Dedeağaç‘a, yani Alexandroupoli‘ye bir yetişkin olarak yakın zamanda iki kere gittim. Böyle ifade etmemin nedeni, çocukken de büyük olasılıkla gitmiş ya da içinden geçmiş olduğumu düşünmemden kaynaklanıyor. 2016 yılında başladığım web sitemi en başından beri izleyen okuyucularım çocukluk yıllarımın bir bölümünü Selanik‘te geçirdiğimi anımsayabilirler. 1960’lı yılların başına düşen bu dönem ile ilgili anılarımın bazılarına ağırlıklı olarak blogumdaki ilk yazılarımda (örneğin, Sonradan Gelen, “Benden Selam Söyle Anadolu’ya“, Sinema… Sinema…, İstanbul’da Deniz Sefası) yer vermiştim. Daha az olmak üzere, denk geldiğinde bambaşka yer ya da konularla ilgili yazılarımda da (örneğin, Eşi Benzeri Olmayan Şehir…, Bir Kitabın Hatırlattıkları…) bu yıllar ile ilgili belleğimde kalanlardan söz etmiştim.
Alexandroupoli ile ilgili izlenimlerimi yazmaya geçmeden önce belirtmek istediğim bir nokta var. Yıllardır Dedeağaç ve Alexandroupoli isimlerini duyardım. Ama, itiraf edeyim, bu iki ismin aynı yer olduğunu ben ancak gitmeden önce yaptığım araştırma sonucu öğrendim. Bildiklerim kadar, bilmediğim şeyleri de söylemekten asla çekinmemişimdir. Bana bu iki ismin farklı yerler olduğunu düşündüren belki de eskiden Türkçe isimleri ile andığımız pek çok yerin artık bizim tarafımızdan da Yunanca isimleri ile anılması olabilir. İstanköy/Kos veya Sisam (ya da Susam)/Samos gibi. Buraları Osmanlı dönemindeki isimleri ile anmayı neredeyse unuttuk. Oysa, Dedeağaç kullanılmaya devam ediyor.
Bildiğiniz gibi, internet yaşamlarımıza türlü kolaylıklar ve olanaklar sunarken, bir yandan da ciddi bir şekilde yanlış bilgi kaynağı olabiliyor. İşin kötü tarafı, bu yanlış bilgilerin inanılmaz bir hızla yayılıp, “kötü para iyi parayı kovar” misali, genel doğru olarak kabul edilmeleri. O kadar ki, kimi zaman yanlış bilgilerin doğrusunu açıklayıp insanları ikna etmeniz deveye hendek atlatmaktan daha zor olabiliyor. İşte Alexandroupoli veya Alexandroupolis isminin kökeni konusunda da doğru bilginin yanında, internette bir hayli yanlış bilgiye de rastladım. Bunlar genel olarak kentin adını, onun kurduğu bir kent olarak, Büyük İskender‘e dayandırıyorlar. Oysa bu bilginin gerçek ile ilgisi yok. Alexandroupoli, çevresinin köklü bir tarihi geçmişi olmasına karşın, oldukça yeni bir kent.
O zamanki adıyla Dedeağaç’a ilk yerleşim 19. yüzyılda, bölge Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altında iken olmuş. Ufak bir balıkçı köyünden 1873 yılında önce kaza, bir yıl sonra da sancak statüsüne erişmiş. Daha sonra, Edirne vilayetine dahil edilmiş. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sırasında kısa bir süre için Rusların eline geçmiş. Birinci Balkan Savaşı sırasında, 1912 yılında, Dedeağaç’ı Bulgarlar almış. Bulgar yönetimi, 1913 yılındaki çok kısa bir Yunan yönetiminin dışında, 1919 yılına kadar sürmüş. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Dedeağaç, 1919’dan Mayıs 1920 tarihine kadar, Müttefik Kuvvetler‘in yönetiminde kalmış. 14 Mayıs 1920 günü, Fransız birlikleri şehri Yunanlılara teslim etmiş.
Yunanlı kaynakların da belirttiğine göre, Dedeağaç ismi, sürekli bir ağacın gölgesinde oturan ve sonunda da buraya gömülen ermiş bir Dede’den geliyormuş. Şehir Yunanlılara teslim edilince ismi önce, yeni şehir anlamına gelen Neapoli‘ye dönüştürülmüş. 1920 yılında Yunan Kralı I. Alexander’ın ziyaretinin ardından, Alexander’ın şehri anlamına gelen Alexandroupoli adını almış. Yunanistan II. Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından işgal edilince Alexandroupoli tekrar Nazilerin müttefiki Bulgarlara geçmiş. 1941-1944 arasındaki işgal sırasında şehrin Yahudi sakinleri toplama kamplarına gönderilmişler. Bu son derece özet tarihten benim çıkarsadığım, Dedeağaç ile ilgili olarak bir Türk-Yunan çekişmesinden çok, Bulgar-Yunan anlaşmazlığı ve mücadelesi olmuş.
İpsala sınır kapısından geçtikten sonra Alexandroupoli’ye bir saatten kısa bir sürede varıyorsunuz. Sınıra yaklaşık 55 kilometrelik bir uzaklıkta. Bizim gittiğimiz her iki sefer de bahar ve yaz aylarının dışında idi. O nedenle hem Türk hem de Yunan sınır kapılarında işlemlerimiz çok hızlı ve kolay oldu. Kuyruk beklemek zorunda kalmadık. Yakınlarımdan, bayram tatilleri öncesi ve yaz aylarında 8-9 saatlik bekleme süreleri olabildiğini duydum. Bildiğiniz gibi, bu yoğunluk o dönemlerde haberlere de konu oluyor. Giriş çıkışlarda Yunan polisi tarafından hiçbir olumsuz davranış görmedik. Yoğunluk değişse de iki ülke arasında görevlilerin alışkın olduğu sürekli bir giriş çıkış olduğu anlaşılıyor. Bu sadece bizim taraftan Yunanistan’a giriş yönünde değil, oradan Türkiye’ye geliş yönünde de göze çarpıyor. Çeşitli yaşlarda, kadın ve erkek Yunanlıları, hatta papazları, Türkiye’ye giriş yaparken görmek mümkün. Deneyimlerime dayanarak, sınır bölgelerinde insanların komşu ülkenin dilini bildiklerini biliyorum. Örneğin, İtalya’nın Fransa’ya yakın bölgelerinde iyi Fransızca, Avusturya’ya yakın bölgelerinde Almanca konuşurlar. Bu durum, Yunanistan’ın sınırımıza yakın bölgeleri için de geçerli. Bölgede Türk kökenlilerin çok olmasının yanında, çeşitli nedenlerle Türkçe bilen, bir kısmının ailesi Büyük Mübadele sırasında oraya göç etmiş Yunanlılar da var. O nedenle kendi aramızda dikkatli konuşmakta yarar var. İlk gittiğimiz sefer dönüşte yaşadığımız bir olay bu savımı doğruladı. Neyse ki, hatırladıkça bizi gülümseten, hoş bir anı oldu…
Alexandroupoli’ye ilk gidişimiz vize nedeniyle biraz zorunluluktan olmuştu. İki gün sonra Sicilya‘ya uçacaktık ve Yunanistan’dan vize alabildiğim için Schengen bölgesine ilk girişi oradan yapmam gerekiyordu. Yılın o aylarında en pratik çözüm araba ile İpsala’dan giriş yapmak olduğu için günübirlik gitmiştik. Bir gece Keşan’da yatıp, sabah erkenden araba ile Yunanistan’a girdik ve Alexandroupoli’de akşam üzerine kadar kaldık. Sınır kapısından çıkarken Yunanlı polis eşime Türkçe olarak,
“Ooo, ….. Bey, olmadı böyle… Bir dahaki sefere bu kadar kısa sürede bırakmayız”, dedi.
Neyse ki, ciddi şekilde söylense en azından bir tedirginlik yaratabilecek bu cümleleri gülerek söyledi. Biz de güldük…
Alexandroupoli kuruluşundan 1920’lere kadar çok kültürlü, farklı etnik kökenli ve farklı dinlerden insanların bir arada, ahenk içinde yaşadığı bir kent olmuş. Yunanlı, Türk, Ermeni, Bulgar yurttaşların yanında, çoğunluğu konsolosluklarda ve gemicilik ile demiryolu işletmelerinde çalışan İtalyan, Fransız ve Avusturyalılardan oluşan Avrupalı bir grup da varmış. Ermeniler şehre ilk olarak 1870 yılında, demiryolu ve liman inşaatlarında çalışmak üzere gelmişler. Asıl büyük Ermeni göçü, 1922 yılından sonra İstanbul, Tekirdağ, Gelibolu ve İznik’ten olmuş. Birinci Bulgar işgalinden (1913-1919) sonra kentteki Bulgar nüfus önemli ölçüde artmış. Ancak, 25 Nisan 1920 tarihinde yapılan San Remo Konferansı ile Trakya’nın bu bölgesi Yunanistan’ın bir parçası olunca, Bulgarların çoğu, Yunanistan ve Bulgaristan arasında yapılan nüfus mübadelesi kapsamında, Bulgaristan’a gitmişler. Yahudi cemaat ise, yukarıda belirttiğim gibi, II. Dünya Savaşı sırasında neredeyse yok edilmiş.
2021 verilerine göre, Alexandroupoli il sınırları içindeki nüfus yaklaşık 72.000. Şehrin nüfusu ise 59.500 civarında. İl sınırları içerisindeki etnik dağılıma dair ne Yunanistan ne de Türkiye resmi kaynaklarında sağlıklı bilgiye rastlayamadım. Ancak, burada soydaşlarımıza ya da Türkçe konuşan Yunanlılara sıklıkla rastlandığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Alexandroupoli şehir merkezi gayet derli toplu, düzenli ve temiz bir yerleşim yeri. Kendi adıma, özellikle yakındaki Keşan‘ın zevksizliği ve keşmekeşinden sonra, bana derhal bir Avrupa şehrine ve ülkesine gitmişim izlenimi verdi. Aslında bu durumu çok acı bulduğumu belirtmeliyim. Keşan’da konakladığımız sözde oranın en iyi oteli, kaldığımız suit oda ve genel olarak sunulan hizmet, kalite ve anlayış ile Alexandroupoli’de sunulanlar arasında ne yazık ki dağlar kadar fark var. Bu kadar yakındaki bir yerden ilham alınmamış olması elbette bir kültür ve görgü meselesi. Bu duygularımı aslında tüm Yunanistan için genellemem mümkün. Yunanistan ana karasına ve adalarına gitmekten keyif almamın nedeni sadece ekonomik değil. Evet, daha kaliteli hizmeti daha ucuza alabilme olanağı da önemli bir etken ama, sadece o da değil. Ortak bir geçmiş sonucu birçok kültürel benzerlik ve aşinalığın olmasının yanında, Yunanistan’ın aynı zamanda bir Avrupa ülkesi özellikleri taşıyor olması benim çok hoşuma gidiyor açıkçası. Bu karışım, belki de ülkem için özlem duyduğum ve bana, “Bizde de neden olmasın?” ya da “Neden olmuyor?” sorularını sorduran çok hoş bir sentez.
Alexandroupoli’de iki tane ana cadde var. Odos Vasileos Alexandrou, Yunan ve çoğu Akdeniz kentinin vaz geçilmezi, halkın kavurucu bir günün ardından nispeten serin havada gezintiye çıktığı deniz kenarı boyunca uzanan bir kordon boyu. Kentin ünlü tarihi deniz feneri de burada. Tahmin edilebileceği gibi, burada restoran ve barlar da var. Ayrıca, görkemli yapıları ile bazı devlet daireleri de göze çarpıyor. Kentin diğer önemli caddesi olan Leoforos Dimokratias ise, kordon boyuna paralel ancak buradan üç blok daha içeride. Gördüğüm kadarı ile, Dimokratias şehrin en işlek ve canlı merkezi. Sağlı sollu bankalar, dükkanlar, restoranlar, pastaneler, kafeler, barlar ve müzeler var. Belediye Sarayı da bu cadde üzerinde.
Dimokratias caddesi üzerindeki mekanlarda herkes kendi yaş grubuna göre belli yerlerde oturmuş kahvesini ya da günün saatine göre içkisini yudumluyor. Yukarıda belirttiğim gibi, insan kendini uygar bir Avrupa şehrindeymiş gibi hissediyor. Gittiğimiz her iki seferde de oturduğumuz Salgamis fırınına bizi çeken hem ön taraftaki kafe bölümünün hem de dükkânın kalabalık olması idi. Yerli halk bu kadar rağbet ettiğine göre, iyi olmalı diye düşündük. Gerçekten de pastane ürünleri çok lezzetli idi. İlk gidişimizde Türkçe konuşan bir çalışan bize kendilerine özgü, güzel seçenekler önerdi. Salgamis, değişik yaş gruplarından müşterileri olmasına karşın, ağırlıklı olarak emeklilerin oturduğu bir yerdi. Küçük gruplar halinde, kadınlı erkekli, keyifle oturmuş, kahve ve pastane ürünlerinin eşliğinde sohbet ediyorlardı. Elimizde tepsiyle dışarı çıktığımız zaman her yerin dolu olduğunu gördük. Biz boş yer arayışında etrafa bakınırken, kaldırıma yakın taraftaki bir masadan yaşlı bir çift bize el salladılar. Aynı masada, karşılarındaki iki boş sandalyeyi göstererek çağırdılar. Selamlaşıp, yanlarına oturduk. O kadar sempatik ve tatlıydılar ki, Yunancayı unutmuş olduğuma üzüldüm. Özellikle kadın sürekli Rumca bir şeyler anlatmaya çalışıyor, gülümsüyordu. Nereden geldiğimizi sordular. Eşim, hatırladığı kadar Almancası ile yaşlı adamın bir zamanlar Stutgard’da 8-9 sene kadar işçi olarak çalıştığını öğrendi. Konuşarak çok fazla anlaşamasak da gözlerimiz ve gönüllerimizle anlaştık bu iyi kalpli insanlarla…
Alexandroupoli ile ilgili unutmayacağım bir başka “insan manzarası”nı da bir sonraki gidişimizde yaşadık. Arabamızı Dimokratias caddesine paralel sokaklardan birindeki bir otoparka bırakmıştık. Şehirde görmek istediğimiz yerleri gezdikten sonra ara sokaklardan arabaya dönüyorduk. O sırada iki büklüm olmuş, çok yaşlı ve bir deri bir kemik kalmış bir kadının ağır bir torbayı kaldırımda sürüklemeye çalıştığını gördük. Bizi görünce kendi dilinde bir şeyler söyleyerek sokağın başını gösterdi. Torbayı oraya götürmek istediğini anladık. Eşim torbayı onun istediği yere götürürken kadın benimle Yunanca konuşmaya devam etti. Onun üzerine, anlamadığımı anlatmak için, kendimi işaret ederek “Turkos” (Türküm) dedim. Teyit etmek için o tekrar, “Turki?” (Türk müsünüz?) diye sordu. Ondan sonra sohbet, bitmek şöyle dursun, daha da arttı ve aramızda “Tarzanca” dediğimiz türden bir diyalog başladı. Biraz hafızamda kalan Yunanca kelimelerle, biraz da İtalyanca ile benzerlik kurarak anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Nereden geldiğimizi ve kaç gün kalacağımızı sordu.
“İstanbul”, diye yanıtlayınca, gözlerimin içine muzip muzip bakıp gülümseyerek,
“Konstantinopolis”, dedi.
Belli ki, bazı milliyetçi sinir uçlarına dokunmak istiyordu. Hiç oralı olmadım ve ben de gülümseyerek, başımı salladım. Ne de olsa atalarımız, Osmanlı Sultanları bu konuda hiç beis görmemiş ve İstanbul’a, verdikleri başka birçok isim yanında, Şehr-i Konstantiniyye (Konstantin’in şehri) de demişlerdi. Yaşlı kadın birkaç kelime Türkçe de biliyordu. Belki de ailesi Mübadele ile Anadolu topraklarından göç edenlerdendi. Parmakları ile bana 95 yaşında olduğunu gösterdi.
“Maşallah”, dedim.
Yine muzip muzip baktı ve,
“Yaa, işte öyle Maşallah dersin”, edasıyla kafasını sallayarak, o da tekrarladı,
“Maşallah”…
Alexandroupoli’de de gezilecek yerler, her zaman tekrarladığım gibi, herkesin gönlüne ve zevkine göre olacaktır hiç şüphesiz. Eğer deniz mevsiminde iseniz, civarda birçok plaj ya da plajı olan otel var. Bizim kaldığımız Alexander Beach Hotel and Spa da bu tür tesislerden biriydi. Beş yıldızlı, büyük bir otel. Mevsimden dolayı biz yararlanamadık ama hem plajı hem de havuzları var. İlgilenenler için, otelin bir de kumarhanesi var. Sabah kahvaltısı oldukça zengin. Bir de biz mi öyle çalışanlara denk geldik, bilemiyorum ama, resepsiyon görevlileri ve diğer çalışanlar çok naziktiler.
Alexandroupoli kuruluş olarak modern bir kent sayılsa da arkeolojik kazılar bölgedeki yerleşimin M.Ö. 5000’lere kadar gittiğini ortaya çıkarmış. M.Ö. 7. yüzyılda Samothraki (Semadirek) adasından gelen Yunanlı yerleşimciler bölgede birçok koloni kurmuşlar. Hani şu Gökçeada ve Türkiye‘nin bazı yerlerinden görünen, tepesi daima volkanik bir dumanmış gibi bulutlu olan adadan gelen bu insanlar Mesimvria, Zoni, Sali, Drys, Ortagoria, Tempira ve Harakoma adını verdikleri yerlerde şehirler kurmuşlar. O sıralar bu bölgede çeşitli Trakyalı yerli kabileler yaşamaktaymış. Elde edilen bulgulardan, günümüzde Alexandraoupoli’nin bulunduğu yerin antik Yunan kolonilerinden Tempira ile aynı noktada olduğu saptanmış. Kent, Romalılar zamanında da düzgün bir yerleşim yeri olarak varlığını sürdürmüş. M.Ö. 2. yüzyılda yapılan ve Dedeağaç’ın Makri köyü ile Yunanistan’ın Evros ilinin diğer yerleşim yerlerinden Traianoupolis ve Doriskos‘tan geçen Via Egnatia yolunun kalıntıları günümüze kadar gelebilmiş. Gerek Roma gerekse Bizans döneminde Traianoupolis bölgenin en önemli yerleşimi imiş. Şehir, M.S. 2. yüzyılda Roma İmparatoru Trajan (ya da Traianus) tarafından kurulmuş. Yer seçimindeki etkenlerden biri, daha önce yapılan ve buradan geçen Via Egnatia olabilir. Traianoupolis 14. yüzyılın ortalarına kadar Kuzey Trakya bölgesinin en önemli askeri, idari ve dini merkeziymiş. Alexandroupoli’ye yaklaşık 12 kilometre uzaklıktaki Traianoupolis aynı zamanda bir kaplıca merkezi. Romalıların hamam ve yıkanma düşkünlükleri insana kentin kuruluşunda bunun da önemli olabileceğini düşündürüyor. Biz gitmediğimiz için kendim göremedim ancak, Traianoupolis’te Roma hamam kalıntıları ve ne için kullanıldığı tam olarak bilinmeyen, Osmanlılardan kalma, Chana olarak bilinen, büyük bir yapı varmış.
Gezme alışkanlıklarınız nasıl olursa olsun, Alexandroupoli’de ünlü deniz fenerine mutlaka yolunuz düşecektir. Şehrin sembolü sayılan deniz feneri, bir Fransız Şirketi olan La Société Colas et Michel tarafından yapılmış ve ilk olarak 1 Haziran 1880 tarihinde hizmete girmiş. Fenerin elektrik ile çalışmaya geçmesi 1973 yılında olmuş.
Osmanlı yönetimi altında, 19. yüzyılın son çeyreği Dedeağaç için önemli yatırımların yapıldığı bir dönem olmuş. Birisi 1872’de diğeri 1896 yılında biten ve Trakya bölgesini sırasıyla Edirne’ye ve Avrupa’ya bağlayan iki demiryolu hattının da nihai durakları Alexandroupoli imiş. Günümüzde modern ve bölgesel olarak önemli bir tesis olan liman da ilk olarak 1873 yılında inşa edilmiş. Tahmin edebileceğiniz gibi, tüm bu yatırımlar yabancı şirketler tarafından yapılmış. Yukarıda belirttiğim gibi, bu şirketlerde çalışanlar Alexandroupoli’nin kozmopolit yapısına ve yaşantısına renk katmışlar.
Bizim gibi bir yere gittiği zaman sadece yemek içmek ve denize girmekle tatmin olmayanlar için Alexandroupoli’de çok güzel müzeler var. Onlardan birkaçına da gitme fırsatı bulduk. Ancak, onlara geçmeden önce, halen kentin Müslüman cemaati tarafından kullanılmaya devam edilen Alexandroupoli Camii‘nden söz etmek istiyorum. Odos Kassandras 1 adresindeki camiyi bulmak çok kolay olmadı. Aslında deniz fenerinden yürüyerek 10 dakikalık bir uzaklıkta ama, çevresi tamamen binalarla kapanmış. Adeta gizlenmiş. Herhangi bir yön tabelası konmamış. Bilmeden etrafında epeyce bir dolanmışız. Sonra, binaların arasında tesadüfen alçak bir minare görmem üzerine, dar bir çıkmaz geçitten geçerek, Müslüman azınlığın çocuklarının okuduğu ilkokulun yanındaki camiyi bulduk. O sırada teneffüste olan çocuklar okulun bahçesinden merak ve ilgiyle bizi izlediler. Cami, 1906 yılında, Faik Hüseyin Paşa tarafından yaptırılmış. Kendisinin mezarı da burada. Yapıldığında bir medresesi de varmış ancak, günümüze ulaşmamış. Caminin görünür olmamasının bir nedeni hiç şüphesiz çevresindeki yapılaşma. Internette, bir diğer nedenin ise güvenlik olabileceğini okudum. Kare planlı cami, sonuncusu 1993 yılında olmak üzere, 20. yüzyılda iki kere kundaklanmış. Her seferinde, Yunan hükümetinin finansal desteği ile yeniden yapılmış. 2014 yılında da aşırı sağcılar tarafından bir saldırıya uğramış. Kentteki Katolik ve Ermeni kiliselerinin de aynı güvenlik endişesi ile resmi turizm haritalarında özellikle öne çıkarılmadığı belirtiliyor.
Dedeağaç’ta üç tane müze gezdik: Alexandroupoli Tarih Müzesi (Historical Museum of Alexandroupoli), Trakya Etnoğrafya Müzesi (Ethnological Museum of Thrace) ve Alexandroupoli Arkeoloji Müzesi. Üçünü de beğenmekle beraber, arkeoloji müzesini bir numaraya koyarım. Belki beklediğimden çok iyi olmasından dolayı, bilemiyorum. Fazla büyük olmayan ama düzenleme, açıklayıcı bilgiler ve personel açısından çok başarılı bir müze. Salondaki görevlinin kendiliğinden ek bilgi vermeye canı gönülden istekli olmasını da çok takdir ettim. 2022 yılında açıldığı belirtilen müzede Evros bölgesinde çıkarılmış olan ve tarih öncesi çağlardan Roma dönemine uzanan buluntular sergileniyor. Ayrıca, koleksiyon açıklayıcı çeşitli multivizyon araçları ve videolarla destekleniyor. Arkeoloji meraklıları için kompakt ve güzel bir müze. (Adres: Makris No:44)
Alexandroupoli Tarih Müzesi, Dimokratias Caddesi No: 335 adresinde. Burada da kentin ve çevresinin tarihi ile ilgili çeşitli arkeolojik buluntular sergilenmekle beraber, daha çok kentin kuruluş ve gelişim tarihi ile birlikte özellikle 19. yüzyılda yapılan liman ve demiryolu, kentin sosyal, kültürel ve entelektüel gelişimi, etnik yapısı gibi temalar işlenmiş. Gezerken elimize verdikleri kalın bilgi klasörünün bu yazıyı yazarken benim için önemli bir bilgi kaynağı olduğunu belirtmeliyim.
1899 yılında yapılmış taş bir konakta yer alan Trakya Etnoğrafya Müzesi (Adres: 14is Maiou 63), sergilenen mahalli giysiler, üretim araçları ve el işleri aracılığıyla genel olarak Yunanistan’ın Trakya bölgesinin folklorik ve kültürel belleğini korumayı amaç edinmiş. 2002 yılında açılan müze, devlet yardımı da alan bir vakıf müzesi. Burası da merak eden ve ilgi duyan müze severler için bilgi dolu bir yer.
Alexandroupoli’de iki restoranda yemek yeme fırsatı bulduk. Bunlardan ilki, her iki yolculuğumuzda da gittiğimiz ve Türkler tarafından epeyce bilinen Ai Giorgis, yani Aziz George. Alexandroupoli’nin biraz dışında, yaklaşık 12 kilometre uzaklıktaki Makri köyünde bulunan bu taverna her yönüyle çok kaliteli ve iyi yönetilen bir işletme. Dekorasyonundan müziğe, karşılamadan servise kadar her şey, iki gidişimizde de mükemmeldi. Ayrıca, yemeklerin hepsi gayet lezzetli ve ustaca pişirilmişti. Sunum için kullanılan malzeme, tabaklar, bardaklar, kısaca her şey ince bir zevki yansıtıyordu. Mekânın ambiyansına da diyecek yoktu. Mevsimsel nedenlerle biz kullanamadık ama, tavernanın ayrıca bir plajı da var.
Ai Giorgis’in bulunduğu yerde, 1950 yılında Demir Ali isimli bir taverna açılmış. Türk köyü veya Türklerin ağırlıkta olduğu belirtilen Makri için bu bir dönüm noktası olmuş. Bu tavernanın daha sonra ne olduğunu bilemiyorum ama, 2002 yılında aynı yerde, bu kez Ai Giorgis olarak yeni bir başlangıç yapılmış. Bu restoranda, geleneksel ve benim çok sevdiğim Yunan mutfağına özgü yemekleri, çağdaş gastronomik dokunuşlarla yorumlanmış şekilde tadabiliyorsunuz. Porsiyonların tüm Yunanistan’da olduğu gibi çok büyük ve doyurucu olduğunu belirtmeliyim. Her Yunanistan’a gittiğimizde yaptığımız gibi burada da çok fazla şey ısmarlamaya başlayınca, istediklerimizin fazla geleceği ve durmamız konusunda uyarıldık. Kendi ülkemizde restoranların sunduğu küçücük porsiyonları öylesine kanıksamışız ki…
Ai Giorgis’e gitmeyi düşünürseniz, mutlaka yer ayırtmalısınız. Bunun için de telefon etmeniz gerekiyor. Eskiden sosyal medya hesaplarından da rezervasyon kabul ediyorlarmış ama, karışıklığa yol açtığı için artık sadece telefon ile aranırsa yer ayırıyorlar. Çoğunlukla, telefonda Türkiye’den arandığını gördükleri zaman Türkçe konuşan birisi yanıt veriyor. İlk gidişimiz için önceden aradığımda rezervasyonumuzu alan genç hanım daha sonra garson olarak da bizim masa ile ilgilendi. Çok dikkatli servis yapan, kibar birisi idi. Türkçesi de çok iyiydi. Bize, Yunanistan vatandaşı bir Türk olduğunu söyledi. Birkaç ay sonra gittiğimizde onun terfi etmiş olduğunu görmek beni sevindirdi. İkinci gidişimizde bizimle ilgilenen garson Türkçe bilmiyordu ama, o da gayet iyi İngilizce konuşuyordu.
Ai Giorgis Türklerin çok rağbet ettikleri bir işletme. Bazen Türk müşterilerin sayısı yerli halktan fazla olabiliyor. Bir arkadaşımdan insanların sırf Ai Giorgis’de yemek yemek için İstanbul’dan günübirlik Alexandroupoli’ye gittiklerini duymuştum. Gelenlerin arasında tanınmış gazeteciler de görmek mümkün.
İlk kez gittiğimizde uzo eşliğinde Yunan salata, Yunan usulü cacık, ahtapot, baklava hamuruna sarılıp kızartılmış feta peyniri, fava ve kabak kızartma yemiştik. O kadar doyduk ki, balık yemeğe midemizde yer kalmadı. Her şey çok lezzetli idi. Ödediğimiz ücreti not etmemişim. İkinci sefer, başlangıç olarak müthiş bir kabak reçeli ve toz haline getirilmiş yaban mersini eşliğinde Trakya peyniri, fava ve tarama aldık. Bir önceki gelişimizden edindiğimiz deneyime dayanarak fazla meze yememeye özen gösterdik. Ana yemek olarak ben Kalamarada (peynir ve pesto sos ile servis edilen spaghetti gibi ince ince kesilmiş kalamarlar), eşim minekop balığı yedi. Tatlı olarak tuzlu karamelli bir tatlı yedik. Yine tüm yediklerimizden çok memnun kaldık. Bir küçük şişe mavi etiketli Barbayanni uzo ile beraber tüm yediklerimize iki kişi 82 Euro hesap ödedik.
Alexandroupoli’de gittiğimiz diğer Gialos tavernası, şehrin kordon boyu sayılan Vasileos Alexandrou caddesinin devamı olan Apolloniados 24-26 adresinde. Deniz fenerine yürüyerek uzaklığı yaklaşık 10 dakika. Mezelerin dışında, burada yediğimiz küçük fener balıkları da çok lezzetli idi. Bir dahaki sefere, çok methini duyduğum Nisiotiko (Zarifi No:1 adresinde imiş) tavernasına gitmeyi düşünüyoruz.