Bir Hafta Sonunda İki Antik Kent: Sagalassos

Antik kentlere öteden beri ilgi duyarım. Sanırım bu merakımda en önemli etken babam oldu. Kendisinin de özel ilgi alanlarından biriydi çünkü. Küçük yaşlarımdan itibaren, yurt içinde ve yurt dışında bizi arkeolojik sit alanlarına götürdüğünü hatırlıyorum. Arkeoloji alanında, daha sonra bana verdiği çok sayıda değerli kitabı vardı. O zamanlar, özellikle rehberli turlar pek olmadığı için, bir çok yeri bu kitaplarla adım adım keşfetmiştik. Bunların arasında bir Termessos gezimiz vardır örneğin, hala unutamadığım. Ormanın sessizliğinde, elimizde kitap, bir kısmı ağaçlardan görünmeyen eserleri teker teker, büyük bir heyecanla bulmuştuk. Hele, tiyatroya ulaştıktan sonra, çok aşağılardaki deniz manzarasını görünce nefesimiz kesilmişti. O an duyduğum keşfetme hazzını ve hayranlık duygusunu hala hatırlarım. İnanılmaz bir manzara idi.

Öyle denk geldiği için, birkaç kere arkeolojik yerleri yazın sıcağında gezmiş olsam da, bana göre bunun için ideal zaman ilkbahar veya sonbahar aylarıdır. Yağışsız, güneşli ama, ne çok sıcak ne de çok soğuk olmayan bir hava bu tür yerleri gezmek için en iyisi. Biz de, yağış olmamasını dileyerek, bu güzel mart ayı günlerini değerlendirelim istedik ve geçtiğimiz hafta sonu iki antik kent gezdik. Bunlardan ilki olan Sagalassos’un varlığını en az kırk yıldan beri biliyordum ama gezmemiştim. Bir dönem çok sık gittiğimiz Isparta-Burdur anayolu üzerinde, paslı bir Sagalassos tabelası vardı. Tabela, ağaçların arasına doğru giden, toprak bir yolu işaret ediyordu ve insana hiç güven vermiyordu. Sagalassos ismi, her nedense, çok komiğimize gider, her geçişte babamla gülerdik…

Gezdiğimiz ikinci kent olan Kibyra’nın ise, varlığından bile haberdar değildim. Zaten, burada 2006 yılında başlanan kazılar halen devam ediyor ve kent şu anda hala bir kazı alanı durumunda. Henüz tam anlamıyla ortaya çıkmamış. Ama, bu haliyle bile çok ilginç. Çalışmalar tamamlanınca, büyük olasılıkla adından çok söz edilen bir antik şehir olacak.

Yazımın makul bir uzunluğu aşmaması için, önce Sagalassos’u, bir sonraki yazımda ise, Kibyra’yı anlatacağım. Amacım, her ikisi de harikulade olan bu antik kentleri biraz olsun tanıtıp, merak uyandırabilmek. Zira, iki kent de ziyaret edilmeyi ve daha çok duyurulmayı hak ediyor.

Gezimiz için, İstanbul’dan Antalya’ya uçtuk. Cumartesi sabahının erken saatlerindeki İç Hatlar Terminali’nin kalabalığı bende, sanki Türkiye’de artık kimse yerinde oturmuyormuş, herkes hareket halindeymiş izlenimi yarattı. Bebekli genç anneler, yaşlı çiftler, gençler, çoluk çocuk, bir sürü insan Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağılmak üzere terminaldeydiler. Gürültü, patırtı, koşturmaca… Ortalık biraz eski zamanların şehirlerarası otobüs terminallerini andırıyordu.

Bir saati biraz aşan bir yolculuktan sonra Antalya’ya indik. Sagalassos’u görmek için Ağlasun’a doğru yola çıkmadan önce, Antalya Havaalanına yaklaşık 15-20 dakikalık uzaklıktaki Kurşunlu Şelalesi’ne gittik. Kurşunlu, Düden ve Manavgat ile birlikte, Antalya’nın en önemli şelalelerinden birisi. Geçmişte her üçüne de gitmiştim. Maalesef, Kurşunlu’da da gördüğümüz gibi, Antalya ve civarının hızlı yapılaşması ve artan seracılık nedeniyle doğal su kaynaklarının olumsuz etkilenmesi, söz konusu şelalelerin akan sularının azalmasına yol açmış. Hatta söylendiğine göre, bazı yıllar durum o kadar acıklı bir hal almış ki, doğal su akışı yeterli olmayınca, Kurşunlu’ya yönlendirilen taşıma su ile buranın turistik olmaya devam etmesine çalışılmış.

Kurşunlu Şelalesi’ne vardığımızda vakit bir Cumartesi sabahı için henüz erkendi. Buna rağmen, hafta sonunda bir nefes almak isteyen bazı Antalyalılar, piknik için tam donanımlı bir şekilde, çoktan gelmişlerdi. Bir de Arap turistler vardı. Müşteri gezdirmek için bir köşede bekleyen deve ve sahibi, bir başka dönemeçte ellerinde papağanlarla duran iki adam daha çok bu turistlerle ilgiliydiler. Biz onları, onlar da bizi görmezden geldik. Papağanların şelale ile ve Türkiye ile alakasını çıkaramadım ama, duyduğuma göre, onlarla fotoğraf çektirmek için 20 Euro vermeniz gerekiyormuş.

Kurşunlu Şelalesi-Antalya

Bir kanyonda yer alan şelale, on sekiz metre yükseklikten dökülüp, daha küçük çaplı çağlayanlarla da küçük göletleri birbirine bağlıyor. Çevrede ağırlıklı olarak kızıl çam ağaçları bulunuyor. Bunun yanında, barındırdığı hayvan ve diğer bitki türlerinin önemi nedeniyle, şelale çevresindeki yeşil alanın 394 hektarlık kısmı 1991 yılında Tabiat Parkı haline getirilmiş.

Yeşilliklerin içinde hoş bir görünümü olsa da, azalan suyu nedeniyle şelalenin hali beni üzdü. Ülkemizde, bütünsel bir yaklaşım olmaksızın ve çoğu kez uzmanların uyarılarına kulak asmadan, neredeyse inadına yapılan uygulama ve yatırımlar maalesef doğal kaynaklarımız açısından hep pahalıya patlıyor. Geri dönüşü olmayan tahribatlara yol açıyor.

Yola koyulup, Ağlasun’a doğru giderken etraftaki manzara çok keyifli idi. Bu bölgede kıştan çoktan çıkmış olan doğa, insanoğlunun talanından kurtulabildiği ölçüde coşmuştu. Yol kenarlarında açmış sarı çiçekler, yemyeşil tarlalar, çiçek açmış meyve ağaçları, henüz belli belirsiz yeşillenmiş kavak ağaçları ile çevre çok güzeldi. 20-25 sene önce iş için bu bölgeye, tam da yılın bu zamanlarında, çok gelirdim. O zaman da çok keyif alırdım. Şehir hayatından bunalanlar için buralar ilkbaharda birebir.

Ağlasun, Batı Torosların yeşil bir vadisinde küçük bir yerleşim yeri. Denizden yüksekliği 1.200 metre civarında. Sagalassos antik kenti ise, Ağlasun’a 7 kilometre mesafede, yaklaşık 1.500 metre yükseklikte bulunuyor. Antalya’dan bu yöne doğru giderken, Isparta-Burdur il sınırında yer alan Karacaören Barajı’nın yanından geçiyorsunuz.

Karacaören Baraj Gölü ve Balık Çiftlikleri

1989 yılında, Aksu Çayının üzerine yapılmış olan bu baraj, hem Süleyman Demirel’in, yapımını sağladığı için, en gurur duyduğu barajlardan birisi olmuş hem de inşaat teknolojisi açısından literatüre geçmiş. Barajın yapı itibari ile özel olduğunu insan, inşaat mühendisi olmasa da, gözle görebiliyor. Benim şahsen bu güne kadar gördüğüm hiç bir baraja benzemiyor. Tarımsal sulama, elektrik enerjisi üretimi ve taşkın kontrolü için yapılmış barajın etrafı çamlarla kaplı ve yeşillik. Baraj gölünde kültür balıkçılığı da yapılıyor. Yazın Antalya’ya göre serin olması ve su sporları olanakları nedeniyle, hem konaklamak hem de günübirlik ziyaret için, çokça rağbet gören bir yermiş.

Aksu ırmağı, bu bölgede çağlar boyu önemli olmuş. Günümüzün Antalya-Isparta karayolu da Aksu ırmağının yatağını izliyor. Antik çağlarda adı Kestros olan bu ırmak, Sagalassos gibi Toros dağlarında bulunan antik yerleşim yerlerinin denize ulaşımlarını sağlamış. Kullanılan karayolu ise, günümüzde Anadolu’daki pek çok yol gibi antik çağlarda var olan bir yolun, Via Sebaste’nin üstüne yapılmış.

Coğrafi koşulların bölgelerin ve ülkelerin tarihinde önemli rol oynamaları bir sır değil elbet. Ama nedense, benim bunu en çok hissettiğim bölge burası oldu. Belki doğru ve iyi anlatıldığı içindir, bilemiyorum. Antalya ve çevresinde yaşam çok eski zamanlarda başlamış. Örneğin, Karain Mağarası’ndaki buluntular, kıyı bölgesinde Buzul Çağı’ndan beri insan yaşamı olduğunu gösteriyor. M.Ö. 9.500-10.000 civarı kıyılarda yaşayan insan toplulukları, buzulların erimeye başlaması ile birlikte, Aksu ırmağının yatağını izleyerek, yukarılara, su kaynaklarının olduğu yerlere doğru çıkmaya başlıyorlar. Bu göç sırasında ulaştıkları Burdur ovası çok verimli ve tarıma elverişli bir bölge olduğu için buralara yerleşiyorlar. Daha M.Ö 6.500 yıllarında bölgede tarım başlıyor. Burdur yakınlarındaki Hacılar buna bir örnek. Yerleşik düzene geçiş ile birlikte korunma ve savunma gereksinimi de ortaya çıkıyor. Kimi topluluklar bunun için yerleşim yerlerinin etrafına surlar yaparken, kimi topluluklar da Sagalassos gibi yükseklerde olup, hem su kaynakları açısından zengin hem de korunaklı yerleri tercih ediyorlar. Tarım ve ticaretteki gelişim süreci M.Ö. 2.300-2.200 yıllarında duraklamaya girdiği sırada, Anadolu’ya Hititler ve Luviler gibi Hint-Avrupa kökenli kavimler yerleşmeye başlıyorlar.

Neolitik Döneme Ait Hacılar ve Yarımhöyük Buluntuları-Burdur Arkeoloji Müzesi

Hititler döneminde, bölgenin en önemli etnik grubu olarak, Luviler’den söz ediliyor. Antik çağlarda Pisidya olarak adlandırılan bu bölgede yaşayanların kökeninin, M.Ö. 2.000’li yıllardan beri bölgede yaşamış olan Luviler olduğu düşünülüyor.

Pisidya Bölgesi, günümüzün Isparta ve Burdur illerinin tamamı ile Antalya’nın kuzey bölümünü kapsıyor. Zamanında, kuzey ve kuzeybatısında Frigya, doğusunda Likya, güneyinde Pamfilya, güneydoğusunda ise Kilikya bulunuyormuş. Tarihte yazılı olarak Pisidyalılardan ilk söz eden, M.Ö. beşinci yüzyılın sonlarında, Yunanlı Ksenofon oluyor. Daha sonra gelen Yunanlı ve Romalı tarihçiler de bu halkı, zeytincilik, şarapçılık ve tarımda ileri ama, her şeyden önemlisi, çok savaşçı bir halk olarak tanımlıyorlar. M.Ö. 650-600 yıllarından itibaren paralı asker olarak başka milletler için savaşmaya başlayan Pisidyalılar, M.Ö. 546 yılında Anadolu’ya giren Persler için de savaşıyorlar. Persler adına Yunanlılara karşı savaşmaları, onları aynı zamanda Helen kültürü ile temas haline getiriyor. Öyle ki, M.Ö. 330 yılında Büyük İskender buraları fethettiği zaman, onları zaten ‘Helenleşmiş’ olarak buluyor. Daha sonra Bergama Krallığına geçen bölge, Bergama Kralı 3. Attolos’un varisi olmadığı için, vasiyeti üzerine Romalılara geçiyor. Böylece burada, halk olarak Pisidyalı, kültür olarak Yunan, yönetim olarak ise Romalı bir yapı ortaya çıkıyor. Roma dönemine kadar Pisidyalılar kendilerine özgü bir dil ve yazı kullanıyorlar. Bazı mezar anıtları ve steller üzerinde görülen bu dil günümüzde henüz tam olarak çözülememiş.

Pisidya için düşüş, milattan sonra altıncı ve yedinci yüzyılların başlarında yaşanan iki büyük deprem ile M.S. 541-542 yıllarında yaşanan büyük bir veba salgını ile başlıyor. İmparator Konstantin’in Hristiyanlığı kabul etmesi ile önemini kaybediyor. Bölge, 11. yüzyılda, Türklerin Anadolu’ya girmesinden sonra Anadolu Selçuklu Devleti’nin bir parçası haline geliyor. Moğolların Selçukluları yok etmesinden sonra ise, Pisidya bölgesinde Hamitoğulları Beyliği kuruluyor. Bu beylik daha sonra, Pamfilya ve Likya’ya doğru genişleyerek, bugünkü Antalya’yı da içine alıyor. 1391 yılında Yıldırım Beyazıt buraları Osmanlı topraklarına katıyor.

Ağlasun

Milattan sonra ikinci yüzyılda, Roma İmparatoru Adrianus tarafından Pisidya’nın başkenti ilan edilen Sagalassos, Ağlasun’un kuzeyindeki tepede yer alıyor. Antik kente ulaşmak için Ağlasun’un içinden geçmeniz gerekiyor. Burası, hiç beklemediğim kadar bakımlı ve temiz, bir o kadar da şirin bir yerleşim yeri olarak karşımıza çıktı. Parke taşlarla yapılmış sokaklar ve kaldırımlar dikkatimi çekti. Anadolu’daki çoğu yerleşim yerinin başına gelen, göç nedeniyle nüfusun azalması ve yaşlanması sorununa Ağlasun’da çok akıllıca bir çözüm bulunmuş. Buraya yapılan, Burdur’daki Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi’ne bağlı, Meslek Yüksek Okulu sayesinde Ağlasun’a canlılık kazandırılmış. Yerli halk için de önemli bir gelir kaynağı yaratılmış.

Ağlasun’da kaldığımız otelimizi ben bir vahaya benzettim. Önceden methini duymuş olsam da, sunduğu konfor, hizmet kalitesi ve işletme anlayışı ile Sagalassos Lodge & Spa Hotel benim için gerçekten hoş bir sürpriz oldu. Sagalassos’a gitmek isteyen herkese, Burdur’da kalmak yerine, burada kalmalarını gönül rahatlığı ile önerebilirim. Böylece, bu güzel işletmeye destek de olunur.

Yerleşim bölgesinden biraz yukarda olan otelin odalarından görünen manzara çok güzeldi. Yeşil tarlalar, çiçek açmış ağaçlar, kavaklar ve kırmızı kiremit çatıları ile şirin, tek katlı veya iki katlı evler… Bir de, büyük şehirlerde unuttuğumuz o sessizlik ve sakinlik…

Odalarımıza yerleştikten sonra, görmek için sabırsızlandığımız Sagalassos’a gitmeden önce, otelde öğlen yemeği yedik. Hepsi çok lezzetli olan yöresel yemekler büyük bir özen ile hazırlanmıştı. Akşam yemeği ve ertesi sabah yaptığımız kahvaltı da aynı şekilde, çok güzel ve doyurucuydu.

Otelden Sagalassos antik kentine gidiş, araç ile çok kısa sürüyor. Her kentin en çok reklamı yapılan, en çok fotoğrafı yayınlanan belli bir bölümü olduğu için, Sagalassos ile de ilgili en çok Antoninler Çeşmesi görsellerini görmüştüm. Bu nedenle, bu muhteşem yapıyı görmek için sabırsızlanıyordum. Oraya varınca da, gözlerim hemen onu aradı ama, onu görmemize daha vardı… Sagalassos, sadece Antoninler Çeşmesinden ibaret değildi. Başka görülecek pek çok ilginç eser olduğunu, son derece bilgili ve donanımlı rehberimizin açıklamaları ve gezerken izlediği parkur sayesinde öğrendik. Antik kentleri iyi bir kitap ile gezmek de mümkün tabii ama, bunun için hem daha çok vakit harcamanız gerekiyor hem de bilgi kısıtlı kalabiliyor. İşini ciddiye alan rehberler çok farklı kaynakları okuyup, bilgi sahibi oldukları için, daha etraflı bilgi sahibi oluyorsunuz.

Sagalassos’tan Ağlasun Manzarası

Gezmeye başladığımızda çevrede, yerli halktan veya civar yerleşim yerlerinden gelmiş çocuklu aileler ve gençler olduğunu gördüm. Hepsi kalıntıları, konulmuş tabelaları bile okumadan, öylesine geziyorlardı. Önce bu durumu yadırgasam da, daha sonra bunun bir aşama olabileceğini, buraya gelecek kadar merak ettiklerine göre, ilerde belki daha çok bilgi edinme ihtiyacı da duyabileceklerini düşündüm.

Sagalassos’ta ilk kazılar 19. yüzyıl sonlarında yapılmış ve bu konuda bir eser de yayınlanmış. Daha sonra, uzun süre hemen hemen hiç bir şey yapılmamış. 1983 yılında, İskoçyalı arkeolog Stephen Mitchell ve asistanı, Belçikalı Marc Waelkens, buraya gelmiş. 1990 yılından itibaren kazı yönetimi tamamen Prof. Marc Waelkens’e geçmiş. 28 yıldan beri Salagassos’u kazan Waelkens, bu sürede Türkçe de öğrenmiş ve Ağlasunlularla dost olmuş.

Sagalassos’ta, antik kentlere özgü dört giriş (doğu-batı, kuzey-güney) yerine, üç yönden giriş bulunuyor çünkü, kentin kuzey tarafında dağ var. Kent, aşağıdaki ova çok uzaklara kadar görülebilecek şekilde, yukarıya, dağın yamacına yapılmış. Bu şekilde doğal bir savunma da sağlanmış.

Kent Konağı (M.S. 1.-5.yy)

Girişte ilk olarak, Roma döneminde (M.S. 1.-2. yy) yapılmış sarayların veya kent konaklarının kalıntılarını gördük. Bunlar, taban alanı 400 metre kare olan, tipik Roma konakları planında yapılmışlar. Ortada bir avlu ve yağmur sularının toplanması için alçak, üstündeki çatıda açıklık olan bir havuz ile, bunun etrafına sıralanmış salonları ve odaları olan yapılar. Kanalizasyon sistemi de olan bu birkaç katlı konaklara, Geç Helenistik Dönemde (M.Ö. 50-25) yapılmış çeşmeden su getirilmiş.

Geç Helenistik Çeşme (M.Ö. 50-25 yy.)

Konakların içinde ortaya en çok çıkarılmış olup, Kent Konağı olarak adlandırılan yapı, bu evlerin zamanında nasıl olduklarını gözümüzde canlandırmak için iyi bir örnek. Burada, M.S. 1. yüzyılda var olan bir konut, birkaç asır boyunca genişletilerek, son halini M.S. 5. yüzyılda almış. Zaman içinde, çepeçevre teraslar, avlular, hamam ve servis alanları eklenerek, büyütülmüş.

Kentin tiyatrosu, aşağıya doğru bakıldığında görünen manzarası ile birlikte oldukça etkileyici. M.Ö. 200’lü yıllarda burada bir tiyatro olduğu tespit edilmişse de, günümüzde görülen Greko-Romen tarzdaki tiyatro, çok daha sonra, M.S. 2 ile 4. yüzyıllar arasında yapılmış. Altı-yedi bin kişilik nüfusa sahip olduğu tahmin edilen Sagalassos’da tiyatronun dokuz bin kişilik olmasının nedeninin, kente Dionysos şenlikleri için her yıl gelen hacılar olduğu düşünülüyor. Tiyatroda bir dönem gladyatör dövüşleri yapılmışsa da, Hristiyanlığın kabulü nedeniyle bu çok uzun sürmemiş.

Tiyatro (M.S. 2.-4.yy)

Tiyatroya yakın bir alanda, henüz tamamen kazılmamış olan Çömlekçiler Mahallesi var. Buranın, altı hektarlık bir alana kurulmuş seramik atölyelerinden meydana geldiği düşünülüyor. Faaliyet dönemi M.S. 1.-3. yüzyıllar arası. Seramik, bu yörede M.Ö. 6.500 yıllarından beri var olan bir zanaat. Giderek artan seramik yapımı, Pisidyalılar zamanında o kadar gelişiyor ki, terra sigillata adıyla Salagassos’da üretilen yüksek kaliteli ürünler, Aksu ırmağı yoluyla Perge ve Side’ye ulaştırılarak, Tunus’a, Mısır’a ve tüm Akdeniz’e ihraç ediliyor. Hatta, Moritanya’da bile Salagassos seramiklerine rastlanıyor. Yapılan ticaretin sonucu olarak, sadece ürünler değil, Pisidya paraları da Akdeniz’e yayılıyor (1).

Tahrip Edilen Mozaik Taban ve Fay Hattı Kırığı-Neon Kütüphanesi (M.S. 2.-4.yy)

Rehberimizin kapısını, arkeolojik sit alanı yönetiminden aldığı anahtarla açtığı Neon Kütüphanesi, Sagalassoslu zenginlerin kentte yaptırdığı anıtlardan birisi. Kütüphane, kentin Roma vatandaşlığı elde etmiş Neon ailesinden, Titus Flavius Severianus Neon adlı kişi tarafından, M.S. 120’li yıllarda, babası için yaptırılmış. Zamanında iki katlı olan bina, birkaç kez onarılmış ve değiştirilmiş. Yer döşemesini kaplayan siyah beyaz mozaik M.S. 4. yüzyılın ortalarında yapılmış. Ancak, mozaiğin ortasındaki panelde resmedilmiş olan Truva Savaşı destanından sahne, Hristiyanlığın kabulünden sonra tahrip edilmiş. Mozaik tabandaki çatlaklar ise, Sagalassos’tan geçen fay hattının M.S. 610’da yol açtığı depremden dolayı olmuş.

Kuzeybatı Heroon’u (M.Ö.10-M.S.10)

Kuzeybatı Heroon’u olarak adlandırılan yapı, uzaktan fark edilen ve göz alan bir eser. Heroon’lar, kentin hayırsever ileri gelenlerini onurlandırmak ve anmak üzere yapılan anıtlarmış. Bazılarının içinde o kişinin mezarı da olabiliyormuş. Sagalassos’da bu tür pek çok anıt yapılmış. Kuzeybatı Heroon’unun kimin için yapıldığı tam olarak anlaşılamamış. Ancak, girişte bulunan bir heykel başı nedeniyle, buranın genç birisi için yapıldığı düşünülüyormuş. Yapımı, M.Ö. 10 ile M.S. 10 arasında tarihleniyor.

Kuzeybatı Heroon’unda Bulunan Heykel Başı-Burdur Arkeoloji Müzesi

Kuzeybatı Heroon’u, 2000-2010 yılları arasında, özgün taşlar kullanılarak ayağa kaldırılmış. Taş işçiliği olarak gerçekten etkileyici olan bu kule benzeri yapıtın üstünde, aşağı yukarı 1.20 metre yüksekliği olan bir friz yer alıyor. Orijinali Burdur Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen bu frizde, on dört tane kız kabartması var. En baştaki kızın elinde bir kitara bulunuyor, diğer kızlar da birbirlerinin şallarını tutuyorlar. Bu canlandırmanın Dionysos kültünü simgeliyor olması sebebi ile, bu Heroon’un Dionysos şenliklerini finanse eden bir kişi için yapıldığı tahmin ediliyor.

Kuzeybatı Heroon’u Frizinin Orijinal Kabartmaları-Burdur Arkeoloji Müzesi

Yavaş yavaş Yukarı Agora’ya doğru giderken, heyecanım artıyordu çünkü Antoninler Çeşmesi’ne yaklaştığımızı biliyordum. Ama, ondan önce göreceğimiz birkaç yer daha vardı.

Nekropol (Mezarlık)

Kent meclisi binası olan Bouleuterion, Yukarı Agora’nın batı tarafında bulunuyor. Burası, M.Ö. 100’den hemen sonra yapılmış. Kireçtaşından binada 220 meclis üyesi için oturma yeri bulunuyor. Sagalassos’lular, M.Ö. 4. yüzyıldan itibaren, seçilmiş vekillerin olduğu, Antik Yunan’daki site devletleri tarzı, bir demokrasi ile yönetilmişler. Romalıların hakimiyeti ile birlikte, demokrasi terk edilerek, kuvvetli ve zengin birkaç ailenin ön plana çıktığı, oligarşik bir yapıya geçilmiş. M.S. 200’den itibaren, Bouleuterion terk edilmiş ve meclis, yeni biten Odeon’da toplanmaya başlamış.

Odeon

Yukarı Agora, Helenistik dönemde kentin politik merkezi imiş. Bir köşesinde Kent Meclisi’nin de bulunduğu bu meydanda, elit sınıfın erkekleri toplanıp, fikir alış verişinde bulunurlarmış. İmparator Augustus zamanında meydan düzenlenip, taş ile kaplanmış. Üç tarafı, üstleri kapalı ve sütunlu kaldırımlar (portico) ile çevrilmiş. Meydanın dört tarafına 14 metre uzunluğunda sütunlar yerleştirilip, meydan düzenlemesi için bağış yapan dört kişinin bronz heykelleri konmuş.

Yukarı Agora
Macellum (Lüks Ürünler Pazarı). Yukarı Agora’nın Güneyinde (M.S.190)
Yukarı Agora, Antoninler Çeşmesi ve Macellum’un Tahmini Görünümü

Roma İmparatorluğu yönetimi, eyaletlerindeki kentlerde zengin ailelerin kentin imarına katkıda bulunmalarını bekler, bunun karşılığında da bu aileleri, Roma vatandaşlığı vererek, ödüllendirirmiş. Roma vatandaşı olmak önemli bir prestij olduğu için aileler kenti donatmak konusunda birbirleri ile yarışırlarmış. İşte, Sagalassos kentinin ve Yukarı Agora’nın başlıca çekim merkezi olan, olağanüstü güzellikteki, Antoninler Çeşmesi de bu şekilde yapılmış.

Antoninler Çeşmesi (M.S.160-180)
Antoninler Çeşmesinin Orijinal Heykelleri-Burdur Arkeoloji Müzesi
Dionysos ve Satyr. Antoninler Çeşmesinin Orijinal Heykelleri (M.S.160-180)-Burdur Arkeoloji Müzesi
Nemesis-Burdur Arkeoloji Müzesi

Görkemli çeşme, M.S. 160-180 yılları arasında yapılmış. Daha önce burada, İmparator Augustus zamanından kalma bir başka çeşme bulunuyormuş. Meydanın kuzey kısmını kaplayan çeşmenin boyu 28 metre, yüksekliği ise 9 metre. Suyun, ortadaki nişteki 4.5 metrelik yükseklikten dökülüp, ön taraftaki havuza dolması planlanmış. Çeşmenin ön yüzünde, iki başta iki tane çıkık ve dört tane arada olmak üzere, toplam altı tane podyum (edikula) bulunuyor. 1998-2010 yılları arasında yapılan restorasyon ve ayağa kaldırma çalışmalarından sonra, bu podyumlarda yer alan heykellerin hepsi Burdur Arkeoloji Müzesi’ne taşınmış. Antik kentte görülenler bu heykellerin kopyası. Heykel ve süslemelerin ana teması, (tiyatro maskeleri, asma yaprakları ve üzümlerle simgelenen) şarap ve keyif tanrısı Diyonisos ve su. Heykellerden biri olan Nemesis heykelinin buraya, M.S. 4.-5.yüzyılda tiyatrodan getirildiği tahmin ediliyor. Nemesis heykeli dışındaki tüm heykeller, Hristiyanlığa geçişten sonra kırılıp, çeşmenin havuzuna atılmış. Dokunulmayan, adalet ve kader tanrıçası Nemesis heykeli ise, yedinci yüzyıl başındaki bir deprem sırasında yıkılmış.

İmparatorluk Hamamı (M.S. 120-165). İki Katlı ve 5000 m2 Olan Bina, Zamanında Sagalassos’un En Büyük Binası İmiş.

Hamamın Soğukluk Salonu da Denilen, İmparator Salonunda Bulunmuş İmparator Heykellerine Ait Parçalar-Burdur Arkeoloji Müzesi
Hadrian Çeşmesi (M.S.129-132)
Görkemli Ana Cadde (M.S. 1.yy.lın ilk yarısı)

Sagalassos’da gezilip, görülecek eserler bir hayli fazla. Arkeolojiye olan merakınızın derecesine göre seçeceğiniz parkurlar, 1 ile 3 saat arasında bir zamanınızı alabilir. Burayı gezdikten sonra, çağdaş müzecilik anlayışına göre, gerçekten çok başarılı bir şekilde düzenlenmiş olan Burdur Arkeoloji Müzesi’ni de gezmenizi özellikle tavsiye ederim. Antik kente ait pek çok eserin asıllarını göreceğiniz müzeyi, bizim yaptığımız gibi sona bırakmak, Sagalassos gezinizi çok daha etkileyici yapacaktır. Bunun yanında, müzenin ikinci katında sergilenen, Hacılar ve Yarımhöyük gibi, prehistorik yerleşim yerlerine ait buluntular, tüm bu bölgenin yaklaşık 10.000 senelik tarihine ışık tutmaktadır.

Burdur Arkeoloji Müzesi. Öndeki Bina, Pirkulzade Kütüphanesi (1240)

____________________________________________________________

(1)- Kendilerine tanınan özel hak sayesinde, Pisidya’lılar Roma’ya bağlandıktan sonra da kendi paralarını basmaya devam ediyorlar.

Şehirde Görülesi Bir Sergi Var…

Sıcak ve rutubetin insanı bunalttığı bu Ağustos günlerinde İstanbul, mevsim gereği, sergiler açısından kurak. Her yıl olduğu gibi Eylül ayını, sadece havaların biraz serinlemesi umuduyla değil, aynı zamanda, bazılarının duyuruları şimdiden yapılmış olan, ilginç sergiler için de özlemle bekliyorum. Bu ortamda, bugün gittiğim bir sergiyi hem çok ilginç, hem de çok öğretici buldum. Sergide kaldığım iki saati aşkın sürenin nasıl geçtiğini hiç fark etmedim. Alan olarak çok büyük bir mekanı kapsamayan bu sergide kullanılan sıra dışı, interaktif ve deneyime dayalı sergileme ve bilgilendirme yöntemi çok etkileyici idi.

“Bir Kazı Hikayesi: Çatalhöyük” sergisi, Koç Üniversitesi’nin Beyoğlu, İstiklal Caddesindeki Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde (ANAMED) bulunuyor. Sergi, yaklaşık 60 yıldan beri kazılan bu önemli arkeolojik alanda bulunan objeleri ya da diğer buluntuları içermiyor. Çatalhöyük’te bulunan eserleri Ankara Arkeoloji Müzesi’nde ve Konya Arkeolojik Müzesi’nde görmek mümkün. Serginin konusu, özellikle son 25 yıldan beri, ileri teknoloji kullanılarak yapılan kazıların nasıl ve ne şekilde yapıldığı ile ilgili. Bu nedenle, kuru kuru bir bilgilendirme sunulmuyor. Kendinizi neredeyse o ekibin bir üyesi gibi hissedebiliyorsunuz. “Buluntu Laboratuvarı”nın canlandırıldığı masalarda, bizzat uzmanların kullandığı araçları ve isimlerinin yazılı olduğu analiz kağıtlarını inceleyerek, kendinizi bir an için onların yerine koyabiliyorsunuz. Bu anlamda serginin, arkeolojinin uğraşı konusunu ve nasıl zor bir alan olduğunu geniş kitlelerin ve özellikle çocukların kavraması için yararlı olduğunu düşünüyorum. Nitekim, sergiye bu amaçla çocuklarını getirmiş pek çok aile vardı.

Buluntu Laboratuvarı canlandırmaları

Konya Ovası’nda bulunan Çatalhöyük, 1993 yılından beri kazı ekibinin lideri olan Ian Hodder’ın da belirttiği gibi, dünyadaki ilk yerleşim yeri değil. Çatalhöyük’ten çok önce de, İ.Ö. 8500 yıllarında, Orta Doğu’da yerleşim yerleri bulunmakta imiş. Ancak, Çatalhöyük İ.Ö. 7000 yıllarında nüfus açısından o dönemin en kalabalık kenti olması nedeniyle önemli. 10.000 kişilik nüfusu ile, bir anlamda, zamanının bir mega kenti. İnsanoğlunun avcı, toplayıcı topluluklar iken, yerleşik tarım ve hayvancılığa geçtiği “Tarım Devrimi” sürecini, geçtiğimiz yıl “çok satan kitaplar” arasında parlayan, Yuval Harari’nin Sapiens kitabında okumak mümkün. O zaman, bu şekilde bir anda popülerleşen ve herkesin elinde olan kitaplara karşı her zamanki tepkimi göstermiş, okumak için ortalığın durulmasını beklemiştim. Ne yalan söyleyeyim, yakın zamanda elime aldığımda da, bir “light tarih” önyargısı ve eleştirel tavrı hala vardı bende. Ancak, okudukça bu yaklaşımımı değiştirdiğimi ve kitabı ilginç bulduğumu söyleyebilirim. Okumamın bu sergi ile çakışması da, bilgilerimin taze olması açısından, çok uyumlu oldu benim için.

Çatalhöyük 1958 yılında, aralarında James Mellaart’ın da bulunduğu üç arkeolog tarafından, Konya Ovası’nda keşfedilmiş. 1961-1965 yılları arasında Çatalhöyük’te kazı yapan Mellaart’ın bulguları arkeoloji dünyasında büyük heyecanla karşılanmış ve kendisi de şöhret sahibi olmuş. Çünkü, o tarihe kadar kuramsal olarak, tarım ve yerleşik hayatın Batı’ya Anadolu üzerinden yayıldığı düşünülse de, bunun için yeterli bir kanıt bulunamamış. 1993 yılında ise, yine bir İngiliz olan, Ian Hodder tarafından kazılar yeniden başlatılmış. 2017 yılı Ağustos sonu itibari ile sona erecek olan bu 25 yıllık kazı döneminde, gelişen kazı, lazer görüntüleme ve analiz teknikleri sayesinde çok daha fazla ve önemli bulgulara ulaşılmış. Ian Hodder’ın ifadesi ile, “1960’larda Mellaart tarafından ortaya konulan büyük resim sayesinde bu projenin tüm mikro ölçekli analizler”i yapılmış.

İnsan yüzlü kap- Çatalhöyük

Çatalhöyük sayesinde, günümüzden 9000 yıl önce insanların Konya Ovası’nda yerleşik düzene geçtikleri, kerpiçten evler yaptıkları, tarım ve hayvancılıkla uğraştıkları, 200 Km uzaktan getirdikleri volkan camını (obsidyen) kullanarak kesici aletler yaptıkları ortaya çıkmış. Bunun dışında, duvar ve yer resimleri ile taş ve kilden heykelcikler de bulunmuş. Ian Hodder, kendisine sorulan belli sorulara yanıt verdiği bölümde, bunların sanat eseri olmaktan ziyade, dinsel amaçlarla yapılmış resim ve objeler olduklarını söylüyor. 25 yıllık kazı sürecinde, bazı buluntular ekip için özel heyecan yaratmış. 2004 yılında bulunan kireçtaşı heykelcik, insan yüzlü kap, 2008 yılında ortaya çıkarılan kutsal alan ya da “tapınak”, 2009 yılında bulunan genç yetişkin erkek iskeleti (kafatasının içinde karbonize olmuş siyah bir beyin ile birlikte), 2012 yılında bulunan obsidyen ayna, 2013 yılında bulunan dünyanın en eski keten kumaşı ve 2015 yılında bulunan sıvalı, boyalı ve göz yerlerine obsidyen yerleştirilmiş bir baş bunlardan bazıları.

Kireçtaşı heykelcik- Çatalhöyük

Çatalhöyük’te 1993 yılından beri yapılan kazılarda,

– 27 farklı alanda kazı yapılmış.
– 33.000 birim kazılmış.
– Kazılarda 47 farklı ülkeden, 1170 araştırmacı çalışmış.
– 595 mekan tanımlanmış.
– Kazı ve araştırma hakkında 461 yayın yapılmış.
– 7900 mimari öğe tanımlanmış.
– Üst üste 18 tabaka saptanmış.
– Arkeolojiye ilgi duymaları için, 11.000 çocuğa eğitim verilmiş.
Bu proje, Avrupa Birliği fonları ile finanse edilmiş.
– 1 milyon ziyaretçi kazı alanını ziyaret etmiş.
– 162 bina toprak üstüne çıkarılmış.

Kutsal alan- Çatalhöyük

Kazı çalışmalarının ne şekilde yürütüldüğü hakkında daha ayrıntılı bilgi sahibi olmak isteyenler için sergide yaklaşık 40 dakikalık bir video da var. 2006’da çekilmiş bu videoda, o dönem Kazı Başkan Yardımcısı olarak görev yapan araştırmacı Shahina Farid sizi kazı alanında gezdiriyor ve açıklamalar yapıyor.

Sergide Ian Hodder soruları da cevaplıyor

Yukarıda belirttiğim gibi, Çatalhöyük’te bulunan eserler günümüzde iki müzede görülebiliyorlar. 1961-1965 yılları arasında James Mellaart ve ekibinin çıkardıkları Ankara Arkeoloji Müzesi’nde, 1993-2017 yılları arasında Ian Hodder ve ekibinin çıkarttıkları ise Konya Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyorlar. 2015 yılının Aralık ayında Konya’ya yaptığımız bir gezide bu eserleri görme fırsatım olmuştu. Değişik objelerin arasında, günümüzde kullanılanlardan hemen hemen farksız olan tuzluklar özellikle dikkatimi çekmişti.

Çatalhöyük buluntuları- Konya Arkeoloji Müzesi
Sol üstte tuzluklar, çeşitli objeler, sol altta çocuk mezarı

“Bir Kazı Hikayesi: Çatalhöyük” sergisini bir sanal gerçeklik (virtual reality) deneyimi ile noktalayabiliyorsunuz. Bu bölümde, arkeolojik bulguların sanal gerçeklik ortamında yeniden yaratılması yoluyla, kendinizi bizzat Çatalhöyük’ün 9000 yıl önceki zamanına ışınlanmış gibi görebiliyor, yaratılan evin içinde dolaşabiliyor, objeleri elinize alabiliyorsunuz. Bunun dışında, evin damına çıkan merdivenden yukarı çıkabiliyor ve etrafınızdaki yemyeşil Konya Ovası üzerinde parlayan güneşi, diğer evlerin tepesindeki insanları görebiliyorsunuz. Kesinlikle çok etkileyici bir deneyim…

Ian Hodder ve ekibinin bir bölümü Çatalhöyük’te

“Bir Kazı Hikayesi: Çatalhöyük” sergisini 25 Ekim 2017 tarihine kadar görmeniz mümkün. Sergi sonrası için önerim ise, ANAMED binasının 5. Katındaki Beyoğlu Divan Brasserie’de soluklanmanız ve eşsiz manzaranın tadını çıkarmanız olacak…