayı, insanların konser arasında çıkıp, hava alabilecekleri bir yer olarak tasarlamış.
Söylemeye hiç gerek yok. Binanın en etkileyici yeri, beklendiği üzere, konser salonu. 2200 kişilik bu salon, gerçek bir mühendislik, mimarlık ve estetik harikası. İnsanın ilk gözünü alan nokta, tepedeki dev ters kubbe. Renkli camdan yapılmış bu kubbede, merkezde güneşi andıran sarı renk, dışarı doğru ise, mavinin tonları hakim. Ayrıca, çepeçevre melekler var. Hem bu dev kubbe hem de yandaki pencereler sayesinde, konser salonu gündüz tamamen doğal ışık ile aydınlatılıyor. Bu açıdan, Avrupa’nın tek salonu olduğu söyleniyor.
Salonun diğer harikası, muhteşem sahnesi. Sahnenin sol tarafında, zamanında Orfeo Catala topluluğunun kuruluşuna ilham veren, Katalan besteci, Josep Anselm Clave’nin heykeli, sağ tarafta ise, altta Beethoven’in ve onun üstünde, Wagner’in Valkyries (Walküler) operasının bir canlandırması olan heykel ve kabartmalar bulunuyor. Clave’nin heykeli geleneksel Katalan müziğini, Beethoven’inki klasik dönem müziğini, Valkyries canlandırması ise, yenilikçi müziği temsil etmek üzere buraya konmuşlar. O dönemde, Wagner Barselona’da en yenilikçi besteci olarak kabul ediliyor ve çok seviliyormuş.
Sahnenin iç duvarlarında, Yunan mitolojisinden ilham alınmış, on sekiz tane ilham perisi heykeli var. Bunlar gündüz ayrı, gece konserleri sırasında aydınlatıldıkları zaman ayrı güzellikte görünüyorlar. Bir sonraki akşam gittiğimiz, Barselona Gitar Üçlüsü’nün konseri sırasında bu güzelliği doya doya seyrettik…
Barselona’ya gitmeden önce, Palau de la Musica Catalana’da bir konsere gitmenin hoş olacağını düşünmüş ve araştırma yaparken, o tarihlerde ünlü flamenco gitarcısı ve bestecisi Paco de Lucia (1947-2014) anısına düzenlenmiş bir konser olduğunu öğrenmiştim. Çok sevindim. Bir dönem, Paco de Lucia’yı İstanbul’a her geldiğinde izler, konserlerini kaçırmazdım. Kendisi gerçekten çok usta bir gitarcı idi. Sadece yetkin bir virtüöz olarak değil, inanılmaz duygu iletebilen bir sanatçı olarak çalardı her zaman. Ayrıca, konser sırasında flamenco müziği ve tarihi hakkında bilgilendirme yapardı. Konserlerin dışında bir de, Carlos Saura’nın efsanevi Carmen filminde gitar çalması aklımdadır hep. Muhteşemdi…
Paco de Lucia ile ilgili iki tane belirgin şey hatırlıyorum. Bir keresinde sahneye çıkıp, bir bacağını her zaman yaptığı gibi, yatay olarak öbürünün üstüne atarak, tam üç saat, hiç indirmeden çalmıştı. Konser sonunda, ayağa kalkıp, hiç sendelemeden yürüyünce, çok şaşırmıştım. O kadar saat ayağının uyuşmamış olmasına hayret etmiştim. İkincisi ise, İstanbul Festivali sırasında, bir konser öncesi, kendisi ile televizyonda yapılan bir söyleşi idi. En başında, programcı kendisine adının İtalyanca telaffuzu ile hitap ettiği zaman, kibarca ama biraz da bıkkın bir şekilde, düzeltme yapmış ve adını İspanyolca olarak birkaç kere tekrarlamıştı. Ünlü bir televizyon programcısının, söyleşi yapacağı kişinin adının doğru okunuşunu öğrenmeden program yapmasını çok yadırgamıştım.
(Efsanevi Gitarcı Paco de Lucia’dan ‘Entre Dos Aguas’ Parçasını Dinlemek İçin Tıklayınız.)
O akşam, Maestros de la Guitarra Espanola Flamenca ismi altında verilen konserde, Barselona Gitar Üçlüsü’nün dışında, iki tane de flamenco dansçısı vardı. Hem kulaklarımıza hem gözlerimize hitap eden, müthiş bir konser oldu. Paco de Lucia’nın anısına yaraşır bir konser… Ayrıca, konser salonunun gece büründüğü ambiyansın verdiği keyif de çok güzeldi. Barselona’ya giderseniz, gündüz gezmenin dışında, Palau de la Musica Catalana’da bir konsere gitmenizi öneririm. Pişman olacağınızı hiç sanmam. O masalsı havayı görmek için bile değer.
Konser çıkışı, otel yolunda gördüğümüz bir restoranda hafif bir yemek yedik. Saat on bir olmuştu. Barselonalılar için düzgün yemek yenebilecek bir saat olmasına karşın, biz tedbiri elden bırakmadık ve hafif bir şeyler yedik. Ne de olsa, o saatte yemek yemeye bünyemiz alışkın değil. Peynir tabağı, avokadolu karides ve taze ıspanak salatası, bir kadeh cava ile çok iyi gitti doğrusu…
Sant Pau Art Nouveau Sit Alanı olarak anılan yapılar topluluğu, Modernista mimari akımının en güzel örneklerinden birisi olarak adlandırılıyor. Lluis Domenech i Montaner’in eseri olan bu şaheser, 1916- 2009 yılları arasında, Santa Creu i de Sant Pau hastanesi olarak kullanılmış. Önceden yaptığım okumalarda dikkatimi çekmiş olsa da, buraya gitmeye kesin karar vermem, Sagrada Familia’daki rehberimizin mutlaka görmemizi söylemesi üzerine oldu. Gidince, ne kadar haklı olduğunu gördük.
Hospital de la Santa Creu i de Sant Pau hastanesinin tarihi, Orta Çağa kadar gidiyor. 1401 yılında, Barselona’daki altı hastane birleştirilerek kurulmuş. O zamanlar yeri, şehir merkezinde, günümüzün eski şehir tarafındaymış. On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru, artan nüfus ve tıptaki gelişmeler nedeniyle, daha modern bir hastaneye ihtiyaç duyulmuş. Katalan banker Pau Gil’in maddi katkısı ile, inşaata 1902 yılında başlanmış. Montaner’in ölümünden sonra, hastaneyi mimar olan oğlu tamamlamış. 1916 yılında bazı bölümleri açılsa da, hastanenin tam olarak faaliyete geçmesi 1930 yılında olmuş.
Montaner, hastaların doğa ile mümkün olduğu kadar iç içe olabilmeleri için, hastaneyi büyük bir bahçe içinde, on iki adet bina olarak tasarlamış. Bir tanesi ameliyathane olmak üzere, her bina ayrı bir tıp branşı için ayrılmış. Tüm binalar alttan, geniş tünellerle birbirine bağlanmış. Böylelikle, hem her türlü lojistik ihtiyacın hem de hastaların binalar arasında kolayca nakledilmesi sağlanmış.
Seksen yıldan fazla bir süre hizmet verdikten sonra, hastane 2009 yılında, başka bir semtteki, modern binalarına taşınmış. Günümüzde, binaların bir kısmı Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’ne bağlı kurumlar tarafından kullanılıyor. Onların dışındaki binalar, müze olarak düzenlenmişler.
Domenech i Montaner’in şehrin eski bölümü, Barri Gotik’te de çok zarif bir imzası var… Eskiden Katedralin arkasındaki Başpiskopos yardımcısının evi olup, günümüzde Tarihi Şehir Arşivini barındıran, on altıncı yüzyıldan kalma Casa de l’Ardiaca’nın restorasyonu, zamanında Montaner tarafından yapılmış. Çalışmanın sonunda Montaner, kapının yanına yerleştirdiği, üzerinde üç kırlangıç ve bir kaplumbağa olan posta kutusu ile, burada adeta Modernista bir iz bırakmış…
Barselona’da, bir diğer önemli Modernista mimar, Josep Puig i Cadafalch (1867-1956) tarafından yapılmış pek çok eser var. Biz ilk olarak, onun yaptığı evlerden Casa Marti’yi gördük. Mimarın pembe dönemi diye adlandırılan genç yaşlarına ait bu ev, 1896 yılında yapılmış. Dar bir sokaktaki yapı, gotik mimariden esinlenilerek yapılmış. Ufak bir Orta Çağ şatosunu andırıyor. Kırmızı tuğladan bina, vitraylar, demir işçiliği ve Eusebi Arnau tarafından yapılmış heykellerle süslenmiş. Köşesinde, Palau de la Musica Catalana’da olduğu gibi, bir Aziz George heykeli de var.
Casa Marti’nin giriş katında, tarihi El Quatre Gats Kafe-Restoranı bulunuyor. 1800’lü yılların sonuna doğru hizmet vermeye başlayan El Quatre Gats, 1903 yılına kadar sanatçıların, edebiyatçıların ve entelektüellerin buluşma yeri olmuş. Paris’teki ünlü Le Chat Noir tarzı olan bu mekanda, konserler verilmiş, edebiyat toplantıları düzenlenmiş. Genç Picasso ilk sergisini burada açmış. Kapısında, burası için Picasso tarafından yapılmış bir afişin kopyası bulunuyor. Afişin aslını, buraya çok uzak olmayan Picasso Müzesi’nde görebilirsiniz.
Barselona’daki Picasso müzesi, Carrer de Montcada sokağında, saray denebilecek beş tane büyük evin birleştirilmesinden oluşturulmuş bir mekanda yer alıyor. Binaların yapım tarihleri 13. ile 15. yüzyıl arası olarak belirtiliyor. Binaların hepsi, sivil Katalan gotik mimarisine sahip. En sonuncusu 18. yüzyılda olmak üzere, pek çok köklü yenilemeden geçmişler.
Katalan bir sanatçı olmamasına rağmen, Barselona’da geçirdiği yıllar Picasso (1881-1973) için hayatının çok önemli bir dönemi olmuş. Picasso, güney İspanya’nın Malaga kentinde dünyaya gelmiş. Babası da ressam olan Picasso, yedi yaşından itibaren babasından resim eğitimi almaya başlamış. Aile, Picasso’nun ablasının ölümünden sonra, 1895 yılında Barselona’ya taşınmış. Babası, Barselona Güzel Sanatlar Akademisinde ders vermeye başlamış. Oğlunun yeteneğinden emin olan baba Ruiz, Akademi yönetimini ikna etmiş ve Picasso okulun yüksek bölümünün sınavına girmiş. Başarılı olmuş. Diğer öğrencilerin en az yirmi yaşında olduğu sınıfta, on dört yaşında eğitim almaya başlamış. Barselonalı sanatçılar ve aydınlarla tanışmış. Ressamların bazıları ile ömür boyu sürecek dostluklar kurmuş, ilk sergilerini bu şehirde açmış. Barselona’da sadece iki yıl kalmış olsa da, Picasso hayatının bu döneminin önemini sık sık dile getirmiş.
1963 yılında açılan Barselona’daki Picasso müzesi, 4200 parçalık geniş bir koleksiyona sahip. Biz gezdiğimiz sırada, Picasso’nun Mutfağı isimli, Eylül 2018 sonuna kadar sürecek bir sergi de vardı. Sergide, aynı zamanda yemek pişirmeye meraklı olan Picasso’nun, mutfak, mutfak aletleri, gıdalar, restoranlar, kafeler ve yemekle ilişkisi, dünyanın çeşitli yerlerinden getirilmiş, tabloları üzerinden anlatılıyordu. Bunun yanında, kendi alışveriş listeleri, yemek tarifleri ve yaptığı çeşitli seramik eşyalar da vardı.
Orada en az üç saat geçirmiş olsak da, yorgunluktan, müzenin bazı salonlarını biraz üstünkörü gezdiğimizi itiraf etmek zorundayım. Çıkışta, müzeye gelirken görüp, gözüme kestirdiğim Story kafede dinlenmek çok iyi geldi. Burası, bizim Galata’daki tarihi mekanlar benzeri, bazı duvarları çok eskiden kalma, şirin bir yer. Önce çok lezzetli bir gaspaccio içtim. Ardından, bir veggie sandviç. Bunlarla birlikte, sıklıkla içtiğim sangria yerine, bir de bol buzlu beyaz vermut içince, ne yorgunluk kaldı, ne bir şey…
Josep Puig i Cadafalch’ın bir başka eseri olan Casa Amatller, mimarın çikolata fabrikatörü Antoni Amatller için yaptığı bir ev. Passeig de Gràcia caddesindeki ev aynı zamanda, Gaudi’nin ünlü evlerinden Casa Batllo’nun da tam yanında bulunuyor. Antoni Amatller mimardan, 1898 yılında aldığı bu evin yeniden yapımını istemiş. Bu süreçte, evin ön cephesi tamamen yıkılıp, yeniden inşa edilmiş. Amatller aynı zamanda bir fotoğrafçılık tutkunu olduğu için, çatı katında bir fotoğraf stüdyosu yapılmış. Evin giriş katı ve merdivenleri yeniden tasarlanmış. Elektrikle çalışan bir asansör ve ev sahibinin arabası için dönen bir platform eklenmiş. Ayrıca, mutfak ve banyolar yenilenmiş. Hem elektrik hem gazla çalışan lambalar konmuş. Bunların dışında, tabii ki, ev Modernista mimarinin ve Katalan milliyetçiliğinin süslemeleri ve simgeleri ile donatılmış. Günümüzde, evin giriş katında, Amatller marka çikolataların satıldığı bir dükkan ve bir kafe bulunuyor.
Denizden yüksekliği 213 metre olan Montjuic, Barselona’nın başlıca bölgelerinden biri. Burası, 1929 Dünya Fuarı vesilesi ile gelişmiş bir semt. Büyük parkları, müzeleri, sanat galerileri ve gece kulüpleri ile popüler bir yer. 1992 Olimpiyatları sırasında buraya, dünya standartlarında spor tesisleri de yapılmış.
Montjuic’te ilk anda göze çarpan bina, şehrin ulusal sanat galerisinin (MNAC) bulunduğu, Palau Nacional. Bunun önünde ise, Font Magica (Sihirli Çeşme) olarak adlandırılan, Art Nouveau stilde yapılmış, geniş havuzlu, bir çeşme var. Carles Buigas (1898-1979) tarafından 1929 Fuarı için yapılan çeşmede, haftanın belli akşamları, müzik ve renkli ışıklar eşliğinde, gösteri yapılıyor. Gittikçe kararan havada, ağırlıklı olarak klasik müzik ile eş zamanlı olarak, fıskiyelerin farklı renklere bürünerek, alçalıp, yükselmesi çok güzel bir görüntü. O kadar hoş ki, zaman zaman, izlemeye gelen binlerce kişi aynı anda ve yüksek sesle hayretini ifade etmeden yapamıyor.
Font Magica’nın önünde, Josep Puig i Cadafalch’a ait dört tane sütun bulunuyor. Bunlar aslen, 20. yüzyılın başında, Katalan bayrağının çizgilerini temsil etmek üzere konmuş. 1928 yılında Katalan sembollerinin yasaklanması üzerine imha edilmişler. Daha sonra, orijinallerine sadık kalınarak, tekrar yapılmışlar.
Cadafalch’ın Barselona’da, aralarında 1903-1905 yıllarında yaptığı ünlü Casa Terrades’in (Casa de les Punxes) de bulunduğu, en az on evin dışında, tasarımını yaptığı endüstriyel binalar da var. Bu tür yapıtlarının en ünlü iki tanesi, bir tekstil fabrikası ve bir şarap mahzeni. Günümüzde, CaixaForum adı altında bir sanat galerisi olan ilkini, Poble Espanyol’u gezmeye giderken dışardan gördük. Gezme fırsatımız olmadı. 1911 yılında, yanan bir fabrikanın yerine yapılan bu binada Cadafalch, üretim alanlarının bol ışık alan, havadar ve temiz mekanlar olmalarını hedeflemiş. Ünlü Codorniu şarapları için yaptığı mahzen, Barselona’nın güneyinde, Sant Sadurní d’Anoia’da olduğu için göremedik. Burası, 1976 yılında Ulusal Miras olarak ilan edilmiş.
Barselona’da, Modernista mimarların eseri olan yapıların bazıları tamamen, bazıları ise kısmen müze haline getirilmiş. Bir kısmını ise, gezmek hiçbir şekilde mümkün değil çünkü, hala konut veya iş yeri olarak kullanılıyorlar. Müze olan evlerin mülkiyeti genellikle, söz konusu evleri ayakta tutmak için kurulmuş özel vakıflara ait. Bazıları da, doğrudan, Barselona Şehir Konseyine ait. Eğer sınırlı bir süre kalıyorsanız, Modernista tarzda yapılmış tüm ev ve eserleri gezmeniz oldukça zor. Ayrıca, maddi olarak da külfetli olabilir çünkü, çeşitli indirimler olsa da, giriş biletleri ortalama 25 avrodan aşağı değil. En iyisi, zamanınızı ve imkanlarınızı dikkate alarak, bir seçim yapmak.
Barselona üzerine yazdığım ikinci yazının da sonuna geldik. Bir sonraki yazımda, Modernista mimarlar arasında dünyada en tanınmışı olan, Gaudi’nin izini süreceğiz…
Not: Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili diğer yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Seyahat etmeyi çok severim. Bunu bilen dostlarım, bugüne kadar Barselona’ya hiç gitmediğimi, ilk olarak gideceğimi öğrenince çok şaşırdılar. Evet, Barselona’ya daha önce gitmemiştim. Zaman zaman, o sıralar çok popüler olan filmlere hemen gitmediğim veya insanların ellerinden düşürmediği kitapları okumayı bilerek ertelediğim olur ama, bu öyle bir durum değildi. Merak ettiğim halde, Barselona’ya gitmeye bir türlü sıra gelmemiş, başka yerler, şu veya bu nedenden ötürü, hep öne geçmişti. Sonunda, 21-29 Mayıs 2018 tarihleri arasında, Barselona’ya gittik.
Herkesin kendine göre bir gezme anlayışı ve zevki vardır. Kimi gideceği şehir veya ülke hakkında önceden bilgi sahibi olmak ister. Okur ve önceden program yapar. Kimi ise, kendini bilinmezliğin kollarına atmayı sever. Müze seven vardır, nefret eden vardır. Bir şehre gitmiş olmak, kimileri için belli başlı tarihi ve kültürel yerleri görmek demektir. Başkaları için ise, yeme-içme mekanları, eğlence ve gece hayatı önemlidir. Bana göre, birini yapmak diğerini dışlamak demek değildir. Aksine, birbirlerini tamamladıklarını düşünürüm. Böylece yine, gündüzleri Barselona’nın sayısız tarihi yerlerinden, müzelerinden, parklarından, akşamları ise, bar ve restoranlarından oluşan bir program yaptım. Doğrusu, gitmeden önce epeyce heyecanlandım. Okuduğum her şey, edindiğim her bilgi, Barselona’nın kesinlikle sıradan bir kent olmadığına, gezilecek görülecek çok şeyi olduğuna işaret ediyordu…
Barselona’da, ünlü La Rambla caddesinin üzerinde bulunan, Hotel 1898’de kaldık. Her an cıvıl cıvıl, hatta hafta sonları ve geceleri bayağı gürültülü olan tarihi La Rambla, deniz kıyısındaki Columbus anıtında son bulan, uzun bir cadde. Rambla isminin, Arapça kurumuş nehir yatağı demek olan, ramla kelimesinden geldiği düşünülüyor. Bir dönem, buradan akan ve kıyılarında bir üniversite ile çeşitli manastırlar olan bir nehir varmış. Zamanla nehir kurumuş, nehir yatağı doldurulmuş ve eski binalar yıkılmış. Plaça de Catalunya (Katalonya Meydanı) ve limanda Port Vell arasında uzanan La Rambla aslında, ayrı ayrı isimleri olan, peş peşe beş caddeden(Ramblas) meydana geliyor. Rambla de Canaletes, Rambla dels Estudis, Rambla de Sant Josep, Rambla dels Caputxins ve Rambla de Santa Monica isimleri, 1500’lü yıllarda burada, nehir kenarında yapılıp, daha sonra yıkılmış olan üniversite ve manastırları çağrıştırıyor. La Rambla’da, iki yandaki kaldırımların dışında, ortada (kaldırımlardan daha geniş) bir yürüme alanı var. Ağaçların gölgesindeki bu alanda küçük satış kulübeleri, sokak sanatçıları ve kafeler bulunuyor. Günün hiç bir saatinde devinimin tam olarak son bulmadığı, capcanlı bir cadde…
Hotel 1898, işte bu arı kovanı misali caddede yer alıyor. Ancak, La Rambla’ya açılan ve gece belli bir saate kadar kullanılabilen bir kapısı olmasına karşın, otelin ana kapısı yandaki sokak, Pintor Fortuny’de. Bu sayede, onca hareket ve gürültüden sonra, otelin lobisinde sizi karşılayan, genelde caz müziğinin eşliğinde, kendinizi bir anda huzur ortamında bulabiliyorsunuz. Bir de, odamızın üst katlarda ve arka tarafa bakıyor olması nedeniyle, La Rambla’da kalmak bizim için bir dezavantaj olmadı.
Hotel 1898’in binası da, bu civardaki pek çok yapı gibi, tarihi bir bina. 1880 yılında, mimar Josep Oriol Mestres tarafından, Comillas Markisi ve ailesi için konut olarak tasarlanmış. 1929 yılında yapılan bir yenileme sonunda bina, Filipinler Tütün ve Puro Şirketi’nin genel merkezine dönüştürülmüş. Geçirdiği sayısız farklı kullanım ve yenilemeden sonra, 1990’lı yıllarda otel yapılmak üzere satın alınmış. Otelin adı, son İspanyol kolonileri, Küba ve Filipinler’in bağımsızlık yılı olan 1898 yılından geliyormuş. 1898 yılı aynı zamanda benim dedemin doğum yılı olduğu için, otel seçenekleri arasında en çok bu otele yakınlık duymuştum. Gerek otelin konumu gerekse aldığımız servis nedeniyle, seçimimizden hiç pişman olmadık.
Otelimizin tarihi, Barselona tarihinin bir dönemi ile çok örtüşüyor. Barselona, İspanya’nın ilk sanayileşmiş ve zenginleşmiş kenti. 1493 yılında, Kristof Kolomb’un Karayiplerden getirdiği altı köle ve göz kamaştırıcı bir ganimet ile Kral II. Ferdinand ve Kraliçe Isabella’nın huzuruna burada çıkması ile birlikte kentteki inanılmaz sermaye birikimi başlamış olsa da, Barselona sonradan Yeni Dünya ile yapılan ticaretteki tekelini Sevilla ve Cadiz’e kaptırınca, bir düşüş yaşanmış. Ancak, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Amerika’dan getirilen pamuk ile müthiş bir sanayileşme başlamış. Yüzyılın sonuna doğru, zenginleşen asiller ve burjuvalar, kendilerine büyük evler, malikaneler yaptırmaya başlamışlar. Kentin zenginleşmesi aynı zamanda, Renaixença olarak ifade edilen, Katalan kültürünün ve edebiyatının yeniden doğuşunu tetiklemiş. Katalan milliyetçiliği yaygınlaşmaya başlamış.
Bu dönemde, fabrikalarda çalıştırılmak üzere, sömürgelerden çok sayıda köle ve göçmen de Barselona’ya getirilmiş. 1854 yılında kent artık Orta Çağ surlarının içine sığamaz olunca, surlar yıkılmış ve daha önce askeri talim arazisi olan bölgede, günümüzün Eixample semti inşa edilmiş. Mimar Ildefons Cerda i Sunyer’in ızgara tipi planına uygun olarak yapılan bu semt, Gaudi’nin ünlü Sagrada Familia bazilikası ile birlikte, Modernista akımının en güzel örneklerini barındırıyor. Kanımca bu dönemin Katalan mimarları, tüm zamanlar ve ülkelerdeki mimarları kıskandıracak bir şansa sahip olmuşlar. 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarının zengin Barselona’lı aileleri, Modernist mimarlardan kendilerine evler, malikâneler ve parklar yapmalarını isterken, onlara hem bol maddi kaynak sağlamışlar hem de istediklerini yapma konusunda özgür bırakmışlar.
Otelimiz, şehrin eski kısmı olan Barri Gotic sınırları içinde olmakla beraber, Eixample’nin sınırına çok yakındı. Ayrıca, Liceu metro durağı da yürüyerek 3-4 dakikalık uzaklıktaydı. Bu konum, Barri Gotic, Eixample ve Montjuic semtlerinde görmek istediğimiz yerlere yürüyerek ve metro ile ulaşmak konusunda son derece kullanışlı oldu bizim için.
Nerdeyse, Barselona’ya ayak basar basmaz kendimizi Sagrada Familia’da bulduk diyebilirim. Bazilika’yı gezmek üzere, rehberli bir tur için önceden yer ayırtmıştım. Otelimize vardığımızda, henüz odamız hazır değildi. Vaktimiz ise azdı. Onun için, bavullarımızı otel emanetine bırakıp, bir taksiye bindik ve Sagrada Familia’nın önündeki buluşma noktasına vaktinde vardık.
Sanıyorum, Sagrada Familia’nın resmini ilk olarak gördüğüm zaman 1980’li yılların başlarıydı… Çok şaşırmıştım. Ana hatları ile Gotik tarzda bir kiliseye benzettiğim yapı, yine de bana çok tuhaf görünmüştü. O güne kadar ne Sagrada Familia’dan ne de Gaudi’den haberdardım açıkçası… Sonra, bir arkadaşım inşaatın yüz yıldan beri devam ettiğini söyleyince, daha da şaşırdığımı hatırlıyorum… Sözünü ettiğim zamanlarda, dünyada insanlar günümüzde olduğu kadar çok gezmiyorlardı. En önemlisi, bilgi bu kadar değişik kanallar aracılığıyla paylaşılmıyordu. Şimdi insanlar, klasik iletişim araçlarının dışında, internet ve sosyal medya sayesinde, hiç adım atmadıkları yerler, ülkeler hakkında bilgi ediniyor, gitmiş kadar olabiliyorlar.
Sagrada Familia’nın öyküsü, 19. yüzyılın ortalarında “Kutsal Kardeşlik” topluluğunun başkanı, Jose Maria Bocabella’nın, Kutsal Aile’ye (Sagrada Familia) adanmış bir kilise yaptırmak istemesi ile başlamış. Şehrin içinde arazi fiyatları çok yüksek olduğu için, o zamanlar (Poblet isminde) küçük bir köy olan, günümüzün Eixample semtinde arazi satın alınmış. 1882 yılında, mimar Francisco del Villar burada Gotik tarzda bir kilise yapımına başlamış. Henüz kilisenin kripti (bodrum kısmı) inşa edilirken, çıkan bir anlaşmazlık nedeniyle mimar işi bırakmak zorunda kalmış.
1883 yılında kilise bu kez, henüz genç bir mimar olan, Antoni Gaudi’ye teslim edilmiş. Sagrada Familia’da, 10 Haziran 1926’daki ölümüne kadar, 43 yıl çalışan Gaudi için burası, özellikle ömrünün son yıllarına doğru, tam bir tutku haline gelmiş. Yaşlandıkça dini inançları daha da kuvvetlenen ünlü mimar, tüm diğer proje tekliflerini geri çevirerek, artık adeta sadece burası için yaşamaya başlamış. Gençliğinde iyi giyimi ve titizliği konusunda şöhret sahibi olan Gaudi, giderek derbeder bir insan olmuş. Kilisenin inşaatında yatıp, kalkmaya başlamış. Tek düşüncesi, hedefi, aşkı Sagrada Familia olurken o kadar tanınmaz hale gelmiş ki, inşaatın yakınlarında kendisine bir tramvay çarptığı zaman ve ardından hastaneye kaldırıldığında onun Gaudi olduğunu kimse fark etmemiş. Bir sokak serserisi zannedilmiş. Bir hemşire kendisinin Gaudi olduğunu fark edene kadar, kazanın üzerinden birkaç gün geçmiş. Bunun üzerine, daha iyi bir hastaneye nakil edilmek istenmiş ama, kendisi kabul etmemiş. Öldüğünde, cenazesine yüzbinlerce insan katılmış. Gaudi, Sagrada Familia’nın kriptine gömülmüş.
1926’da Gaudi ölünce, inşaatın sorumluluğu, Domenec Sugranes’e geçmiş. Gaudi’nin yakın arkadaşı bu sorumluluğunu 1938 yılına kadar, yavaş da olsa, sürdürmüş. Ancak, 1936-1939 İspanya İç Savaşı sırasında, devrimcilerin kiliseyi yakma girişimleri nedeniyle, Gaudi’nin çizim, fotoğraf ve maketlerinin önemli bir kısmı yanmış. Ardından yaşanan İkinci Dünya Savaşı nedeniyle de, kilisenin inşaatına tam olarak tekrar başlanabilmesi, 1950’li yılları bulmuş. Şimdi, Sagrada Familia’nın 2026 yılında, Gaudi’nin 100. ölüm yıldönümünde, bitirileceği söyleniyor. Kimilerine göre ise, bu kilise o zaman da bitmeyecek. Kilisenin en yüksek kulesi olacak olan Hz. İsa Kulesi’nin inşaatına henüz başlanmamış bile. Öte yandan, Gaudi de kilisenin yapımı için acele etmemiş. Tanrıyı kastederek, “Benim müşterimin acelesi yok”, dermiş. Katedral olarak adlandırdığı eserini kendisinin bitiremeyeceğini, kendisinden sonra gelecek mimarların tamamlayacağını daima biliyormuş.
Her ne kadar Gaudi Sagrada Familia’dan katedral olarak söz etse de, burası bir katedral değil. Hatta Barselonalılar bu konuda çok titizler. Papa tarafından 2010 yılında kutsanmış olsa da, buranın katedral olmadığını, Barselona’nın tek katedralinin Santa Eulalia Katedrali olduğunu özellikle vurguluyorlar.
Sagrada Familia’nın önünde bir süre nereye bakacağımı, hangi ayrıntılara odaklanacağımı bilemedim. Gotik mimari ve Art Noveau’nun tuhaf bir uyumla harmanlandığı dev yapının her tarafında bir figür, bir sembol ya da şifre bulunuyor. Gaudi’nin tamamladığı tek dış cephe “Doğum Cephesi”. Burada, İsa’nın doğumunun aşamalarını anlatan heykel gruplarının arasında vitraylar, bitki ve hayvan şekilleri var. Kafanızı iyice kaldırdığınızda ise, üzerine konmuş beyaz güvercinlerle birlikte, yeşile boyanmış bir selvi olan “Sonsuzluk Ağacı” görülüyor.
Kilisenin tamamlanmış ikinci cephesi, “Tutku Cephesi”. Bu cephenin heykellerinin yapımı, 1988 yılında ünlü heykeltıraş, Josep Maria Subirachs’a verilmiş. Kendisi, Gaudi’nin projesine sadık kaldığını söylese de, Son Akşam Yemeği’nden başlamak üzere, Hz. İsa’nın çarmıha gerilme sürecinin anlatıldığı bu cephe için yaptığı heykeller son derece modern görünümlü. Fütürist oldukları söylenebilir. Tıpkı Gaudi’nin yaptığı cephe gibi, burada da pek çok şifre ve sembol var. Bunlardan, Judas’ın Öpüşü heykelinin yanında duran “sihirli kare” ile ilgili birden fazla yorum var. Söz konusu karedeki sayılar, yatay, dikey veya çapraz şekilde toplanırsa, sonuç daima 33 çıkıyor. Bunu yapmak için Subirachs, 12 ve 16 sayılarının yerine, 10 ve 14 sayılarını iki kere kullanmış. Yaygın görüşe göre sanatçı bunu, İsa’nın öldüğü yaşı (33) temsil etmek için yapmış.
Kendisine verilen işi tamamlamak için 2004 yılına kadar, Gaudi gibi, Sagrada Familia’da yaşayan Subirachs’ın yaptığı cepheden herkes memnun olmamış. Heykellerin çok modern olması yadırganmış. Özellikle, çarmıhtaki Hz. İsa’nın tamamen çıplak olması tutucu çevreleri fena halde kızdırmış. Barselona sokaklarında günlerce protestolar olmuş. Ancak, eserlerin hiç birinde bir değişiklik yapılmamış ve olaylar zamanla yatışmış.
Barselona’ya gelmeden Sagrada Familia ile ilgili pek çok resim görmüş olsam da, içi hakkında en ufak bir fikrim yoktu. İç mekanı gösteren hiç bir şeye rastlamamış, üzerinde de fazla düşünmemiştim açıkçası. Bugüne kadar gördüğüm yüzlerce kiliseden çok farklı olmayan, belki biraz daha modern bir şey bekliyordum. Bir de kafamda, Gaudi’nin Majorca adasındaki tarihi katedralin içinde yaptığı ufak bir bölüm vardı. Bu nedenle, benim için esas büyük sürpriz içerisi oldu…
Gaudi’nin yaptığı, üzerinde çeşitli bitki ve böcekler bulunan, harikulade demir kapıdan içeri adım atar atmaz, kendimi bir düş alemindeymişim gibi hissettiğimi söyleyebilirim… Yukarıya doğru, ağaç gibi yükselen dev sütunlar, mavinin ve turuncunun tonlarındaki vitraylardan süzülen inanılmaz güzellikteki ışık hüzmeleri insanda, tam da Gaudi’nin istediği gibi, ormandaymış duygusu veriyor. Umulmadık köşelerdeki kıvrımlar, kemerler…
Sagrada Familia’da tamamen gün ışığıyla sağlanan aydınlatma çok büyülü bir atmosfer yaratıyor. “Doğum Cephesi” tarafının mavinin değişik tonlarındaki vitrayları gün doğumu ve sabah, “Tutku Cephesi” tarafının sarı, turuncu ve kırmızı tonlarındaki vitrayları gün batımı zamanı kiliseyi farklı bir ışık seline boğuyor. Kilise bittiği zaman ana kapı olacak olan “Zafer Cephesi”nin ise, gün ortası güneşi ile aydınlanması planlanmış.
Asansörle çıkılan kuleden sadece şahane bir Barselona manzarası görmekle kalmıyor, yapının bir de aşağıdan görülmesi imkansız detaylarını da inceleyip, hayran oluyorsunuz. Her santimetre karesi üzerine düşünülmüş, planlanmış ve emek verilmiş. Yürüyerek inilen merdiven ise bir başka şaheser. Yukardan aşağı bakıldığında, bir salyangozu andıran spiral şeklindeki merdiven hipnotize edici bir etki yaratıyor. Gaudi için salyangozun, bir sembol olarak, özel bir önemi olduğu ve onu sık sık kullandığı söyleniyor.
Sagrada Familia’nın bahçesinde, Sardenya ve Mallorca sokaklarının kesiştiği yerde, küçük, iddiasız gibi görünen bir yapı bulunuyor. Kiliseyi ziyaret edenlerin çoğunun dikkatinden kaçan bu yapı, Gaudi’nin en önemli eserlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Gaudi burayı, 1908-1909 yıllarında, Sagrada Familia’nın inşaatında çalışan işçilerin çocukları için okul olarak yapmış. Binanın hem duvarları hem de çatısı, Katalan tarzı denilen, ondüle (dalgalı) şekilde inşa edilmiş. Okul, İç Savaş sırasında iki kere yakılmış.
Barselona’ya gittiğimiz akşam, çok güvendiğim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine, otelimize çok uzak olmayan, Restaurant La Boqueria’ya gittik. Burası, isminin çağrıştırmasının aksine, ünlü Mercat de La Boqueria yiyecek pazarının içindeki yerlerden birisi değil. Biraz daha aşağıda, Carrer de la Boqueria, 17 numarada bulunan bir restoran.
İspanya’da akşam yemeğinin oldukça geç yendiğini biliyorduk. Ama biz, kendi alışkanlıklarımızın çok fazla dışına çıkmak istemediğimiz için, saat sekiz buçuk için yer ayırtmıştık. Ayrıca, ilk gece oldukça yorgun olacağımızı tahmin etmiştik.
İçeri girdiğimiz zaman restoran, beklediğimiz gibi, nerdeyse bomboştu. Buranın, abartılı olmayan, hoş bir ambiyansı vardı. Saat dokuz buçuktan itibaren içerisi kalabalıklaştı ve sonunda bir tek boş masa kalmadı. O gece, ana yemek almak yerine, birkaç tane tapas denemeye karar verdik. Ancak, gecenin sonunda, çok fazla sayıda tapas ısmarladığımızı fark ettik. Sonraki geceler aynı hataya düşmemek için, birbirimizi uyarmak konusunda sözleştik. Doğrusu, tapas porsiyonlarının o kadar büyük olacağını tahmin etmemiştik. Yediğimiz kızarmış zeytin, kızarmış ballı patlıcan, ünlü patatesli omlet (Tortilla de Patatas), baharatlı küçük sosisler (Chistorra a la Diabla) ve kızarmış kalamar çok lezzetliydi.
Yemek sırasında, restorana gelen iki müzisyen herkes gibi bizi de neşelendirdi. Bu bana hemen Küba’yı hatırlattı. Küba’da, günün hangi saatinde olursa olsun, kafe, restoran ya da barlara gelip, harika müzik yapan müzisyenleri…
Evet, biliyorum… Çok yemiş olmaktan şikayet ettikten sonra yapılacak iş değildi ama, biz geceyi tarihi Cafe de l’Opera’da noktaladık. La Rambla’nın üzerinde, ve ünlü Gran Teatre del Liceu’nun karşı sırasında olan bu tarihi kafenin içinde on dokuzuncu yüzyıldan kalma aynalar hala duruyor. Daha sonra el değiştiren kafe, 1928’den beri aynı aile tarafından işletiliyormuş. İspanya İç Savaşı sırasında bile kapanmamış. Seksen dokuz yıldan beri, yılın her günü, on sekiz saat hizmet veriyormuş.
Peki, buraya gitme nedenimiz neydi dersiniz ? Bir başka arkadaşımın, “Benim için, Cafe de l’Opera’da churros (xurros) yiyin”, demesi üzerine gittik. Cafe de l’Opera’da, koyu kıvamda bir sıcak çikolata ile birlikte servis edilen churros’u ben tat olarak bizim lokma tatlısına benzettim. Denemiş olmaktan mutlu oldum ama, ben lokmayı da çok arayan birisi olmadığım için, kaldığımız süre boyunca bir daha yemedim.
İlk gün gördüklerimiz ve yediklerimiz, gelmeden önce Barselona hakkında düşündüklerimin doğru olduğuna inandırdı beni. Bana göre, Barselona kesinlikle, Londra, Paris ya da Roma gibi, bir defa gitmenin yeterli olmayacağı kentlerden birisi… Son yıllarda kitaplar için kullanılan klişelerden birinin tabiri ile, “farklı okumalara açık bir kent”. Böylesi bir yeri bir tek yazıya sığdırmak da, elbette, mümkün değil. O nedenle, bundan sonraki birkaç yazım Barselona üzerine olacak. Barselona’da sürülebilecek değişik izler üzerine yazılar…