Güzel bir Eylül sabahı, Kaş’tan Meis’e doğru yola çıktık… Meis’i bir önceki günden beri otelimizin bulunduğu Kaş’ın Çukurbağ yarımadasından seyrediyorduk. Elimizi uzatsak dokunabilecekmişiz hissi veren bu koyu renkli kara parçası, oradan bakınca ser verip sır vermiyor gibiydi. Bize bakan cephesinde yerleşim olmadığı için, ay ışığının altında hem etkileyici hem de ürkütücü görünüyordu…
Feribot saatleri nedeniyle, Meis’e gitmek için Kaş’a bir gün erken gelmemiz gerekti. Feribotlar sabah (gününe veya şirketine göre) saat 10 ya da 10 buçukta kalktığı için, İstanbul’dan Dalaman’a giden en erken uçak ile bile yetişmek mümkün değildi. Bu yolculukta zaten tercih etmediğimiz araba ile güneye inme seçeneği ise, feribota yetişmek açısından gece vakti yollarda olmayı gerektiriyordu.
Biz, Kaş’tan Meis’e geçmek için Meis Express şirketini tercih ettik. Yanılmıyorsam, Kahramanlar isimli bir şirket daha var. Şirketlerin sabahları bir seferi oluyor. Dönüş, akşamüzeri saat 4 ya da 4 buçukta. Yaz aylarında dönüş için, gece saat 11 civarında bir sefer daha oluyor. Günübirlik gitmek elbette mümkün ama biz, başından beri Meis’de kalmayı planladığımız için, iki gün sonra akşamüzeri döndük. İyi ki de öyle yapmışız. Aceleye getirmeden, adayı doya doya gezdik, turkuaz sularında yüzdük, insanları ile konuşup şakalaştık. Harika bir iki buçuk gün geçirdik…
Feribot şirketi, sanırım kapıda vize alacakların evraklarının kontrolü için, oldukça erken saatte ofislerinde olmanızı istiyor. Schengen vizesi ya da Yunanistan’a vize gerektirmeyen bir pasaportu olanlar için bu bir buçuk saatlik süre oldukça fazla kanımca. Olası aksilikleri veya mevsimine göre karşılaşılabilecek uzun polis kontrol kuyruğunu dikkate almak isteseniz bile, 45 dakika yeterli olur diye düşünüyorum.
Tekneye bindikten sonra, biz de karşıya geçen İngiliz ve Avusturalyalı turistlerin heyecanına kapılıp, kendimizi açık havadaki en üst bölüme attık. Limandan karşıya bakınca, pırıl pırıl güneşin altında, Meis’deki evler görünüyordu. Yine aynı heyecanla birkaç fotoğraf çektikten sonra, hava inanılmaz sıcak gelmeye başladı. Kalkana kadar, aşağıdaki klimalı oturma bölgesinde vakit geçirmeye karar verdik. Kalkıştan sonra tekrar yukarı çıktık.
Normal şartlarda Meis’e gidiş 20 dakika sürüyor. Adanın Kaş’tan uzaklığının 2 kilometre olduğu belirtiliyor. İdari olarak bağlı olduğu Rodos’un 110 kilometre uzakta olduğu düşünülürse, Meis’in pek çok yönden Türkiye’ye Yunanistan’dan daha bağımlı olduğu anlaşılıyor. Örneğin, ada ile ilgili web siteleri ve broşürlerde en yakın hastane olarak Kaş Devlet Hastanesi belirtiliyor. Ayrıca ada halkı, özellikle Cuma günleri Kaş’ta kurulan pazara geliyor.
Öteden beri, Türkiye ve Yunanistan turizm konusunda işbirliği yaparlarsa, iki ülkenin de bundan kazançlı çıkacağını düşünenlerdenim. O nedenle, geçtiğimiz aylarda Türkiye’yi ziyaret eden Midilli belediye başkanının da benzer şeyler söylemesini hiç yadırgamadım. Kaş ve Meis’de bu düşüncenin çoktan uygulanmaya başlandığını görmek ise, beni fazlasıyla mutlu etti. Gerek Kaş’taki gerekse Meis’deki, tüm turizm materyallerinde, yapılabilecek şeyler listesinde diğer tarafın tanıtımı yapılıyor ve gidilmesi teşvik ediliyor. Meis’in Turizm Bürosundan aldığımız broşürde Kaş, “her türlü ürün ve taze yiyeceğin satıldığı mükemmel bir pazarı, ilginç Türk mutfağının tadılabileceği restoranları, halı, baharat ve dondurma dükkanları olan, canlı bir Türk yerleşimi” olarak tanıtılıyor. Ayrıca, ATM’ler, postane ve duty free dükkanlarından da söz ediliyor. Akşamları, “Kaş’ın canlı gece hayatı” için Meis’den kalkan tekneler de var.
Kısa zamanda Meis’e yaklaştık. Ancak, limana girişimiz vakit aldı. Bu arada, ana koy yerine, onun yanındaki Mandraki koyunda bekledik bir süre. Belirtilen varış saati epeyce geçince, limana giriş için izin beklediğimizi anladık. Nitekim biraz sonra, büyük bir gemi ana koydan süzülerek çıktı. Kısa bir süre sonra, biz de limana yanaştık.
Meis’in, Symi adasındakilere çok benzeyen, rengarenk evleri ana koyun çevresine ve biraz daha yukarılara dizilmişti. Evler daha az ve seyrek olsa da, Mandraki koyunda da yerleşim vardı. Son derece sevimli görünüyorlardı. Koyun sol tarafındaki tepede Kale, onun altında restore edilerek müzeye dönüştürülmüş Osmanlılardan kalma bir cami ve tam karşımızda, daha sonra isminin Agios Georgios tou Pigadiou olduğunu öğrendiğim, büyük bir kilise vardı. Koya girer girmez sağ tarafta, bizim kalacağımız Megisti Hotel görünüyordu. Tüm bunları algılamaya çalışırken, yıllar önce gördüğüm Mediterraneo filminden kimi sahneleri anımsıyordum. Dudaklarımda bir gülümseme… Yönetmen Gabriele Salvatores’in 1991 yılında çektiği bu sevimli film, 1992 yılında En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödülü almıştı. Film, Meis’de çekilmişti ve II. Dünya Savaşı sırasında adaya gönderilip, sonra orada unutulan bir grup İtalyan askerinin adadaki yaşamını konu ediyordu.
Doğrusu, gitmeden önce Meis hakkında bilgi edinmeye çalışırken kafam biraz karışmıştı. Kaynaklarda adanın en az dört farklı ismi geçiyordu. Çevremizdeki adaların bir Türkçe, bir de Yunanca isimleri olmasına alışığız. Bu nedenle, bizim Meis olarak bildiğimiz bu küçük adanın Yunanca Megisti olarak adlandırılmış olması beni şaşırtmadı. Ancak, adadan Kastellorizo ve Castelrosso olarak da söz edilmesi ilginçti. Hatta internette Megisti olarak yapılan aramaların çoğu Kastellorizo olarak karşılık buluyordu. Söz konusu isimlere, İtalyancasında olduğu gibi kırmızı kale demek olan, Fransızca Château Rouge’u da eklemek mümkün. Bu farklı isimlerin hepsinin, bu küçücük adanın yaşadığı sayısız istilaların sonucu olan çalkantılı ve acılı geçmişi ile bir bağlantısı var. Megisti isminin, antik çağda burayı istila eden Yunanlı Dorlar’dan kaldığı düşünülüyor. Günümüzde de Meis’in resmi adı Megisti olarak geçiyor. Ancak, halk arasında ve gayri resmi olarak Yunanca Kastellorizo kullanılıyor. İtalyanca Castelrosso adı ise, İtalyanların adayı işgal döneminde kullandıkları isim.
Meis ya da Kastellorizo, Yunan On İki Adalar’ının bir parçası. Yolculukların yeni şeyler öğrenmemizi sağlayan, ufuk açıcı deneyimler olduğunu düşünürüm daima. Bu kez de öyle oldu. Bilmediğim birçok yeni şey öğrenmenin yanında, bildiğimi varsaydığım bazı şeylerin de doğrusunu öğrendim. On İki Adalar ifadesi de bunlardan biri oldu. On İki Adalar, gerçekte 12 değil, 14 adadan ve bunların çevresindeki daha küçük ada veya adacıklardan meydana geliyormuş. Yunancada da kullanılan On İki Ada ifadesi, ada sayısından değil, Osmanlı döneminde bu adaların idare edilme şeklinden kaynaklanıyormuş. “On İki”li denilen bu sisteme göre, adalardaki her on hane bir temsilci seçiyor, bu temsilciler de söz konusu adayı yönetecek olan on iki kişilik bir heyeti seçiyormuş. On İki Adalar ifadesi, önce Türkçeden Yunancaya, sonra da Batı dillerine geçmiş.
Megisti, On İki Adalar’ın içinde en küçüğü olmasına karşın, kelime anlamı Yunanca “en büyük” demekmiş. Taradığım bazı internet siteleri, biraz aceleci davranıp, bu konuda bir ironi yakalamaya çalışmışlar. Oysa Meis’e bu isim, çevresinde bulunan takımadaların içinde en büyüğü olması sebebiyle verilmiş.
Rıhtıma yanaştıktan sonra işlemler 20-25 dakikada bitti. Kendimizi tüm koyu çepeçevre dolanan kordon boyunda bulduk. Otel ise koyun tam karşı tarafında idi. Akşamüzeri ya da akşam serinliğinde yürünmeyecek bir mesafe değil. Nitekim, kaldığımız sürede birkaç kez de yürüdük bu yolu ama, öğlen sıcağında gidilecek gibi görünmüyordu. O sırada, elinde bir deste broşür olan ve Türkçe konuşan bir genç kadın yaklaştı yanımıza. Tekne gezilerinden söz etti ama, bizim o an önceliğimiz otele gidip yerleşmek olduğu için, dikkatimizi söylediklerine fazla veremedik. Broşürü alıp, kendisini daha sonra arayacağımızı söyledikten sonra, nerede deniz taksi bulabileceğimizi sorduk.
– Şu an bulmanız biraz zor çünkü hepsi işe çıktılar, dedi.
Sonra, biraz ilerde duran bir tekneyi göstererek,
– Şuradaki sanırım iş alamadı. Ona bir sorun, dedi.
İşte, Kaptan Kostas ile böyle tanıştık. Özenli, tertemiz giyimi ve hali tavrı ile bana İtalya’da sıkça karşılaştığımız orta yaşlı erkekleri hatırlatan Kostas, bizi sadece o gün otele götürmekle kalmadı. Diğer günlerde de, gezilecek yerlere, plaja ve dönüş için rıhtıma da o götürdü. Her seferinde, bizi almaya sözleştiğimiz saatten mutlaka 5-10 dakika önce geldi. Daima kibar ve güler yüzlü idi. Bir de bakışları… Öylesine yumuşak ve iyi kalpli… Bizi etkileyen bu içten gelen iyiliği oldu. Ertesi sabah, Mavi Mağara’ya gitmek üzere, saat 9 için sözleştik.
İki gece kaldığımız Megisti Hotel konumu, önünden rahatlıkla denize girilebilmesi, güzel terası, manzarası ve en önemlisi, profesyonel işletmesi ile çok iyi bir otel. Ucuz olduğunu söyleyemem. Ancak, ödediğiniz paranın karşılığını aldığınız bir yer. En azından, bizim deneyimimiz o yönde oldu. Otel personeli son derece becerikli ve işinin ehli idi. Özellikle, aslında resepsiyonda görevli olup her yere yetişen, gelen konukları karşılayıp gidenlerin hesaplarını çıkarıp uğurlayan, kimi zaman da tepsi elde terastaki servise destek veren ama daima şakacı ve güler yüzlü olan, kısa boylu, tıknaz ve genççe kadın olağanüstü idi. Üçüncü kattaki geniş ve ferah odamızda, temel olarak ihtiyaç duyulabilecek her şey sade ama hoş bir estetikle birleştirilmişti. Genişçe balkonumuzdan koyun karşı kıyısındaki Kale, cami ve İtalyan döneminden kalma belediye binası görünüyordu.
Megisti Hotel’de yer bulmak kolay olmadı. Daha yaz ortasında otel tüm tatil sitelerinde Kasım ayına kadar dolu görünüyordu. Otelin kendi internet sitesine girerek boş oda olan sadece iki gün tespit edebildik. O nedenle, Kaş, Dalyan ve Palamutbükü’nü de kapsayan on günlük tatilimizi bu iki günün etrafında planlamak zorunda kaldık. Otelden söylediklerine göre, düğün organizasyonları nedeniyle yer bulmak zor oluyormuş. Kaş’ta kaldığımız oteldeki garsonlar, birkaç gün önce adadan yapılan müthiş bir havai fişek gösterisi izlediklerini söylemişlerdi. Gösterinin bir düğün için olabileceğini konuşmuştuk. Gece geç vakit, yıldızların altında, loş bir şekilde aydınlatılmış Kale’ye karşı içkilerimizi yudumlarken Megisti Hotel’in terasının bir düğün için hazırlanmış halini hayal etmeye çalıştım. Buna havai fişekleri de ekleyince, çok hoş bir ambiyans olacağını düşündüm…
Gerek adada gerekse otelde çok sayıda Avusturalyalı vardı. Gitmeden önce çeşitli sitelerde araştırma yaparken de yorum yapanların çoğunun Avusturalyalı olduklarını görmüş ve bir anlam verememiştim. Sonra bunun, adanın tarihi ile ilintili olduğunu öğrendim. Ayrıntılarına daha sonra değineceğim ada tarihinin belli bir döneminde, Meis’den Avusturalya’ya büyük bir göç olmuş. En az üç kuşak önce göç eden bu Kastellorizolulara Avusturalya’da Kassies deniyormuş ve onlar da, tıpkı Bozcaada’dan Avusturalya’ya göç eden Rumlar ve torunları gibi, her sene buraya geliyorlarmış. Meis’de kaldığımız süre boyunca, çeşitli yerlerde sohbet eden Avusturalyalıların birbirlerine atalarının hangi yılda göç ettiğini ve gerçek soyadlarının ne olduğunu anlatmaları kulağıma sık sık çalındı.
İlk gün, kah denizde yüzüp kah otelin terasında güneşlenirken, karşımızdaki tepede yükselen Kale’ye bakarak, oraya kadar çıkmaya gerek olmadığını düşündüm. Birincisi, Kale’den geriye pek fazla bir şey kalmamış gibiydi. Sadece bir kule vardı. İkincisi, hava son derece sıcaktı. Akşamüzeri hava serinleyince, o gün için, Likyalılardan kalma kaya mezarını arayıp bulmakla yetiniriz diye plan yaptım. Ama işte, öyle bir şey oldu ki, sonunda biz kendimizi sadece Kale’nin dibinde bulmakla kalmadık, oldukça dik ve sallanan demir bir merdivenle en tepesine de tırmandık.
Sahilde bir kafede dinlenirken rastladığımız Kostas bize Likya mezarının yerini tarif etti. Kulağa oldukça basit geliyordu. Caminin oradan, soldaki merdivenleri takip ederek yürüyecek, önce tırmanıp sonra düz gidecektik. Mezar sağımızda olacaktı. Oradan Kale’ye gidişi de tarif etti ama, doğrusu pek can kulağı ile dinlemedik. Bu noktada benden size bir tavsiye… Eğer Meis’de yol tarifi sorarsanız ve size merdivenleri takip edin deniyorsa, kelimenin gerçek anlamıyla merdivenleri takip etmelisiniz. Söz gelimi, bir yol ayrımına geldiniz. Bir tarafta size daha doğru gibi gelen, genişçe bir yol var. Diğer yandaki merdivenler ise, bir evin arkasına dolanıyor ve olmadık bir yere gidiyor gibi görünüyor. Sakın ola ki, bizim yaptığımız gibi, merdivenlerden ayrılmayasınız. Çünkü aradığınız yer, o bir yere varmıyor gibi görünen merdivenlerin ucunda oluyor. Biz bunu iki kere yaşadık. İlkinde kendimizi Likya Mezarı yerine Kale’de bulduk. O sıcakta, güçlükle oraya varınca da, gelmişken tepesine tırmanmaya karar verdik. Hem demir merdivenin biraz sallantılı olması hem de yukarda ayakta durmak için çok geniş yer olmaması biraz ürkütücü olsa da, manzara şahane idi. Yukardan ana koyu ve Mandraki koyunu görmek pek hoştu. Dönüşte, biraz iç güdülerimizle, biraz tesadüfen Likya Mezarı’nı da bulduk. Adada tabelalar yetersiz. Genelde, bir yeri gösteren tek bir tabela var. Yol ayrımlarına geldiğinizde nereye yöneleceğinizi bilemiyorsunuz çünkü başka tabela yok. Bir kısmı ise, paslı ve okunmuyor.
Akşam yemeğini, Kostas’ın gündüz bize önerdiği To Paragadi’de yedik. Kordon boyunda, ufak bir restoran burası. Sahibi güler yüzlü, genç bir adam. Türkçe de konuşuyor. Bir ara Kostas’ı da mutfak tarafında görünce, belki oğlu ya da damadıdır diye düşündük. 20’lik uzo ile beraber yediğimiz Yunan salatası, kalamar, saganaki ve patates kızartması lezzetli, balık biraz yavandı. O da sanırım, balığın Akya olmasından kaynaklandı. Genç adamın, fazla çeşit ısmarlamamamız ve söylediklerimizle aşırı doyacağımız konusundaki ısrarı, her fırsatta müşteriyi kazıklamaya çalışan bizim restoran sahiplerimiz açısından ibret verici idi.
Kastellorizo, tıpkı Bozcaada gibi, stratejik konumu nedeniyle tarih boyunca istilalara uğramış. Adanın, Rodos ile Kıbrıs, Suriye, Mısır ve genel olarak Doğu Akdeniz arasındaki deniz yolunun üstünde olması, onu tarih boyunca önemli kılmış. Aynı nedenle, deniz ticaretinde çok başarılı olunmuş ve büyük ticari deniz filosu sayesinde çok zenginleşmiş. 19. yüzyılda 15.000 kadar kişinin refah içinde yaşadığı bir ada haline gelmiş. Maalesef, 20. yüzyılın başından itibaren bölgede gelişen tarihsel olaylar ve doğal afetler nedeniyle çok sayıda can kaybı olmuş. Buna kitlesel göçler de eklenince, günümüzde adanın nüfusu yaklaşık 500’e inmiş.
Meis’in tarihi hakkında çeşitli sitelerde yazan bölük pörçük bilgiler, yerli halkın verdiği kısa bilgilerle birleşince insanın kafası karışabiliyor. Adanın tarihini tam olarak anlayabilmek için, sahildeki restore edilmiş camide bulunan müzeyi ziyaret etmek çok yararlı. Burası küçük ama çok doyurucu bir müze. Çok ayrıntılı hazırlanmış açıklamaların yanında, belli aralıklarla gösterilen film de çok aydınlatıcı. Caminin, Yunanistan’ın birçok yerinde ve adalarda rastladığımız harabeye dönmüş Osmanlı eserlerinin aksine, restore edilip müze olarak kullanılmasını çok takdir ettim. Ayrıca, müzedeki açıklamaları da bizim açımızdan beklemediğim ölçüde tarafsız buldum.
“Kastellorizo’nun Tarihi Koleksiyonu” nun bulunduğu cami, 1755 yılında Osman Ağa’nın talimatıyla, adadaki az sayıda Müslüman halka hizmet vermek üzere yaptırılmış. Ada halkı önce caminin yapılmasına karşı çıktıysa da, sonra fikir değiştirmişler ve hatta kendileri de inşaatında çalışarak, caminin iki sene içinde bitirilmesini sağlamışlar. 1859-1860 yıllarında, Kastellorizo takımadalarının Osmanlı valisi Ahmet Paşa adayı ziyaret ederek, bir tanesi caminin avlusunda olmak üzere, Konaki mahallesinde dört tane çeşme yapılmasını emretmiş. Cami avlusundaki çeşme, günümüze kadar ayakta kalamamış. En son 1885 yılında adanın yerli ustaları tarafından tamir edilen cami, 1913 yılına kadar ibadete açık kalmış. Daha sonra, İtalyanlar ve Fransızlar tarafından hapishane, II. Dünya savaşı sonrasından 1966 yılına kadar ise depo olarak kullanılmış. 1997 yılında restore edilerek, müze haline getirilmiş. Dilerim, bu yaklaşım, Yunanistan ve diğer Yunan adaları için Osmanlı eserlerini korumak ve kültürel amaçlarla kullanmak açısından bir örnek olur.
Meis’de yapılan sınırlı sayıda kazılar, bu adada neolitik çağdan beri yaşam olduğunu ortaya koymuş. Girit’te uygarlık kurmuş olan Minos’ların ve bir Yunan kavimi olan Akalar’ın (Miken’ler de deniyor) adaya geldikleri tahmin ediliyor. Bununla ilgili bulgular, halen Atina Arkeoloji Müzesi’nde bulunuyormuş. Daha sonra, önce Dorlar, ardından karşıdaki Anadolu topraklarından Likyalılar buraya gelmişler. Adadaki tek Likya mezarı, M.Ö. 5. yüzyılın sonu ile 4. yüzyılın başına tarihleniyor. 1306-1450 yılları arasında Meis, Saint John Şövalyeleri’nin eline geçmiş. Onlar, daha önce Dorlar tarafından yapılmış ancak yıkıntı hale gelmiş kalenin üzerine günümüzde bir bölümü ayakta olan kaleyi yapmışlar. Kalenin yükseldiği kayaların renginin kırmızı olması nedeniyle de Meis’e, kırmızı kale anlamında, Kastellorizo adını vermişler. St. John Şövalyeleri’nin hakimiyeti sırasında, 1440 yılında, ada Mısırlılar tarafından ele geçirilip yağmalanmış. 1450-1522 yılları arasında, Aragon Krallığı’nın hakimiyeti olmuş. Ancak, bu Katalan yönetimi sırasında Meis yine birkaç kere el değiştirmiş. Örneğin, 1480 yılında, yani Fatih Sultan Mehmet ölmeden bir yıl önce, Osmanlılar Meis’i almışlar. 1498’de Aragon Krallığı tekrar adayı almış ama, 1522’de 1912’ye kadar sürecek Osmanlı dönemi başlamış. Arada, kısa sürelerle Venedik ve Yunan saldırıları ve tahribatı olsa da, Osmanlı yönetimi devam etmiş.
Osmanlı yönetimi boyunca Kastellorizo halkı, Kanuni Sultan Süleyman’ın bazı adalara tanıdığı ve aralarında II. Mahmut da olan sonraki padişahlar tarafından da onaylanan özel bir imtiyazla, çok az vergi ödeyerek ve kendi kendini idare ederek yaşamış. Adada bir Osmanlı garnizonu ve yöneticisi olmuş ama bu durum, Kastellorizo’nun yarı-bağımsız olmasına engel olmamış. Bu dönemde, Marsilya’dan ve Trieste’den, Kıbrıs, Suriye ve Mısır’a uzanan deniz ticareti, büyük ölçüde Kastellorizoluların eline geçmiş. Büyük bir deniz filosuna sahip olmuşlar. Ayrıca, adı geçen şehirlere taşınan bazı ada sakinleri de buralarda koloniler oluşturmuşlar. Bu sayede ada çok zenginleşmiş. Yaşam ve eğitim seviyesi çok yükselmiş. Adada bir çok özel okul açılmış. Osmanlı dönemi ile ilgili tüm bu bilgileri, sözünü ettiğim müzedeki açıklamalardan öğrendik.
Birkaç yüzyıl refah içinde yaşayan Meis halkının kaderi, ne yazık ki 20. yüzyılın başında geri dönülmesi zor bir şekilde değişmiş. Ada halkı, Balkan Savaşı’ndan sonra, 1913 yılında Yunanistan ile birleşmek için Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmış. Ancak, o dönem Yunanistan bu birleşmeyi uygun görmemiş. Ada yönetimi, Girit’ten gelen bazı komitacılar ile birlikte, Osmanlı garnizonunu ele geçirip Yunan bayrağını göndere çektiyse de, Yunan başbakanı bir donanma göndererek bayrağı indirtmiş ve ada halkını sükûnete davet etmiş. Donanma gittikten sonra, adanın ileri gelenleri geçici ve bağımsız bir “Yunan Yönetimi” kurmuşlar.
1915’e gelindiğinde, Birinci Dünya Savaşı sırasında, adayı stratejik olarak önemli gören Fransızlar Meis’i işgal etmişler. Altı yıl süren Fransız işgali sırasında Fransızlar burayı Adana ve Suriye’yi bombalamak için ikmal üssü olarak kullanmışlar. Bu arada Türkler de karadan toplarla Meis’i bombalamışlar. 1921 yılında Meis Fransızlar tarafından, o zamana kadar 12 Adalar’ın çoğunu işgal etmiş olan İtalyanlara devredilmiş ve böylece 20 yıl süren bir baskı dönemi başlamış. Mussolini’nin faşist yönetiminde çeşitli zorlamalara maruz kalmışlar. Okullarda Yunanca eğitim yasaklanmış. İtalya’dan öğretmenler getirilmiş ve halk İtalyanca konuşmaya zorlanmış. Bu dönemde adadan çok göç olmuş. 1941 yılında adada sadece 1.110 kişi kalmış. O arada, 1926 yılında da büyük bir deprem yaşanmış.
1941 yılında Meis, İngilizlere geçmiş. İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1943 yılında, Almanlar tarafından çok büyük bir bombalama olmuş. 1926 depreminden geriye kalabilen yapılar da böylece yıkılmış ve adada taş üstünde taş kalmamış. Adada kalan halk, İngilizler tarafından Mısır’a götürülmüşler. İkinci Dünya Savaşı bitince, 1945 yılında İngilizler tarafından geri getirilirken, onları taşıyan gemide yangın çıkması sonucu, 33 kişi can vermiş. Geri gelebilenler ise, Meis’i feci bir durumda bulmuşlar. O ara, İngilizler isteyenlerin Avusturalya’ya göç etmesi için kolaylık sağlamışlar. Avusturalya’daki Kastellorizo kolonisi böylece oluşmuş. Yunanistan ile birleşme resmi olarak 1948 yılında gerçekleşmiş. Uzun yıllar fakirlik ve yokluk içinde yaşamışlar. Bir sohbetimizde Kostas da bize, okula ancak altı sene gidebildiğini çünkü o küçükken adada orta okul olmadığını söyledi. Günümüzde ada halkı için en büyük gelir kaynağı turizm, balıkçılık ve Avusturalya’daki Meislilerin yolladığı yardımlar.
İkinci günümüzün sabahında Kostas bizi, sözleştiğimiz gibi, otelden gelip aldı. Mavi Mağara’ya gitmek üzere yola çıktık. Giderken Kostas mağaranın içine girmek konusunda ihtiyatlı konuştu. Şansımız varsa, yani su çok yükselmemişse ve dalga fazla değilse, içeri girebileceğimizi söyledi. Adanın arkasına dolanırken kayalarla kaplı kıyıya epeyce sert dalgalar vuruyordu. Kostas, bana göre kayalara çok yakın seyretmesine rağmen, yılların deneyimi ile dalgaların üzerinden uçarak gidiyordu. Zaman zaman yüksek dalgaların tepesinden öyle sert bir düşüş oluyordu ki, yüreğim ağzıma geliyordu. Ama Kostas’ın ne yaptığını bildiği belliydi.
Bir süre sonra Mavi Mağara’nın girişine geldik. O sırada etrafta bizden başka tekne yoktu. Aklıma, Capri’deki Mavi Mağara’nın (Grotta Azzurra) girişi geldi. Mağaranın içine girebilecek küçük sandallara binmek için, sezon dışı olduğu halde, bir saat beklemiştik. Üstelik, sandalcıların birbirleriyle bağrışmaları ve gürültü patırtı da cabası…
Kostas önce, su çok çırpıntılı olduğu için içeri girmenin imkansız olduğunu söyledi. Giriş, Capri’de olduğu gibi, çok ince ve yatay bir delikti. Bir de, sadece üç kişi olduğumuz için, tekne yeteri kadar suya batmıyordu. Az sonra, içinde beş, altı kişi olan bir tekne geldi. Kostas, arkadaşı ile konuştu. Sonunda biz de o tekneye geçip, Capri’de yaptığımız gibi, hep birlikte teknenin içine yattık. Göz açıp kapayıncaya kadar mağaradaydık.
Kastellorizo’daki Mavi Mağara’nın, Capri’dekinden geri kalır yanının olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta ondan çok daha büyük. İçerideki renk de bana çok daha mavi geldi ama, bunda havanın çok daha güneşli olmasının da etkisi var. Bir sonbahar gününde gittiğimiz Capri’de o gün hava bulutluydu. Mağaranın içinde suyun mavi görünmesi için, ufacık bir yarıktan giriyor olsa da, güneş ışığının kuvvetli olması gerekiyor. Her neyse… Kastellorizoluların Mavi Mağara ile övünmeleri için benim gözlemlerime ihtiyaçları yok. Onlar, 22 Mayıs 1929 tarihinde, eşi Kraliçe Maria Elena ve üç kızı ile birlikte adayı ziyaret eden İtalya Kralı III. Vittorio Emmanuele’nin bile, buradaki Mavi Mağara’nın Capri’dekinden çok daha güzel olduğunu belirttiğini sık sık söylüyorlar.
Mağaradan dönüşte Kostas bizi St. George (Aya Yorgi) Adası’na bıraktı. Akşamüzeri saat 6’da gelip alacağını söyledi. Bu küçük ada, Meis’in denize girmek için en gözde yeri. Kayalık olan adada küçük bir kilise de var. Kayaların üzerine yapılmış güneşlenme terasları ve restoranı ile, gün boyu vakit geçirebileceğiniz, turkuaz renkli denizde gönlünüzce yüzebileceğiniz bir yer. Adanın yakınına, Kaş’tan günübirlik yabancı turist getiren tekneler de geliyor.
St. George Adası’nın plajını ve restoranını küçük bir ekip işletiyordu. Bir gün önce bizi Türkçe konuşarak karşılayan ve isminin Hurigül olduğunu söyleyen genç kadın da onlardan biriydi. Hem Türkçe hem Yunanca konuşarak, her tarafa yetişiyordu. Öğlen restoranda, Yunan birası eşliğinde, güzel bir yemek yedik. Kalamar, cacıki (Yunan usulü, bizimkinden epeyce koyu cacık), nohut kroket ve salata.
Meis’in merkezinden gün boyu buraya yolcu taşıyan tekneler, akşam üzeri söz verdikleri saatte gelip sizi geri götürüyorlar. Bu konuda çok disiplinliler. Gidiş dönüş ücretinizi dönüşte toplu olarak veriyorsunuz. Şezlongda yattığım yerden bu trafiği ve motorcuların müşterilerle şakalaşmalarını izlemek çok eğlenceli idi. Teknelerin biriyle gelen şişmanca bir Avusturalyalı hanım geliş ücretini sorup ödemek isteyince motorcu gülerek,
– Parayı şimdi öderseniz, sizi almaya gelmem, dedi…
İkinci akşam, yemeği kordondaki Lazarakis’de yedik. Birçok kaynakta burası, Meis’in en iyi restoranı olarak geçiyor. 1947’den beri faaliyette imiş. Biz de yediklerimizden çok memnun kaldık. Ama en büyük sürpriz, öğlen St. George Adası’ndaki restoranda bize bakan güler yüzlü ve sempatik genç garsonun burada da karşımıza çıkması oldu. Akşamüzeri, işini bitirdikten sonra, oradan ayrıldığını görmüştük. Orada bütün gün çalıştıktan sonra, akşam da burada çalışıyordu. O da bizi görünce sevindi. Koşup, geldi. Masamıza otururken ona,
– Hayat zor, dedim.
Gülümseyerek,
– Bazen, dedi.
Gece boyunca, servis için masamıza her uğradığında bir şeyler konuştuk. Şakalaştık. Yemeğin sonunda, iki tane sade “Yunan Kahvesi” ısmarladık. Kahveleri hemen getirince,
– Ooo, ekspres servis, dedim.
Güldü ve,
– Tabii ki, çünkü Arçelik Telve ile yapıyoruz. Çok kolay. Kahveyi ve şekeri koyup, sadece düğmeye basıyorsun, dedi.
Son günümüzde, daha önce sözünü ettiğim, restore edilmiş camideki müzenin dışında, Arkeoloji Müzesi’ni de gezdik. Bir ara (merdivenleri takip etmediğimiz için) kaybolduk ve neredeyse aramaktan vaz geçiyorduk. Hava inanılmaz sıcaktı. O sırada, iki tane Yunanlı hanım ortaya çıktı. Onlar da müzeyi arıyorlardı. Sonunda, bir ümit onların peşine takılarak, biz de müzeye vardık. Neredeyse tamamen yıkılmış Kalenin bir zamanlar parçası olan binada, eserler ve açıklamalarla adanın geçirdiği tarihsel dönemler kronolojik olarak sergilenmişti. Bunların arasında, Meis’in koylarından birinde batmış bir gemiden çıkarılmış, Bizans dönemine ait tabaklar ve süs eşyaları ile Ayios Nikolas tou Kastrou kilisesinden getirilmiş 17. yüzyıldan kalma duvar resimleri ilginçti.
Meis’de geçirdiğimiz iki buçuk gün süresince hem masmavi denizinde yüzdük hem de, sıcak havanın izin verdiği ölçüde, gezilecek yerlerini görmeye çalıştık. Antik dönemden kalan Paleokastro Akropolü, Osmanlılardan kalma Türk hamamı kalıntıları ve yaya olarak epeyce tırmanmayı gerektiren birkaç manastırı ise göremedik. Beslenmemeleri konusunda sık sık ve Türkçe dahil olmak üzere, çeşitli dillerde uyarılar gördüğümüz Caretta Caretta’lara da rastlayamadık yüzerken. (Onları, daha sonra gittiğimiz Dalyan’da epeyce görme fırsatımız oldu). Ama, göremediklerimizden çok daha önemli ve bizim için değerli anılarla ayrıldık.
Benim için, gittiğim yeri özel kılan oradaki insanlar. Bir çift söz, bir bakış, bir gülümseme… Ömrümüzün kısacık bir anında olsa da, birbirimizin yüreğine değdiğimiz insanlar… Yoksa, özellikle aynı coğrafyalarda geziyorsanız, tarih de, tarihi eserler de üç aşağı beş yukarı aynı. İstila edenler de, kalıcı olanlar da… O nedenle, benim gönlümde yer eden yerler daha çok insani bir bağ kurabildiğim yerler. Gördüğümüz içten misafirperverlik ve dostane yaklaşım nedeniyle Meis/Kastellorizo da benim için o özel yerlerden biri artık…
Otelin lobisinde bekliyorduk. Bir baktım Kostas, koyun karşı kıyısından teknesi ile bize doğru geliyor. Önceki gün bozulan teknesinin pervanesini yaptırmış olmasına biz de onun kadar sevindik. Yaşamlarımızın kesişen kısacık kesitinde biz de onunla birlikte, ekmek teknesinin arızalanmasına üzülmüş, sonra Rodos’tan ısmarladığı parçanın gemi ile o gün öğlen geldiğini duyunca, onunla birlikte sevinmiştik.
Limanda, Meis Express’in tam yanına yanaştı ve yukarı,
– Suat Kaptan, diye bağırdı.
Bir iki saniye içinde Suat Kaptan belirdi. Valizlerle birlikte karaya çıkmamıza yardımcı oldu. Sonra, Kostas ile vedalaştık. Kısa ama, içten ve dostça…
O, tekrar motorunu çalıştırıp uzaklaşırken, kulaklarımda son cümlesi kaldı.
– Bizi unutmayın buralarda…
————————————————–
Not(1): Metin içinde altı çizilmiş kelime veya cümlelere tıklarsanız, konuyla ilgili daha eski yazılarıma ulaşabilirsiniz.
Not(2): Fotoğraflar izinsiz ve kaynak göstermeden kullanılamazlar.
Sevgili Ülgen’ciğim,
Bu güzel yazı için hem tebrik ediyor hem de çok teşekkür ediyorum. Mutlaka tekrar gitme hissi vermen ve teşvik etmen iyi oldu çünkü çok kısa olarak görmek o ada için haksızlık olmuş. Biz mavi yolculuğun bir gününü ayırmıştık ama gümrük ve yanaşma çok vakit almıştı fazla bişey göremeden kısa bir turistik dolanma ile hayal kırıcı bir ziyaret olmuştu.
Senin yazın çok bilgilendirici oldu, umarım en kısa zamanda eşimle bir gezi planı yapar ayrıntılı olarak senin bu yazının referansı ile daha iyice tanıma fırsatı veririz kendimize.
Bu yazıları bir kitap haline de getirmeni beklediğimi tekrar söylememe gerek yok herhalde😄
Celal bey ve seni Lahey’e de bekleriz. Çok yakışıyorsunuz, sağlıklı ve mutlu bol gezmeli daha nice yıllar dilerim canım.
Sevgiler,
Güneş
Güneş’ciğim,
Evdeki bir internet problemi nedeniyle yorumuna hemen yanıt veremedim. Kusura bakma. Öncelikle, çok teşekkür ederim. Hem vakit ayırıp okuduğun hem de beni teşvik eden bu kadar destekleyici bir yorum yazdığın için. Sağol.
Dilerim, eşinle birlikte, Meis’e tekrar gitme fırsatınız olur. Bu küçük ada sevimliliği, insanları ve acıları ile beni çok etkiledi. Bir yeri önerirken bir yanım hep ihtiyatlı oluyor. Bazen insanlar çok farklı deneyimler yaşayabiliyor. Birinin sevdiği yeri diğeri beğenmiyebiliyor. Ama, içimde bir his sizin de keyif alacağınızı söylüyor.
Hollanda hep çok sevdiğim bir ülke oldu ama ne yazık ki en son 1997 yılında gitmişim. Eğer gelirsek, mutlaka haber veririm.
İyi dileklerin için de ayrıca teşekkür ediyor, ben de size sağlıklı, keyifli ve mutlu günler diliyorum.
Sevgilerimle,
Ülgen