Palermo‘ya ikinci kere gittiğimiz zaman ilk gidişimizin üzerinden beş gün geçmişti. O arada biz adanın batısına birkaç kez gitmiş, güneye inip Agrigento‘da kalmıştık bile. Bu biraz tuhaf rotayı çizmemizin nedeni ilk yazımda sözünü ettiğim bir takım zorunlu değişikliklerden kaynaklanmıştı. Her neyse, aklımızın kaldığı diğer yerleri de görebilmek için, işte yine Palermo’da idik. Bu kez ilk başta, bir önceki sefer yaşadığımız aşırı sıcak havanın aksine, inanılmaz bir yağmur ve serin hava vardı. Şehrin genel keşmekeşine eklenen hava koşulları ile birlikte Palermo tam bir arı kovanına dönmüştü.
Görmek istediğim yerlerin bazıları genel turist rotalarının dışında idi. Özellikle bir tanesi, bir sanat eseri olarak değerli olmasının yanında, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili olması nedeniyle ilgimi çekmişti. Gittiğim yabancı ülke ve şehirlerde değişik izler sürmeyi severim. Bu da o türden bir heyecan vermişti bana. Şu işe bakın ki, bir park yeri arama telaşı sırasında şans eseri, bu konuda Palermo’daki bir başka iz çıktı karşıma. Daha önce üzerinde herhangi bir bilgiye rastlamadığım bir şey…
Palermo’ya ikinci gidişimizde park yeri bulmak bir önceki sefer kadar kolay olmadı. Arayışlarımız sırasında bir ara kendimizi, daha önce uzaktan ve diğer taraftan, yani Via Vittorio Emanuele tarafından gördüğümüz Porta Nuova‘nın dibinde bulduk. Kapının bu tarafında (Corso Calatafimi cephesinde), girişin iki yanında olmak üzere, öbür yanda olmayan kabartma heykeller vardı. Birbirinin aynı, ikişerli bu heykellerdeki adamların başlarındaki sarıklar hemen dikkatimi çekti. Simetrik olarak en dışarda duran heykellerde adamlar kollarını çapraz olarak göğüslerinin üzerinde kavuşturmuşlardı. İç tarafta duranların kolları ise dirseklerinin üst kısmından kesikti. Kapının fotoğrafını çektim ve daha sonra araştırmaya karar verdim.
Dönemin diğer şehirleri gibi, Palermo da bir zamanlar duvarlarla çevriliymiş. Şehre giriş birkaç kapıdan kontrol edilirmiş. Bunların arasında en ünlüsü, Porta del Palazzo (Saray Kapısı) imiş. Bu kapı 1460 yılında kapatılmış ve daha ileride, yine saraya bitişik olarak bir başka kapı yapılmış. Resmi olarak Kartal Kapısı adı verilse de, bu kapı halk arasında hep Yeni Kapı (Porta Nuova) olarak anılmış ve bu isim günümüze kadar bu şekilde gelmiş. Ancak, 15. yüzyılda yapılan bu ilk kapı, daha sonra birkaç kez yeniden yapılmış. Mimar Gaspare Guercio tarafından yapılan son halini 1669 yılında almış. Şimdi gelelim kapının Monreale yönüne bakan tarafına ve üzerindeki sarıklı erkek heykellerine. Bunlar, tahmin ettiğim gibi Osmanlıları canlandıran heykeller.
Tarih derslerinden 16. yüzyılda Akdeniz‘de Osmanlılar ile Hristiyan dünyası arasındaki güç savaşlarını hatırlarsınız. Kanuni Sultan Süleyman‘ın (saltanatı 1520-1566) Donanma Komutanı, Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa (1478-1546) 1534 yılında Tunus‘u fethedince, Katolik dünyasının lideri konumundaki, hem İtalya hem de İspanya Kralı ve aynı zamanda Kutsal Roma İmparatoru olan Habsburg hanedanından V. Charles (Şarlken) derhal bir Haçlı Donanması toplamış, başına da Andrea Doria‘yı getirmiş. Şarlken’in kendisinin de katıldığı savaşta Osmanlı yenilip Tunus geri alınınca, dönüş yolunda muzaffer imparator 1535 yılının sonbaharında Sicilya’ya gelmiş. Bu zafere büyük önem atfeden Sicilyalılar imparatoru ağırlamak için o kadar büyük hazırlıklar yapmak istemişler ki, kendisine Palermo’ya gelmeden önce Monreale’de sekiz gün beklemesi için yalvarmışlar. Nihayet 13 Eylül 1535 günü Şarlken, Afrika Fatihi olarak, Porta Nuova kapısından Palermo’ya girmiş. Osmanlılara ve Müslümanlara karşı kazanılan bu zaferin coşkusu o kadar uzun sürmüş ki, 1583 yılında adanın İspanyol valisi kapıyı tekrar ve daha görkemli yaptırmaya karar vermiş. Ancak bu yapı 1667 yılında bir yıldırım düşmesine maruz kalınca üstündeki katlardan birinde depolanmış cephane patlamış ve ciddi bir hasar olmuş. 1669 yılında tekrar yapılmış.
Porta Nuova’daki kabartma Türk heykellerinin kesik kollu olanları o zamanlar hırsızlık nedeniyle kolları kesilen kişileri anımsatarak, kollarını göğüslerinde çapraz kavuşturmuş olanlar da boyun eğmeyi simgeleyerek Şarlken’in Afrika zaferine gönderme yapıyorlar. Ancak bu noktada bana ilginç gelen, heykellerin yapım tarihi ile tarihsel gerçekler arasındaki çelişki oldu. Aslında, heykeller yapılmadan çok önce, 1574 yılında (Sultan II. Selim zamanında) Osmanlı Tunus’u tekrar fethetmiş ve 1881 yılına kadar da elinde tutmuştu. Anlaşılan Palermolular, ardından yaşanan bu ağır yenilgiye karşın, geçmişin zaferi ile avunmak için Tunus’u kaybettikten çok sonra olsa bile söz konusu heykelleri buraya koymuşlardı.
Sonunda, navigasyonun sayesinde gideceğimiz yön hakkında bir fikrimiz olmasına rağmen, biraz kaybolarak biraz da tesadüflerle arabayı bu kez Piazza Colonna‘da park ettik. Kağıt üzerinde burası ile güne başlamak istediğimiz Via Valverde‘deki Oratorio Santissimo Rosario di Santa Cita arasındaki uzaklık yürüyerek üç dakika olması gerekiyordu. Ancak bizim burayı bulmamız çok daha uzun sürdü. Bu sırada yine bir zamanların güzel binalarının bulunduğu ama şimdi yoksulların mahallesi gibi duran yerlerden, sokaklardan geçtik. Ara sokaklara girince iyice kafası karışan navigasyon bizi bir o tarafa bir bu tarafa yönlendiriyordu. Vazgeçmeye hiç niyetim olmadığı için sonunda bir kapı ağzında duran iki adama yaklaştım ve aradığımız yeri sordum. Önce, cümleme kibarca başlarken ikisi de bana kuşkuyla baktılarsa da, yerin adını duyunca içlerinden biri, “Şu köşeyi dönün, orada”, dedi. Gerçekten de Oratorio di Santa Cita daha önce birkaç kez girip çıktığımız o sokaktaydı. İddiasız kapısı sokağa açılmasına rağmen, önündeki merdivenlerin konumu nedeniyle, bizim geldiğimiz yönden neredeyse görünmez gibiydi. Merdivenleri çıktık ve açık kapıdan oldukça harap bir avluya girdik.
İçeriye girince, önce bir hüzün hissettim. Bu, bir zamanlar ne kadar güzel olabileceğini düşündüğünüz ya da bakılabilse ne de hoş bir yer olabileceğini sezebildiğiniz yerlerin insana verdiği türden bir hüzündü. Karşımızda, her iki katının önünde de revak bulunan bir yapı vardı. Etraf, sanki imkanlar elverdiğince temizlenebilmiş gibi görünüyordu. Merdivenlerden üst kata çıktık. İkinci katta bir büst karşıladı bizi. Az sonra göreceklerimizin yaratıcısı, heykeltıraş ve stucco sanatçısı Giacomo Serpotta‘nın (1656-1732) büstü idi bu. Hatırlarsanız, bir önceki yazımda Chiesa del Gesu kilisesinden bahsederken söz etmiştim kendisinden.
İzin verirseniz, Oratorio kelimesine de kısaca değinmek istiyorum. Zira, çoğu insanın düşünebileceği gibi, benim de bu mekanın adını okuduğumda ilk aklıma gelen müzikte bildiğimiz oratoryo olmuş ve bir anlam çıkaramamış, merak etmiştim. İngilizcesi Oratory olan Oratorio, Katolik düzende belli bir cemaat veya grup tarafından ibadet için kullanılmasına özel izin verilmiş bir ibadet yeri demekmiş. Buranın başkaları tarafından kullanılabilmesi ancak o topluluğun izni ile olabiliyor. Bu mekanlar, Oratorio Santissimo Rosario di Santa Cita’da olduğu gibi tamamen ayrı yapılar da olabiliyor, kiliselerin içinde özel bir bölüm olarak da görülebiliyor.
Serpotta’nın büstünün önünden yürüdük ve ilerde gördüğümüz açık kapıdan içeriye girdik. Oldukça iddiasız bir bankonun arkasında birkaç genç duruyordu. İçlerinden biri onlardan daha büyük, otuzlu yaşlarında idi. Daha genç olanlar ne yapacaklarını bilememenin verdiği rahatsızlık ile gözlerini kaçırırken, o bizi karşıladı. Biletlerimizi kesti ve elimize İngilizce bir açıklama verdi. Kibarca, “Buradan gireceksiniz”, diyerek bizi yönlendirdi. Doğrusu, edindiğim ilk izlenim bana çok ümit vermemişti. Yine eski ve bakımsız görünümlü bir antreden geçtikten sonra kilise kısmına girince, nutkum tutuldu. İçeride olağanüstü bir güzellik vardı…
Oratorio Santissimo Rosario di Santa Cita’ya ait kilise ve ona açılan odalar 1590 yılında Rosario cemaati tarafından yaptırılmış. Cemaatin kendisi ise 1570 yılında oluşmuş. Antre bölümünde cemaatin liderlerinin resimleri var. Giacomo Serpotta, kilise bölümündeki bakmaya doyamayacağınız Barok şahaseri yaratmak için burada 1687-1718 yılları arasında, yani tam 31 yıl çalışmış. Duvarlardaki beyaz stucco kabartmalarda İsa’nın yaşamından kesitlerle beraber, inanılmaz detaylar, süsler ve incelikler var. Altardaki Meryem Ana konulu tablo 1695 yılında ressam Carlo Maratta tarafından yapılmış. Altar bölümünün iki yanındaki Esther ve Judith heykelleri, Tevrat‘a yapılan göndermenin dışında, Barok ve Rokoko dönemlerininin aşırı süslemelerinden sonra ortaya çıkan, daha sade Neoklasik dönemin habercisi kabul ediliyor.
Benim burayı görmek isteme nedenim ise, altarın tam karşısındaki duvarda, iki kapının arasında ve yukarıda yer alan ana kabartma paneli idi. Serpotta burada, yine inanılmaz detaylar ile birlikte, Hristiyan aleminin tarih boyunca Osmanlıya karşı kazanmaktan en çok övündüğü savaşlardan biri olan Lepanto (1571), yani İnebahtı deniz savaşını müthiş bir gerçekçilikle canlandırmıştı. Öyle ki, bir süre bakmaya devam ettiğiniz zaman, sanki ateşlenen top seslerini, savaşan askerlerin bağırmalarını, kılıç şakırtılarını, acıyla denize düşenlerin feryatlarını duyabiliyorsunuz… 7 Ekim 1571 günü Korint Körfezi‘nin kuzeyindeki, o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’na ait olan, İnebahtı yakınlarında gerçekleşen savaşta, Osmanlı donanmasına karşı savaşan Haçlı Güçleri İspanya, Venedik, Ceneviz, Papalık ve Malta Şövalyeleri birleşik gücünden meydana gelmiş. II. Selim zamanında yaşanan bu yenilgiyle Osmanlı Donanması neredeyse tamamen yok olmuş. İspanyol güçleri ile birlikte asker olarak savaşan yazar Miguel de Cervantes (1547-1616) de yaralanmış ve sol eli kullanılamaz hale gelmiş.
Günün ikinci gezilecek yeri olarak, Palermo’nun Kalsa semtindeki Piazza Marina‘da bulunan Palazzo Chiaramonte Steri sarayını belirlemiştim. Yürüyerek Piazza Marina’ya doğru giderken yağmur azalmaya başladı. Sonra kesildi ama, kapkara bulutlar tehditkar bir şekilde gözyüzünü kaplamayı sürdürdü. Biz bu arada Palermo’nun Eski Limanı‘na vardık. Limanın bulunduğu ve adı La Cala olan korunaklı koyu bu amaçla değerlendirmeyi ilk olarak düşünenler M.Ö. 8. ve 6. yüzyıllar arasında Fenikeliler olmuş. Elverişli konumu ve doğal şekli nedeniyle burası 16. yüzyılın sonuna kadar önemini korumuş. O tarihten sonra, şehrin genişlemesine paralel olarak, şehrin civarında başka destekleyici limanlar yapılmış.
Yaklaşık 15 dakika yürüdükten sonra, Palazzo Chiaramonte Steri’nin bulunduğu Marina meydanına geldik. Meydanın ortasında, 1863 yılında Giovan Battista Basile tarafından tasarlanmış Garibaldi Bahçesi (Giardino Garibaldi) var. Çevresi demir parmaklıkla çevrilmiş bahçede dev manolyalar ve başka egzotik ağaçlar var. Burası sıcak günlerde mükemmel bir sığınma noktası olmalı. Bahçede ayrıca, Benedetto De Lisi tarafından yapılmış bir Giuseppe Garibaldi anıtı ve önemli Risorgimento (İtalya’nın birleşme süreci için kullanılan ve diriliş ya da yeniden doğuş anlamına gelen ifade) kahramanlarının büstleri var. Meydanın etrafında kafe ve restoranlar var ama, bu civarın en ünlü binası şüphesiz Chiaramonte Steri Sarayı. Ünlü çünkü, gerek Hristiyanlık gerekse Sicilya tarihi açısından önemli.
Gotik stilde yapılmış olan saray binası, aynı zamanda bir Orta Çağ kalesi. İsmindeki Steri kelimesi Latince Hosterium kelimesinden geliyormuş ve güçlendirilmiş demekmiş. Mimarisinde ayrıca, Sicilya’da sıkça karşılaşacağınız Arap-Norman tarzının belirgin izleri var. Aslen Fransa’nın Picardy bölgesindeki Clermont ailesinin bir uzantısı olan zengin ve güçlü Chiaramonte ailesi Sicilya’ya Normanlar zamanında gelmişler ve özellikle 13. ve 14. yüzyıllarda adada çok etkili olmuşlar. Çok geniş araziler edinmişler. O nedenle Sicilya’nın başka yerlerinde de Chiaramonte saraylarına rastlamak mümkün. Örneğin, Siracusa bu yerlerden birisi. Yapımına 1320 yılında başlanan Palazzo Chiaramonte Steri’nin yapısal özellikleri bir dönem Sicilya’da aristokratlar tarafından beğenilen bir mimari tarz haline gelmiş ve benzer şekilde yapılan binalara, Chiaramonte ailesine ait olmasalar da, Chiaramonte stili‘nde denilmeye başlanmış.
Chiaramonte ailesi, Fransız asıllı olmalarına karşın, Fransızlara karşı yapılan 1282 (Vespri Siciliani) ayaklanmasında İspanyolların yanını tutmuşlar. Buna rağmen, ailenin gücünün sonu da 1392 yılında yine İspanyolların eliyle olmuş. İhanetle suçlanan 8. Modica Dükü Andrea Chiaramonte 1 Haziran 1392 günü bu sarayın önündeki meydanda idam edilmiş. Saray, Chiaramonte ailesinin tüm mallarına el konulduktan sonra, 1468- 1517 arasında adanın İspanyol genel valisinin konutu olmuş. İzleyen dönemlerde çeşitli idari kurumlar tarafından kullanıldıktan sonra, 1601-1782 yılları arasında, İspanyol Engizisyonu‘nun Sicilya’daki hapishanesi ve mahkeme binası yapılmış. Bodrum katındaki hücrelerde Hristiyanlığa karşı günah işlemek ve kafir olmakla suçlanan mahkûmlar yıllarca işkence görmüş ve insanlık dışı bir ortamda kapalı kalmışlar. Uzun ve acılı geçen bu sürecin sonunda kendilerini “auto-da-fe“nin (büyük inanç mahkemesi) önünde bulan mahkûmların kaçınılmaz sonu ise yakılarak idam edilmek olmuş. İşte bu insanlar kapatıldıkları hücrelerde, günümüzde çoklukla “sessiz çığlıklar” olarak ifade edilen, izler bırakmışlar. Başlarda toz, kurum ve tükürük ile yaptıkları karışımları kullanarak, hücrelerin duvarlarına resimler yapmış, yazılar ve şiirler yazmışlar. Sonraki yıllarda sözde daha insancıllaşan Engizisyon yönetimi, mahkûmlara boya verilmesini sağlamış. O nedenle, son döneme ait duvar resimleri renkli boya ile yapılmışlar.
Sözde inançsız oldukları için buraya kapatılan bu insanların yaptıkları çoğu dini konulu resimleri ve kurtulmak için yakarışlarını görmek insanı derinden etkiliyor. Tarih boyunca din adına insanoğlunun birbirine yaptığı eziyete bir kez daha lanet ediyor insan. Tüm Engizisyon dönemi boyunca İspanyol dünyasında 7000 civarında insanın öldürüldüğü tahmin ediliyor. Sadece Sicilya’da ise bu sayının 250 civarında olduğu belirtiliyor. Olmadık bahanelerle hapsedilen ve öldürülen mahkûmların birçoğunun geniş arazilerine ve mallarına el konulup, kilise liderlerine ve onların hısım akrabalarına verilmesi de olayın bir başka boyutu. Burada, tüm benzer katliamlarda olduğu gibi, bir gelir ve sermaye transferi yapıldığı çok açık. Aslında Sicilyalılar Engizisyona karşı gelmeye çalışmışlar. Hatta 1516 yılında ayaklanmışlar. Ancak, Engizisyon uygulaması 1783 yılına kadar sürmüş.
Onca çekilen acı ve işkenceden sonra yapılan infazlar da son derece teatral ve törensel olurmuş. Muhteşem giysiler içindeki kilise ileri gelenleri, bir kafesin içine konulan mahkûmla beraber, Katedral’in önünden yürümeye başlar, Via Vittorio Emanuele boyunca gittikten sonra, daha önce hapislik ve yargılama sürecinin yaşandığı Palazzo Chiaramonte Steri’ye doğru sağa sapar ve buradan sahildeki Piazza Sant’Erasmo‘ya giderlermiş. Mahkûmun öldürüleceği büyük ateş, günümüzde botanik parkı olan Villa Giulia‘nın bulunduğu bu meydanda yakılırmış.
Engizisyon uygulaması sona erdikten sonra Palazzo Chiaramonte Steri gümrük, adalet sarayı ve benzeri amaçlarla kullanılmış. Bu sırada tüm duvar resimlerinin ve yazıların üstleri boyanmış. 1967 yılında Palermo Üniversitesi‘ne verilmiş. Şu anda rektörlük ve diğer idari binaların bulunduğu sarayda 1972 yılında restorasyon çalışmaları başlatılmış. Günümüzde müze olarak halka açılan bölümdeki bu yürek burkan izler bu şekilde, mükemmel bir restorasyon ile gün yüzüne çıkarılmışlar. Gezilmesi kolay olsun diye hücreler arası duvarlarda geçiş yerleri açılmış, bazı duvarlar yıkılmış ve içerisi aydınlatılmış. Mahkûmların duvarlardaki resimleri yaptıkları yıllarda ortamın ne kadar karanlık, izbe ve pis olduğunu hatırlayınca insanın içi daha da bir kararıyor.
Sicilya’ya gitmeden okuduğum çeşitli kaynaklardan Engiziyon mahkûmlarının bıraktıkları bu duvar resimleri hakkında bilgi sahibi olunca, mutlaka görmeye karar vermiştim. Saraya vardığımız zaman gişedeki genç görevli müzenin sadece rehberli turla gezilebileceğini söyledi. En erken tur 45 dakika sonra yapılacaktı. O süre içinde meydandaki bir kafede oturmaya karar verdik. Oldukça salaş bir yere oturup 2 doppio (duble) espresso ve su istedik. Kalkarken ödediğimiz hesap beni çok şaşırttı. 2.5- 3 Euro gibi bir şey ödedik. Bu kadar turistik bir noktada kazıklamaya meyilli olmamaları Sicilyalılarda daha sonra da çeşitli defalar karşılaştığımız bir durum oldu.
Günün son gezilecek yeri Palermo’nun Kapuçin Manastırının Mezarlığı ya da daha yaygın olarak bilinen adıyla Kapuçin Katakombları (Capuchin Catacombs of Palermo) oldu. Bu ilginç yer Palermo’da diğer gezilecek yerlere konum olarak biraz uzak mesafede, Piazza Cappuccini, 1 adresinde. Biz bir de denize yakın olan Palazzo Chiaramonte Steri’den oraya gitmek zorunda olduğumuz için, 45 dakika kadar yürüdük. Doğrusu, Sicilya gibi nefis mutfağı olan bir yere gidince insan yediklerini eritmek için böylesi uzun yürüyüşleri gayet iyi bile karşılıyor.
Kapuçin Katakombları’nda görebileceğiniz 17. ve 19. yüzyıllar arasında mumyalanmış ölüler, Sicilya’da çok eski bir gelenek olan mumyalamanın görebileceğiniz en üst örneği. Önceleri sadece manastırın papazları için bir defin yeri olarak kullanılan mezarlık daha sonra Palermo aristokratlarının, ileri gelenlerinin ve sanatçıların da gömüldüğü bir yer haline gelmiş. Kapuçin keşişleri 1534 yılında Palermo’da varlık göstermeye başlayınca, ölen papazlarını önceleri günümüzde katakombların giriş kapısının yanında bulunan Santa Maria della Pace kilisesinde, Azize Anna’ya adanmış altarın altında kazdıkları bir toplu mezara gömmüşler. Ancak, 1597 yılında bu mezar yetersiz kalmaya başlayınca, bu sefer ana altarın altında, burada bulunan mağaralardan da yararlanarak, daha büyük bir mezarlık alanı açmaya başlamışlar. İki sene sonra yeni mezarlık tamamlanınca, eski mezarı açıp bazı cesetlerin buraya nakledilmesine karar vermişler. Bu sırada son derece şaşırtıcı bir durumla karşılaşmışlar. Ölülerin 45 tanesinin doğal yolla mumyalandığını ve çürümek bir yana, yüzlerinin tanınır bir halde olduğunu görmüşler. Bu haber çok ilgi görmüş ve önceleri sadece din adamlarının ölülerini kabul eden manastır, 1783 yılından itibaren isteyen herkesi mumyalamaya başlamış. 19. yüzyıl sonuna kadar, manastıra bağış yapabilen binlerce varlıklı insanın ölüleri burada mumyalanarak duvarlardaki oyuklara yerleştirilmiş. Mezarlık 1880 yılında kesin olarak kapatılmış. Bu tarihten sonra sadece iki mumyalama işlemi yapılmış. 1911 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin Konsolos Yardımcısı Giovanni Paterniti ve 1920 yılında iki yaşında ölen Rosalia Lombardo mumyalanmış.
Mumyalama işlemi birkaç farklı şekilde yapılabiliyormuş. Palermo Katakombları’ndaki mumyaların büyük çoğunluğu doğal mumyalama olarak adlandırılan yöntemle mumyalanmışlar. Bu yöntem vücudun susuz bırakılmasına (dehydration) dayanıyormuş. Vücuttaki sıvıların boşaltılması bakteri oluşumunu ve dolayısı ile çürümeyi önlüyormuş. Vefattan kısa süre sonra iç organlar boşaltılıp ceset saman ve defne yaprakları ile dolduruluyormuş. Hem bu doldurma işlemi hem de cesetin bir yıl kadar düşük rutubetli ve kuru bir ortamda tutulması mumyalama işleminin püf noktalarındanmış. Zamanı gelince “colatoio” denen bu bölümden çıkarılan ölüler sirke ile yıkanıp giydirildikten sonra mezarlık bölümündeki duvara oyulmuş mezarlara yerleştiriliyorlarmış. Bu yöntemin dışında, özelllikle pandemi dönemlerinde kullanılan, arsenik banyoları ve yapay mumyalama olarak adlandırılan vücuda kimyasalların enjekte edilmesi yöntemleri de kullanılmış. Kapuçin Katakombları’nda her üç yöntemle mumyalanmış ölüler var. Yapay mumyalama tekniğinin kullanıldığı iki yaşındaki Rosalia Lombardo’nun mumyası yüz yıldan fazla bir zaman sonra hala iyi durumda.
Kapuçin Katakombları’na kapanmadan yarım saat kadar önce varabildik. Ziyaret saatleri 9:00-12:30 ile 15:00-17:30 arasında. Biletlerimizi alıp eğimli bir koridordan aşağıya indik. Girer girmez karşılaşılan manzara oldukça ürpertici. Duvarlar dik olarak sabitlenmiş veya yatay olarak nişlere yerleştirilmiş mumyalarla dolu. Büyük bir çoğunluğu artık mumya olma özelliğini yitirmiş, kuru kafaları ortaya çıkmış. Bazılarının beden bölümlerinden dışarı fışkırmış samanlar görünüyor.
Koridorlara ayrılmış mezarlıkta mumyalar cinsiyet, meslek ve sosyal sınıfa göre gruplanmışlar. 160 tane olduğu belirtilen çocuk mumyaları için de ayrı bir bölüm var. Mezarlığın en eski kısmı, Kapuçin keşişlerine ayrılmış olan bölüm. Kadınlar bölümündeki mumyalara, dönemin giyim tarzına uygun, işli elbiseler ve başlıklar giydirilmiş. Genç bakire kadınlar ise, ayrı bir şapel bölümündeler. Erkekler bölümü, Palermo’nun ileri gelen ailelerinin erkeklerine ayrılmış. Bu koridorun ortasında günümüze kadar kalabilmiş bir hazırlama odasını da (colatoio) görebiliyorsunuz. Ayrıca, aynı aile üyelerinin bir arada olduğu bir “aile koridoru” da var. Meslek sahiplerine ayrılmış koridorda doktorların, avukatların, ressamların, subay ve askerlerin mumyaları var. Ressam Diego Velázquez‘in mumyasının da burada olduğu iddia ediliyor ancak benim kontrol amaçlı okuduğum kaynaklar kendisinin Madrid’de öldüğünü ve gömüldüğünü belirtiyorlar.
Katakombları gezerken, aşağıyı kamera ile izleyen görevliler hoparlörden sürekli olarak buranın bir mezarlık olduğunu ve ölülere saygı gereği fotoğraf çekilmemesini anons ediyorlar. Bu, anlaşılabilir bir şey. Öte yandan, içeriye ücret karşılığında (biletler 3 Euro) girilebiliyor olması insana bu yasağın samimiyetini sorgulatıyor. Bu nedenle ben, kameraların konumlarını kollayarak birkaç fotoğraf çektim.
Tuhaf hislerle dışarı çıktık ve mezarlığın kilisesi Santa Maria della Pace’ye de kısa süreliğine bir girip çıktıktan sonra, akşam yemeği için yola koyulduk. Uzun ve hem fiziksel hem de ruhsal olarak yorucu bir günün ardından yemeği hak etmiştik doğrusu.
Sicilya’ya gelmeden önce gezi sırasında kutlamayı düşündüğümüz özel günler ve bazı özel restoranlar için çok önceden rezervasyonlar yapmıştım. Birkaç akşamı ise boş bırakmış, yer ayırtmamıştım. Geziler sırasında bazan spontan kararlar vermek ya da yerel halktan öneri almak da iyi olabiliyor. Palermo’ya ayırdığımız ikinci günün akşam yemeği için de benzer şekilde düşünmüştüm. Bu düşünce ile tekrar Via Vittorio Emanuele’ye doğru gittik. Daha önce Quatro Canti civarında ve Via Maqueda‘da gözümüze bazı iyi olabilecek yerler çarpmıştı.
O akşam yemek yiyeceğimiz yerde karar kılmadan önce iki ayrı yere oturup, kısa bir süre sonra kalktık. İlkinde zaten kısıtlı olan menüde bir de bir sürü şeyin olmadığını söylediklerinde, o ana kadar ısmarladığımız bir şişe suyun parasını ödedik ve ayrıldık. Via Maqueda’nın üzerindeki modern görünüşlü, yüksek tabureleri olan mekanda da Hint asıllı olduğunu tahmin ettiğimiz garson kızın sürekli kulağımın içine bağırması, yüksek müzik ve menü kalkma nedenimiz oldu. Via Maqueda üzerinde ilerlemeye başladık. Bu gibi durumlarda en iyisi geleneksel seçeneklere yönelmektir.
Cadde üzerindeki mekanlarda masaların çoğu doluydu. Hepsi yan yana dizilmiş kafe, bar ve restoranları sadece turistler değil, işten çıkan Palermolular da doldurmuştu. Kapı önünde mütevazi örtüleri olan birkaç masalı bir yer gözümüze çarptı. Sadece bir masaları doluydu. Önde duran bir adam yoldan geçenlere elindeki menüyü göstererek ve kibar birkaç kelime söyleyerek müşteri çekmeye çalışıyordu. Ama bu çabası kesinlikle itici değildi. “Acaba aynı şey bizim ülkemizde yapıldığı zaman niye bana itici geliyor?” diye düşünmeden edemedim.
Adamın tipi çok ilginçti. Oturduktan sonra da ara ara bir süre incelemeden edemedim. Aslında oldukça kısa boylu ve son derece zayıf bir adamdı. Üzerinde bir jean, tişört ve daha sonra hava hafif serinleyince giydiği önü fermuarlı bir hırka vardı. Şimdi, adamın neden bu kadar ilgimi çektiğini sorabilirsiniz. Anlatayım. İlk bakışta çelimsiz ve kısa görünmesine karşın, tam olarak çözemediğim bir heybeti de vardı. Vücuduna göre geniş olan omuzları ve olağanüstü dik olan duruşu onun bu izlenimi bırakmasına neden olabilirdi. Hafif koyu bir teni ve bizde halk arasında çakır diye ifade edilen mavi, yeşil karışımı, çakmak çakmak bakan gözleri vardı. Daha önceki yazılarımda Sicilya’nın batı tarafındakilerin Arap kanı taşımakla övündüklerinden söz etmiştim. İşte bu kişi, ilginç bir şekilde bu varsayımın kanıtı sayılabilirdi.
Biz oturduktan sonra, Bar del Centro di Zama Giuseppe‘de diğer masalar da kısa sürede doldu. Hatta, epeyce kalabalık gruplar da geldi. Tesadüfen oturduğumuz bu yerden son derece memnun kaldık. Yediğimiz involtini di melanzane de (patlıcan sarma), pizzalar da çok lezzizdi. (Involtini hakkında bilgi için linki kullanarak Sicilya yazı dizimin ikincisine bakabilirisiniz). O akşam, bir değişiklik olsun diye şarap yerine bira içtik. Sicilya’nın güzel biraları da olduğunu söylemeliyim. Onlardan biri de içtiğimiz, 1923’den beri Sicilya’da üretilen Birra Messina idi. Sicilya’ya gidince nefis şarapların yanında biraları da denemenizi öneririm.
Her zamanki gibi süper olmuş
Teşekkür ederim Gülseren’ciğim. Beğenmene sevindim.