
Portekiz’de kalacağımız süre içerisinde en yorucu olacağını tahmin ettiğimiz gün, mecburen en sonuncusu oldu. Görmek istediğimiz müzelerin kapalı oldukları günler, akşam programlarımız ve benzeri nedenlerle, Sintra’ya gidişimizi İstanbul’a dönmeden bir gün öncesine koymuştuk. Üstelik, bir gece öncesinde de evlenme yıldönümümüzü kutlamak için fado dinlemeye gideceğimiz Café Luso’dan geç döneceğimizi de biliyorduk. Ama başka çare yoktu.
Lizbon’un merkezinden yaklaşık 30-35 kilometre uzaklıktaki Sintra, Lizbon’a ya da Portekiz’e yolculuk yapan hemen hemen herkesin gittiği bir yer. Kimi renk renk ve eklektik, kimi gotik ve eksantrik sarayların fotoğraflarına sosyal medya paylaşımlarında sık sık rastlarsınız. Ekim ortasında bile turistlerle dolup taşıyordu. Yazın nasıl olduğunu hayal bile edemiyorum.
Lizbon gezimizi önceden planlarken beni en çok uğraştıran ve vaktimi alan kısmın Sintra olduğunu söyleyebilirim. Sonuçta şu karara vardım. Gidenlerin çoğu ya her şeyin sizin için planlandığı turlarla gidiyor ya da bizim gibi kendi gitse bile, sarayların pek azının (belki de hiçbirinin) içini geziyor. Sintra konusunda kritik konular hem oraya olan ulaşımı hem de Sintra’nın içinde değişik ören yerleri arasındaki ulaşımı planlamak. Saraylara girişler genel olarak randevulu bilet ile. Yani belli bir saatte kapıda olamazsanız, biletiniz yanıyor. İçeri giremiyorsunuz. Bu arada, önceden biletleri alırken, hem Sintra merkezden gezmeyi seçtiğiniz ilk yere olan hem de diğer yerler arasındaki ulaşım süresini ve otobüsün zamanında gelip gelmeyeceği konusunu da dikkate almak şart. Bu konuda navigasyonun gösterdiği yürüyüş sürelerine aldanmamanızı özellikle belirtmek isterim. 15-20 dakikalık yürüyüş olarak belirtilen rotalar dik yokuşları ve döne döne kıvrılan yolları kapsıyor. Özellikle sıcakta hiç hoş olmayabilir.

Lizbon’dan Sintra’ya gitmek için önce araba kiralamayı düşünsek de, birkaç kitap ve bloga baktıktan sonra, tren ile gitmenin daha iyi olacağına karar verdim. Genel olarak, virajlı yolun dışında, yaz aylarında zaman zaman görülen yoğun trafik araba ile gidişleri caydırıcı en çok sözü edilen nokta. Lizbon’dan Sintra trenine Rossio İstasyonu’ndan binebilirsiniz. Bu tarihi tren istasyonundan Portekiz serisindeki ilk yazımda ayrıntılı olarak söz etmiştim. Gün boyunca Lizbon ve Sintra arasında karşılıklı seferler var. Biz önce, sabah 09:11 trenine binmeyi düşünmüştük ama sonra, baktık ki yetişiyoruz, bir önceki 08:41 trenine binmeye karar verdik. İyi ki de öyle yapmışız. Erken saatteki o tren bile doluydu. Trene binmeden önce istasyonun girişindeki Starbucks’da kahvaltı yapalım demiştik. Bol vaktimiz var gibiyken, inanılmaz yavaş servis yüzünden trene neredeyse ucu ucuna yetiştik. Her şey boğazımıza dizildi. Üstelik yiyeceklerin kalitesi de berbattı.
Trenle Lizbon’dan Sintra’ya gitmek yaklaşık 40 dakika sürüyor. Yanlış hatırlamıyorsam, yolda birkaç durakta duruyor. Bu arada, yol üzerinde bazı iç kapayıcı ve zevksiz bölgelerden de geçiliyor. Sosyal konut tarzı zevksiz yapılar, çirkin duvar yazıları ve resimlerle dolu duvarlar… Tren yolculuğundan aklımda kalan bir şey, Portekiz’de bulunduğumuz o birkaç gün sırasında ilk olarak bir iki tane güzel sayılabilecek Portekizli kızı görmüş olmamız oldu. Hiç kimseyi, hiçbir zaman görünüşlerine göre yargılamam ya da değerlendirmem. Beni tanıyanlar bilirler. Ancak, Portekizlileri ırk olarak güzel bulduğumu söyleyemeyeceğim. Konu sadece güzellik de değil. Bir sağlıklı görünme, belli bir alım ve bir duruş hali sözünü ettiğim. Doğrusu, şöyle genel olarak bakınca, Portekizlilerde bu özelliklerin hiçbirini göremedim.
Sintra Sıradağları’nın kuzey yamacında kurulmuş olan Sintra, iklimi nedeniyle Portekiz krallarının gözde bir yazlık yerleşim yeri olmuş. Sıcak yaz aylarında krallar ve asiller burada yaptırdıkları yazlık saraylara çekilerek, Lizbon’un kavurucu sıcağından kaçmayı tercih etmişler. Portekiz’in batısında, Sintra’dan Atlantik Okyanusu’nun kıyısındaki Cabo da Roca’ya (Roca Burnu), 16 kilometre boyunca uzanan Sintra Sıradağları, zengin bitki örtüsü ve barındırdığı yabani hayvan çeşitliliği ile sadece turist ya da tarihi eser görme meraklılarının değil, doğaseverlerin de gitmekten hoşlandıkları bir bölge. Dağların en yüksek noktası (529 metre), Sintra yerleşim yerinin yakınlarında.
Sintra, 18. yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren ve özellikle 19. yüzyıl boyunca Romantizm akımının simge yerlerinden birisi olarak sivrilmişse de, aslında tarihi çok eskilere giden bir yer. Paleolitik ve Neolitik çağlardan beri yerleşim olduğu tespit edilen bölge daha sonra Kelt, Roma ve Arap işgalleri yaşamış. Kral Alfonso Henriques’nin Arapları yenmesi üzerine Sintra Portekiz Krallığı’nın bir parçası olmuş. 1755 yılında yaşanan büyük depremden etkilenmeyince, 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyıl boyunca bölge altın çağını yaşamış. Ünlü yabancı gezgin ve edebiyatçılar egzotik buldukları bölgenin hayranı olmuşlar. Kimisi eserlerinde Sintra’dan esinlenmişler. Bu kişilerin arasında en tanınmışı Lord Byron.

Bu arada, Portekiz aristokrasisi de bölgede yazlık saraylar ve köşkler yaptırmaya başlamışlar. Söz konusu saray yaptırma merakının doruk noktası hiç şüphesiz ünlü Palácio Nacional da Pena (Pena Sarayı) olmuş. Bu saray, çevresindeki park ile birlikte Sintra’nın en çok ziyaret edilen tarihi yeri. Söylendiğine göre sadece bahar ve yaz aylarında değil, tüm yıl boyunca ziyaretçileri ağırlıyor. Belki çetin kış aylarında o kadar kalabalık olmasa da, ekim ayında sarayın içinde adım adım ilerleyebildikten sonra, yılın büyük bir bölümünde belirtildiği gibi olduğuna inanabiliyorum.

Sintra, 1995 yılında bir yerleşim yeri olarak tümüyle UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. Yukarıda belirttiğim gibi, gezilebilecek çok yer var. Ancak, bunların hepsini bir güne sığdırmak mümkün değil. İster istemez bir seçim yapmak zorundasınız. Sintra istasyonunda inince, hemen karşıdan kalkan 434 (veya biraz farklı bir rota izleyen 435) numaralı otobüsle çoğunlukla gezilen bütün yerlere gitmeniz mümkün. Aldığınız bilet 24 saat geçerli. Biz kolaylıkla bilet alıp, 434 numaralı otobüse bindik. Anladığım kadarı ile, bahar ve yaz aylarında bilet almak, ardından kuyruğa girip otobüse binebilmek büyük sorun olabiliyormuş. Ayrıca, otobüslerin ring seferi yaptıkları yollar aşırı trafikten tıkandığı için randevulu giriş biletleri olanlar bazı saraylara giriş saatlerini kaçırabiliyorlarmış.
Sintra tren istasyonunun önünden bineceğiniz otobüslerle gidebileceğiniz yerler: Sintra tarihi merkezi, Sintra Ulusal Sarayı, Regaleira Sarayı, Seteais Sarayı, Monserrate Sarayı, Pena Sarayı, Arap Kalesi ve Biesten Sarayı. Ayrıca yakınlarda bir Kapuçin Manastırı ve başka saraylar ile köşkler de var. Kendini bölgenin doğasına bırakan, mantar, meşe ve çam ağaçlarının arasındaki yürüyüş yollarını keşfe çıkanlar ya da Okyanus kıyısındaki Roca Burnu’na gidenler de oluyor. Ancak, eğer Sintra’da kalmıyorsanız, tüm bunları bir günde yapmanız çok zor. Çoğu ziyaretçi için tipik bir Sintra gezisi iki yeri, Pena ve Regaleira saraylarını içeriyor. Biz, biraz zorlanarak da olsa ve ulaşım yoğunluğu izin verdiği için üç yeri gezmeyi başardık ama, epeyce yorucu oldu.

Otobüs önce Arap Kalesi’nde (Castelo dos Mouros) durdu. Biz kaleye uzaktan ve ağaçların arasından bakmakla yetindik çünkü aksi takdirde Pena Sarayı’ndaki giriş için saat 11:30 randevumuza yetişmemiz mümkün olmayacaktı. Kale, 10. yüzyılda Araplar tarafından yapılmış. 1147 yılında Alfonso Henriques tarafından fethedilmiş. 19. yüzyılda onarılmış. Yukarıdan çok güzel bir manzara olduğu söyleniyor.

Masalsı bir yapı
İlk gezeceğimiz yer olan Palácio Nacional da Pena’yı, yani Pena Sarayı’nı, çevreleyen muazzam parkın kapısında otobüsten indik. 2000 dönümden fazla büyüklükte bir araziyi kaplayan parkın girişinden sarayın kapısına ulaşmak için yaklaşık yarım saat yürümek gerektiğini okumuştum. O nedenle sadece parkı gezmekle yetinmeyip, sarayın içini de gezmek istiyorsanız, alacağınız giriş biletinin saatini seçerken bu noktaya dikkat etmelisiniz. Biz, saraya giriş bileti alırken, bir de Pena Parkı’nın girişi ile sarayın kapısı arasında gidip gelen otobüse de çift yönlü bilet almıştık. Bu biletlerin saati yok. Kuyruğa girip, biniyorsunuz. Bu şekilde, koşturmak zorunda kalmadan, 3 dakikada rahatça yukarı çıktık. Giriş saatine kadar kafede oturmaya bile vaktimiz oldu. Bu arada etrafı izledim. Her yer insan kaynıyordu. Ancak bu insanların bir bölümü, sarayın içine girmek yerine, önünde kendilerini ya da binayı fotoğraflıyorlardı. Doğrusu, Pena sarayı eklektik ve biraz tuhaf mimarisi ile peri masallarından çıkmış gibi görünüyor. Ayrıca, farklı bölümlerinin değişik renklere boyanmış olması onu çok sevimli kılıyor. Biraz kirli ve boyaya ihtiyacı varmış gibi göründü gözüme. Aslında bu kadar ziyaretçi akını olan bir yer için bütçe açısından bir sorun olmamalı diye düşünüyorum.

Kral (Dom) II. Ferdinand

ayında bile ziyaretçilerin akınına uğramıştı
Sintra Dağları’nın ikinci en yüksek tepesinde inşa edilmiş olan Palácio Nacional da Pena, Kraliçe II. Maria’nın eşi, Saxe-Coburg-Gotha hanedanından Alman prensi Ferdinand tarafından, kraliçe için yaptırılmış. Ferdinand, eş durumundan kral olmuş ve Portekiz tarihine Kral (Dom) II. Ferdinand olarak geçmiş. Kendisi, Sintra denince ilk akla gelen bu saray ile Bavyera kralı II. Ludwig’in meşhur Neuchwanstein şatosunda yarattığı masalsı ve romantik havayı yaratmak istemiş. (Görmüş olanlar bilir. Neuchwanstein gerçekten çocukken masallarda olduğunu hayal ettiğimiz şatolar gibidir. 1960’ların başında, henüz küçükken babamın götürdüğü o şatoyu hala hatırlarım). Ancak, Neuchwanstein’dan farklı olarak, kullanılan canlı renkler ve mimari özelliklerle, Pena Sarayı’na aynı zamanda bir Akdeniz havası da verilmiş. Bir doğa düşkünü olarak II. Ferdinand yaptırdığı sarayın çevresine de önem vermiş. Binlerce meşe, mantar, çam, Meksika selvisi, Avusturalya akasyası ile başka birçok ağaç diktirmiş. Böylece, sarayın gerçeküstü havasına fazladan başka bir hava katan çevresindeki o muhteşem park ortaya çıkmış.


yaratık figürleri göze çarpıyor


II. Ferdinand, İngiltere Kraliçesi Victoria ile evlenen kuzeni Prens Albert gibi, sanata, doğaya ve zamanın teknolojik yeniliklerine meraklı birisi imiş. Sarayın yapımı için önce, 15. yüzyıldan beri burada bulunan Pena Manastırı’nı satın almış. Sarayın yapımında manastırın belli bölümleri yeni yapıya katılmış. Gezerken, manastırın revaklı avlusunu, odaya çevrilmiş keşiş odalarını görmeniz mümkün. 1840 yılında yapımına başlanan sarayın mimarı Alman Baron Von Eschwege. İnşaat 45 yıl sürmüş. O zamana kadar Kraliçe II. Maria çoktan ölmüş. Prens ise, sarayın tadını çıkaramadan, inşaatın bittiği 1885 yılında ölmüş.



burası depo olarak kullanılmış.
Kraliçe II. Maria öldükten 16 yıl sonra, II. Ferdinand opera sanatçısı Elise Hensler’e aşık olmuş. İsviçre’de doğup, Amerika’da büyümüş ve sonra Paris’te eğitim almış olan Hensler ile Ferdinand 1869 yılında evlenmişler. Sadece konsort kral (yani eşi nedeniyle) ünvanı olduğu için Portekiz’i yönetme durumu olmayan Ferdinand, yeni eşi ile birlikte özel mülkü olan Pena’ya yerleşmiş. Zaten Kraliçe II. Maria’nın ölümünden sonra taht çoktan, önce büyük oğullarına, sonra küçük oğullarına geçmiş. Pena Sarayı arazisinin içinde, evlenmeden önce Edla Kontesi ünvanını alan Elise Hensler’in II. Ferdinand ile birlikte yaptırdıkları ve Kontes Edla Şalesi olarak adlandırılan bir köşk ve bahçesi de var. Vaktiniz varsa, orayı da gezebilirsiniz. Biz, diğer saraylara olan bilet saatlerimizi kaçırmamak için orayı gezmedik.


Adını duvarlardaki geyik başlarından alan ve resmi davetler
için kullanılan yuvarlak salon


Ferdinand 1885 yılında ölünce, vasiyeti üzerine, özel mülkü olan Arap Kalesi ve Pena Sarayı ile Parkı Edla Kontesi’ne bırakmış. Portekiz kültürel mirası olarak söz konusu mülklerin Portekiz kraliyetine ait olması gerektiği gerekçesi ile açılan ve uzun süren davaların sonunda, Elise Hensler Arap Kalesi ve Pena Sarayı ve Parkı’nı devlete satmış. Buna karşılık 1904 yılına kadar şaleyi ve bahçesini kullanmış. Pena Sarayı ve Parkı, 1910 yılında Portekiz’de Cumhuriyet ilan edilince müzeye dönüştürülmüş ve koruma altına alınmış.

Pena Sarayı’na belli saat aralıklarında, gruplar halinde girildiği için, gezerken kendinizi bir akıntının ortasında buluyorsunuz. Özellikle ilk girişteki, manastırdan kalma bölümlerde fiziksel olarak da bir darlık söz konusu olduğu için kendinizi bir odadan diğerine sürükleniyor gibi hissediyorsunuz. Çoğu yerde, şöyle bir durup etrafı incelemek için vakit olmuyor. İncelemeye gerek var mı diye de sorabilirsiniz tabii. Eminim, siz de benim gibi, içi çok daha şaşalı olan saraylar görmüşsünüzdür. Yine de, zaman zaman bu yarış havasında gezme olayı insanı boğabiliyor. Düşününce, bu kadar çok ziyaretçisi olan bir yerde, yönetimin yöntem olarak başka da seçeneği olmayabilir.


Gitmeyi planladığımız ikinci saray Palácio Nacional de Sintra, yani Sintra Ulusal Sarayı idi. (Bazı kaynaklarda Sintra Sarayı ya da Kent Sarayı olarak da adı geçebiliyor). Çok yüksek konik bacaları ile son derece sevimli görünen bu saray, Sintra’nın eski bölgesinin tam kalbinde yer alıyor. Aslında istasyona da çok uzak değil. Ancak biz, uzak noktadan başlamanın daha iyi olacağını düşünerek, önce burayı gezmeyi tercih etmemiştik. Pena Sarayı’nı gezip, gelenekselleşmiş malum noktalarında bolca fotoğraf çektikten sonra, yine servis arabası ile parkın kapısında indik. Bu sırada yağmur da indirdi. Oysa o gün, hava tahminlerine göre güneşli olacaktı. 435 numaralı otobüse binerek Ulusal Saray’a geldik. Burası, randevulu bilet ile girilen bir saray değil ama, biz planımızı saat 2’de orada olacak şekilde yapmıştık. Saat 2’den epeyce önce orada olduk.


maketten daha iyi anlaşılıyor. Saray, farklı dönemlerde yapılan
eklemelerle, yüzyıllar boyunca genişletilmiş.
Palácio Nacional de Sintra, bizim Topkapı Sarayı’nda olduğu gibi, değişik dönemlerde, farklı hükümdarların eklemeler yaptırarak büyüttüğü bir saray. Bu nedenle, tarz olarak da kaçınılmaz bir şekilde, eklektik bir yapı. Gotik bir ön yüzü olan sarayın ana kısmı 14. yüzyılda Kral I. João tarafından, burada 8. yüzyılda Araplar tarafından inşa edilmiş başka bir yapının yerine yaptırılmış. Saray kısa zamanda kraliyet ailesinin gözde bir yazlık sarayı olmuş ve 1910 yılına kadar bu amaçla kullanılmış. 16. yüzyılda, Kral I. Manuel döneminde saraya Manuelin ve Arap tarzını çağrıştıran eklemeler yapılmış. Saray, topoğrafyaya uygun bir şekilde, farklı kademeler üzerine oturtulmuş.

16. yüzyılda, Kral I. Manuel zamanında sarayın Büyük Salon‘u olarak yapılmış. Sonraki yüzyıllarda küçük dairelere bölünmüş. Diktatörlük döneminde eski haline getirilmiş. Tavana Portekiz’in 15. ve 16. yüzyıllarda denizlerdeki başarılarının resmedilmesi düşünülse de, bu yapılamamış.

çok güzel fayanslarla (Azulejo) ile kaplı
Pena Sarayı’nın aksine, Palácio Nacional de Sintra oldukça tenha idi. O nedenle rahat rahat ve keyifle gezebildik. Pena Sarayı’nı istila eden kalabalık burada yoktu. Aslına bakarsanız, Sintra Ulusal Sarayı bana göre çok daha tarihi ve ince detaylarla dolu bir yer. Gelin görün ki anlaşılan, sosyal medyanın da katkıları ile, renkli ve türlü türlü kuleleri olan Pena Sarayı insanların daha çok ilgisini çekiyor. Ben, Sintra’ya giden ve vakti olanlara Palácio Nacional de Sintra’ya da gitmelerini öneririm.


bir jest olarak yapılmışlar
Sarayın aklımda kalacağını düşündüğüm ve beğendiğim birkaç köşesinden kısaca bahsedeyim. Kuğular Salonu olarak adlandırılan sarayın Büyük Salonu 14. yüzyılda, Kral I. João ve eşi, Kraliçe Philippa zamanında yapılmış. Burası 19. yüzyıla kadar kralın divanı ve yemek davetleri, konserler, dini törenler ve resmi kabuller için kullanılmış. Abisi, İngiltere Kralı IV. Henry’nin amblem olarak kullandığı ve salona adını veren tavandaki kuğular, Lancaster’den gelin gelen Kraliçe Philippa’ya bir jest olarak yapılmışlar. Kraliçe Philippa aynı zamanda, önceki Portekiz yazılarımda adı geçen Gemici Prens Henrique’nin de annesi. Bundan dolayı, Belém’de gördüğümüz Padrão Dos Descobrimentos’daki (Keşifler Anıtı) heykeller arasında tek kadın heykeli Kraliçe Philippa’nınki idi.



Kral I. João’nun kendine seçtiği sloganmış.
Bir diğer salon olan Saksağanlı Salon’un tavan süslemelerinde de yine Kraliçe Philippa’ya bir gönderme yapıldığı düşünülüyor. Saraydaki en eski süsleme olduğu belirtilen tavana neden 136 tane saksağan yapıldığı kesin olarak bilinmiyor. Bu konuda çeşitli söylentiler var ama, hiçbiri kayıtlı bilgi değil. Buna karşın, saksağanların pençelerinde tuttukları güllerin büyük olasılıkla, Kraliçe Philippa’nın üyesi olduğu İngiltere’nin Lancaster Hanedanı’na bir gönderme olduğu belirtiliyor.




Hanedan Salonu (Sala dos Brasões) olarak bilinen büyük mekân 16. yüzyılda, Kral I. Manuel tarafından yaptırılan görkemli kulede bulunuyor. Bütün bir katı kaplayan salonun sekizgen bir kubbesi var. Burada kral en tepeye Portekiz kraliyet armasını koydurmuş. Bu, hiyerarşik ama aynı zamanda birbirine bağımlı bir toplumsal yapıda kendisinin en tepede olduğunu simgeliyor. Öte yandan, sahip olduğu güç, altındaki aristokrasiye dayanıyor. Alt tarafta, armaları ile temsil edilen Portekiz’in en soylu ve önemli 72 aristokrat ailesi de sosyal statülerine kral sayesinde sahip olabiliyorlar. I. Manuel, kendi devam edecek soyunu da tavan süslemelerine 8 evladının armalarını koydurarak ifade etmiş. Kız evlatların armaları evlenene kadar boş tutulmuş. Hanedan Salonu’nun duvarlarının alt tarafları 18. yüzyılda Delft tarzı fayanslarla (Azulejo) süslenmiş.


Palácio Nacional de Sintra’yı iki saatten kısa bir sürede bitirince, kafesinde bir şeyler yemek ve kahve içmek için bol vaktimiz kaldı. Sintra’nın aynı zamanda tatlıları ile meşhur bir yer olduğunu okumuştum. Onun için fırsatı kaçırmadık ve müzenin kafesindeki Sintra’ya özgü 2 tatlıdan yedik. İkisini de lezzetli buldum. Queijadas de Sintra, 13. yüzyıla dayanan tarifi nedeniyle Sintra’nın en eski tatlısı imiş aynı zamanda. 18. yüzyılın ortasına kadar sadece evlerde yapılıyormuş. Daha sonra özel Queijadas imalathanelerinde üretilmeye başlanmışlar. Tatlı, un ve tuz ile yapılan küçük hamurların içine peynir, şeker, yumurta sarısı, tarçın ve un kullanılarak hazırlanan dolguların konması ile yapılıyormuş. Tat olarak, küçük cheesecake’leri andırıyor. İkinci tatlı, Travesseiros de Sintra, ağızda dağılan, pofuduk hamurlu bir tatlı. O da Sintra’nın en sevilen tatlılarından birisi imiş. İçinde yumurta sarısı, badem ve şeker var.

16. yüzyılda yapılmış


yumurta akı ve su karıştırılarak elde edilen bir tür sıva ve
bununla yapılan kabartma eserlere verilen isim)
Bir yandan kahvelerimizi içerken ve tatlılarımızı keyifle yerken bir yandan da biraz dinlendik. Epeyce yorulmuştuk. Tezgâhtaki görevli kızlar neşe ile birbirleriyle konuşuyorlardı. İkisinin de ataları Portekiz’in eski sömürgelerinden olmalıydı. Tiplerinden öyle anlaşılıyordu.


Palácio Nacional de Sintra’nın kafesinde dinlendikten sonra, 435 numaralı otobüse bindik ve vaktinden biraz da önce Quinta da Regaleira’nın kapısında olduk. Biletimiz saat 16:30 içindi. Burası da sabah gezdiğimiz Pena Sarayı gibi çok popüler olduğu için inanılmaz bir kalabalık vardı. Herkes, Romantik mimari tarzındaki sarayı, kiliseyi, ama en çok da şifreler, gizemli köşeler, gizli geçitler ve yapay göletlerle dolu parkını görmeye gelmişti. Söz konusu şifrelerin, simya, Masonluk, Tapınak Şövalyeleri ve Gül-haçlılar (Rozikrusyenler) ile ilişkilendirilmesi bu konulara az çok ilgi duyanları doğal olarak çekiyor. Duymayanlar için ise, Regaleira malikanesi neredeyse Disneyland tarzı bir keyif sunuyor.



Günümüzde Quinta da Regaleira olarak bilinen arazi aslen, adını aldığı, Vikontes Regaleira’nınmış. Kendisi 1892 yılında mülkünü Augusto Carvalho Monteiro’ya satmış. Monteiro, İtalyan mimar Luigi Manini ile birlikte, bu 40 dönümlük arazide kendi ilgi alanlarını ve inandığı ideolojileri yansıtan gerçeküstü bir ortam yaratmış. Kendisinin de Mason olduğu tahmin edilen Manini için bunun eğlenceli bir proje olduğunu tahmin ediyorum. İnşaat 1904 yılında başlamış ve 1910 yılında tamamlanmış. Malikhane 1942 yılında Waldemar d’Orey isimli şahsa, 1987 yılında da Japon şirket Aoki’ye satılmış. Şirket, on yıl boyunca araziye girişi yasaklayarak tamamen halka kapatmış. 1997 yılında, Sintra Belediyesi Quinta da Regaleira’yı satın almış ve kültürel etkinliklerin de yapıldığı bir müze haline getirmiş. Saray ve parkı aynı zamanda UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor.



Quinta da Regaleira Sarayı sekizgen kulesi, Gotik sivrilikleri, ön cephesindeki canavarımsı gargoylları ve sütunları ile etkileyici, biraz da ürkütücü bir yapı. Roma, Gotik, Rönesans ve Manuelin mimari özellikleri harmanlanmış. Devasa yapının kendisi (bodrum ile beraber) beş katlı. Sarayın ana cephesinin önündeki Regaleira Kilisesi’nin mimarisi de saray ile uyumlu. Kilise, tahmin edileceği üzere, bir Roma Katolik kilisesi.



Ana yapılar bir yana, kalabalıkların esas görmek için oradan oraya gittiği noktalar, yukarıda belirttiğim gibi, parkın çeşitli yerlerindeki gizli mesaj ve şifrelerle dolu çeşmeler, insan yapımı mağaralar, geçitler, banklar ve benzeri. Aslında sarayın içinden çok, insanlar buralara ilgi gösteriyorlar. Tabelalar ve haritalara karşın bazılarını bulmak biraz vakit alabiliyor. Kalabalığa takılıp, bazı yerleri atlamanız da mümkün. O nedenle, elinizde bir görülecek noktalar listesi olsa iyi olur.




Saray parkının içinde en çok ilgi çeken hiç şüphesiz, ters kuleler olarak da tanımlanan, iki kuyu. Tekris Kuyuları (Initiation Wells) denen bu yapılar, birçok insan için Quinta da Regaleira’ya gelmelerinin tek nedeni olabilir. Internette buranın pek çok fotoğrafına rastlamışsınızdır. Aşağı doğru döne döne inen merdivenleri var. Bu merdivenlerden aşağı iniyorsunuz. Kuyular hiçbir zaman su kaynağına ulaşmak için kullanılmamış. Adı üzerinde, tören için yapılmışlar. Kuyulardan büyük olanı 27 metre derinliğinde ve merdivenlerin kenarlarında toplam 23 tane pencere var. Kuyunun dokuz katlı olması, Tapınak Şövalyeleri’nin dokuz kurucusuna bir gönderme şeklinde değerlendiriliyor. Öte yandan, bazıları da bunun Dante’nin (İlahi Komedya’daki) Cehenneminin dokuz bölümünü temsil ettiğine inanıyorlar. Kuyunun dibinde, yerde Tapınak Şövalyeleri’nin haçının da resmedildiği bir pusula var.

En altta, ortasında Tapınak Şövalyelerinin haçı olan pusula


Bir Tapınak Şövalyesi ya da yüzyıllar sonra onların ritüellerini yeniden canlandıran Masonların bir üyesi olduğu tahmin edilen Monteiro’nun bu kuyuları tekris törenleri için yaptırdığı tahmin ediliyor. Aydınlanma ya da İnisiasyon Töreni olarak da adlandırılan bu Masonluğa kabul töreninin Quinta da Regaleira’nın ünlü kuyularında yapılan şeklinde, gözleri bağlanan adayların, kalplerine yakın tuttukları bir bıçak ile bu dokuz kat merdiveni indiklerine, aşağı varınca bir labirentle kiliseyi bulmaya çalıştıklarına ve orada, yapılan tören ile kabul edildiklerine inanılıyor.

Bitmemiş Kuyu olarak adlandırılan ikinci kuyu, bir tünelle ana kuyuya bağlanıyor. Ben bir kuyudan inip, öbüründen yukarı çıkacağız sanmıştım ama, güvenlik sebebiyle oraya giriş kapatılmıştı. Okuduğuma göre, bu daha küçük bir kuyuymuş.


Quinta da Regaleira Sarayı’nın içinde zarif ayrıntılar var
Yazının başında da belirttiğim gibi, bir güne üç sarayı sığdırmaya çalışınca epeyce yorulduk. Quinta da Regaleira’dan Sintra merkezine inmek için otobüsü beklemek yerine, oradaki bir taksiye bindik. Esasen niyetimiz, akşam yemeğini Sintra’da yedikten sonra, 22:50 ya da 23:50 treniyle Lizbon’da dönmekti. Ancak, girdiğimiz birkaç restoranda yer bulamayınca, Lizbon’a daha erken dönmeye karar verdik. Bir restoranda yer ayırtmak iyi olurmuş ama, saatler konusundaki belirsizlik nedeniyle onu yapmamıştım. Açıkçası, her yerin o kadar dolu olacağını da hiç tahmin etmemiştim.

Rossio İstasyonu’ndan çıkar çıkmaz
Café Beira Gare‘da yemek yedik
Lizbon’da trenden inince, fazla yer aramadan bir şeyler yemeğe karar verdik. Bu kadar yorgunluğun üzerine, daha ertesi gün İstanbul’a dönüş için toplanmamız gerekiyordu. Rossio İstasyonu’ndan çıkınca, karşıda, sağ tarafta Café Beira Gare gözümüze çarptı. Ben, bira ile (Portekiz biraları güzel) balık çorbası ve ardından sardalya balığı yedim. Portekiz’deki sardalyalar bizimkilere göre epeyce büyükler. Ancak, önemli nokta, Portekiz’de sardalyayı temizlemeden pişirip, servis ediyorlar. Bunu gitmeden öğrenmiştim ama, yine de daldırıp, ufak çaplı bir kazaya uğradım!