Orestia’dan Edirne’ye… (1)

Bayram tatilinde iki günlüğüne Edirne’ye gittik. Aklımız sıra, kıyı kentlere olan insan akınından kaçalım demiştik. Edirne’de de kendimizi inanılmaz bir kalabalığın içinde bulunca, artan nüfus nedeniyle artık bayramlarda böyle bir şeyin söz konusu olmadığını anladık. Gerçi, Edirne’nin zengin tarihi geçmişinden kalan büyüleyici eserleri gezmek ve yeni şeyler öğrenmek bizi fazlasıyla memnun etti. Asla pişman olmadık. Ama, belli yerlerdeki aşırı kalabalık ve sıcak bizi zaman zaman zorladı.

Selimiye Camii
Mimar Sinan’ın, kendi ifadesi ile, ustalık eseri. Yapımı 1569-1575

Benim Edirne’ye bu ilk gidişim değildi. Çocukluğumda birkaç kere araba ile Avrupa dönüşü içinden geçmiştik. O zamanlardan en çok hatırladığım yine aşırı bir sıcak, şehrin toz toprak içinde olması ve bir çocuk olarak bana bile korkunç gelen trafik. Edirne’den geçişlerimizden birinde ağabeyimle bir minareye tırmandığımızı da hatırlıyorum. Selimiye mi yoksa başka bir cami miydi tam bilemiyorum. O zamanlar buraları gezen o kadar az insan vardı ki. Her yer son derece tenha idi. Türkler henüz yurtdışında ve yurtiçinde bu kadar gezmeye başlamamışlardı. Eski Cami ya da Üç Şerefeli Cami de olabilir. Her nasıl olduysa, babam imamla biraz konuştuktan sonra ağabeyimle ben, kendimizi minareye tırmanır bulduk. En önde imam, ardında ağabeyim, en arkada da ben. Bu tırmanış, benim çocukluğumdan hatırladığım en ürkütücü deneyimlerden biri olarak iz bıraktı bende. Daracık minarede, yüzyıllarca inilip çıkıldığı için iyice yıpranmış ve kayganlaşmış basamaklar bitmek bilmedi. Bir de üstelik basamaklar çok yüksekti. Ya da bana öyle geldiler. Çıkmak bir türlü, inmek ise ayrı… Sanıyorum inmek bana çok daha korkunç gelmişti.

Eski Cami (1403-1414)

Babam gezmeye, yeni yerler görmeye ve öğrenmeye çok meraklı bir insandı. O nedenle biz araba ile yolculuk ediyorsak, herhangi bir A noktasından B noktasına normal süreden çok daha fazla bir sürede giderdik. Yolda ne kadar gezecek yer varsa, mutlaka durulur ve gezilir, ne kadar yöresel yemek vesaire varsa tadılırdı. Antik kent, mağara, şelale… Artık yol üstünde ne varsa gidilirdi. Ta ki, hepimizden itirazlar yükselene kadar. Doğal olarak, çocukluğumda ve ilk gençliğimde bu durumdan fazlasıyla şikayet eder, bir an önce gidilecek yere varalım isterdim. Oysa bu sayede, Gordion antik kentinin yakınındaki Kral Midas’ın mezar tümülüsünü, Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya Savaşı’nı yönetmek için 23 Ağustos 1921’de yerleşip 22 gün kaldığı karargah evini, Antakya’daki muhteşem Mozaik Müzesi’ni, şimdilerde adeta moda olan Güneydoğu illerimizi ve daha pek çok yeri henüz çevremde hiç kimse gitmemişken görme fırsatım olmuştu. Edirne’ye ilk gidişlerim de büyük olasılıkla bu duygular içinde geçmişti.

Üç Şerefeli Cami (1443-1447)

Daha sonra, bundan 15-20 sene önce bir yetişkin olarak gittiğimde ise, Edirne’nin tarihsel ve kültürel geçmişinden ve şehirdeki sayısız eserden çok etkilenmiştim. 92 sene Osmanlı Devletine başkentlik yapmış olan bu şehirdeki tarihi eser zenginliği beni çarpmıştı. Kafanızı ne tarafa çevirseniz bir tarihi yapı olması bana buranın aslında bilinçli bir turizm yaklaşımı ile bir Floransa düzeyine getirilebileceğini düşündürmüştü. Bu düşüncemi paylaştığım, her iki  şehri de görmüş birkaç dostum elbette tam olarak ne demek istediğimi anlayamamış ve bana boş gözlerle bakmışlardı. Muhtemelen, “ne alakası var?” demişlerdi içlerinden. Şehrin ve tarihi eserlerin çoğunun durumu içler acısı idi. Doğru dürüst bir otel yoktu. Kaldığımız otel, tek kelime ile berbattı. Ama şehirdeki diğer oteller de aynı durumda idi. Şehir yine bir keşmekeş içindeydi. Herhangi bir tanıtım kitabı, broşür veya hediyelik eşya yoktu etrafta. Kısacası, çok üzücüydü her şey. Bir tek, II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi o zaman da, günümüzde olduğu gibi, çok başarılı ve etkileyici idi. Bu son gidişimde, müzenin daha da geliştirildiğini ve ayrıca tıp medresesi tarafının da 2008 yılından itibaren açıldığını görmek beni çok mutlu etti.

İlginç binaları ile Saraçlar Caddesi

Edirne’ye bu kez gidişimde şehrin pek çok yönden büyük gelişme gösterdiğini gördüm. Öncelikle trafik, düzgün yollar ve trafik ışıkları ile düzene sokulmuş. Belli bölgelerde trafik sıkışıklığı oluyor ama yine de, şehrin merkezinden biraz uzaktaki gezilecek yerlere oldukça çabuk ulaşılabiliyor. Yollar temiz. Refüjlere ve yol kenarlarına çiçekler dikilmiş. Ancak, park sorunu oldukça fazla. Özellikle, şehir merkezinde ve Selimiye Camii civarında park yeri bulmak epeyce zor. Az sayıdaki otoparklar yetersiz.

Tarihi Karakol
30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi ile Meriç Nehri’nin batısında kalan topraklar Yunanistan’a bırakılmıştı. Tarihi Karakol bu dönemde bir sınır karakolu olarak inşa edildi. 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile sınır güneye çekilince, bina bu işlevini yitirdi. Günümüzde kafe olarak kullanılan bina, Meriç Köprüsü’nü geçince sol tarafta.
Hacı Adil Bey Çeşmesi (1904)
Meriç Köprüsü ile Karaağaç yolunun birleştiği noktada bulunan bu çeşme, dönemin Edirne valisi Hacı Adil Bey tarafından yaptırılmış.

Edirne otelcilik alanında da çağı yakalamış görünüyor. Eksikler ve daha da geliştirilmesi gereken yönler elbette var ama daha önce yaşadığım deneyimle kıyas kabul etmez şeyler bunlar. Şehir merkezine 7-8 dakika mesafede kaldığımız Kalevera Otel’de odamız gayet güzel ve temiz, kahvaltı çok iyi, personel ise olağanüstü güler yüzlü ve yardımseverdi. Resepsiyon görevlilerinin yemek konusunda önerdikleri iki yerden de çok memnun kaldık. Bunlardan biri, karşımızdaki Rys Otel’in tepesindeki restorandı. Bu öneri sayesinde, Edirne ışıklarını seyrederek ve iyi kalite şarabımızı yudumlayarak çok güzel bir akşam yemeği yedik. Otelin kendisi de düzgün ve bizimkinden biraz daha lüks görünüyordu.

Karaağaç Tren İstasyonu
Yapımına 1914 yılında başlanan bina Mimar Kemaleddin Beyin eseri. Birinci Dünya savaşı sırasında inşaata ara verilmiş. Kurtuluş Savaşı sonrasında demiryolunun devamının Yunanistan topraklarında kalması nedeniyle işlevini yitirmiş. 1998 yılından beri Trakya Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılmakta.
Bu tren artık hiç bir yere gitmiyor…

Tatil öncesi Edirne üzerine birkaç kitap aldım. Bunlarla birlikte, otelden verdikleri Edirne Belediyesi tarafından basılmış olan harita, şehrin coğrafyasını tam olarak anlamamız ve daha az bilinen ve gidilen yerlere ulaşmamız açısından çok yardımcı oldu. Önceki gelişlerimde turizm hizmeti adına nerdeyse hiçbir şey yokken, şimdi bu konuların birileri tarafından düşünülmüş olması beni çok sevindirdi.

Karaağaç Lozan Anıtı (1998)
Karaağaç, Meriç Nehri’nin batısında olmasına rağmen, Lozan Antlaşması ile savaş tazminatı olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne verildi.

Bugünkü ismiyle Edirne, konumu nedeniyle daima istilaların ve kervan yollarının üzerinde olmuş. Yapılan kazılar, bu bölgede Neolitik Çağ’dan (M.Ö. 8000-5000) başlayarak yerleşim olduğunu ortaya koymuş. Söz konusu kazılara istinaden en erken yerleşimin M.Ö. 5500 yıllarına dayandığı belirtiliyor. Bu dönemden ocak kalıntıları ve çanak çömlek parçaları bulunmuş. Maden Devrine (M.Ö. 5000- 3000) ait en önemli buluntular ise, Menhir ve Dolmenler. Bir tür mezar taşı olan Menhirlere Edirne ve civarında 25 adet rastlanmış. En yoğun olarak görüldükleri Edirne’nin Çömlekpınar köyü yakınlarındaki 200 metrekarelik bir alanda, etrafları bir hendekle çevrili olarak dikilmişler. Istıranca Dağları’nda bulunan 94 adet Dolmen ise bir tür anıt mezar. Bunların tarihlerinin M.Ö. 1400 yılına kadar gittiği belirtiliyor. Büyük taşlar kullanılarak yapılan Dolmenler, herhangi bir harç veya bağlayıcı kullanılmadan, iki oda şeklinde yapılmış mezarlar. Küçük olmakla beraber, ilginç eserlerin bulunduğu Edirne Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde, yükseklikleri 1-2 metre olan 2 adet Menhir ve Hacılar köyü civarından getirilmiş 1 adet Dolmeni görmeniz mümkün.

Edirne Arkeoloji Müzesi’nin bahçesindeki iki Menhir
Dolmen

Edirne civarında ve genel olarak Trakya’da görülen İlk Çağ’dan kalma bir başka mezar türü de Tümülüsler. İç Anadolu bölgesinde seyahat ederken dikkatli gözlerin hemen fark edebildiği Tümülüslerden Edirne’ye giderken yol üstünde de birkaç tane gördük. Gömülü olan kişinin makam ve zenginliğine orantılı bir büyüklükte olan bu toprak tepeler, düz ovalarda düzgün şekilli tepeler olarak insanın karşısına çıkıyorlar.

Tarihte Edirne şehrinin günümüzde bulunduğu yerde kurulmuş ilk yerleşim yeri, Trak kabilelerinden Odrislerin kurduğu Orestia olmuş. Daha sonra şehir, Akhaların, Perslerin, Makedonya Kralı II. Filip’in ve Büyük İskender döneminde Helen İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmiş. M.Ö. 280’li yıllarda Galatlar buraları ele geçirmişler. Sonrasında ise şehir Romalıların egemenliği altına girmiş. Roma İmparatoru Hadrianus’un M.Ö. 123 yılında burayı ziyaret etmesinden sonra, Orestia artık Hadrianopolis adını almış.

Romalılar döneminde, Hadrianopolis’in etrafına surlar yapılmış. Surların dört köşesinde bulunan dört silindir şeklindeki kuleden günümüze bir tanesi ayakta kalmış. Bu kule, üstüne önce 1884 yılında ahşap, 1894 yılında ise kagir olarak çıkılan üç katın tepesine konan saatler nedeniyle, halk arasında Saat Kulesi olarak anılagelmiş. Bir ara yangın gözetleme kulesi olarak da kullanılmış. Bir deprem sonrası tahribat görünce, 1953 yılında üst katlar yıktırılmış. Neyse ki, Romalılardan kalan alt kısma dokunulmamış. Surlar ise, 1866 yılında dönemin Valisi Hurşid Mehmed Paşa tarafından, taşları başka binaların yapımında kullanılmak üzere, yıktırılmış. Günümüzde, Hadrian (Saat) Kulesinin dibinde bu surların kalıntılarını görmek mümkün. Ayrıca, sur duvarlarının hemen dışında Nekropol (mezarlık) olduğu belirtilen bir alan da var. Ancak, kazı alanının durumu içler acısı. Çok kısa bir süre kazı yapılıp, kaderine terk edilmiş gibi görünüyor. Son gördüğüm 15-20 sene öncesinden beri pek fazla bir ilerleme kaydedilmemiş sanki. Dilerim, ilerde buralarda da çalışmalar yapılır.

Hadrian Kulesi
Kulenin dibindeki sur kalıntıları ve Nekropol (mezarlık)

Romalılar döneminde Hadrianopolis, Trakya’nın önemli ve mamur şehirleri arasına girmiş. Bugün izleri kalmamış olsa da, kent diğer Romalı şehirlerde olduğu gibi, mabet, çeşme ve anıtlarla donatılmış. Tarih boyunca, önce Hun, daha sonra Slav, Bulgar, Peçenek ve Haçlı akınlarına uğrayan Hadrianopolis, zaman zaman kısa süreli olarak el değiştirse de, güçlü surları sayesinde büyük ölçüde kendini koruyabilmiş.

Hadrian Kulesi’nin saat kulesine dönüştürülmüş hali. Üst katlar 1953’te yıktırılmış.
Kaynak: “Osmanlı’nın Ustalık Eseri Edirne ve Gezi Rehberi”, Talha Uğurluel, s. 191

Osmanlılar Trakya’ya 1354 yılında, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Beyin emrindeki 10.000 asker ile birlikte Gelibolu Kalesi’ni zapt etmesi ile adım atmışlar. Bu tarihten sonra yaptıkları akınlarla Keşan, Çorlu, Lüleburgaz, Dimetoka ve Babaeski’yi almışlar. 1361 yılında Sultan I. Murat Hadrianopolis’i fethedince, şehre Edrine ismini vermiş. 18. yüzyıl civarında bu isim Edirne halini almış.

Sultan I. Murat (saltanatı 1359-1389) Edirne’yi alınca, öncelikle kale içindeki bir kiliseyi camiye çevirtmiş. Ayrıca, Edirne Tekfurunun oturduğu sarayı beğenmediği için yeni bir saray inşaatını başlattırmış. Günümüzde, belirtilen kilise ve saray tamamen yok olduğu için, ikisinin de yeri tam olarak bilinmiyor. Daha sonra, Yıldırım Bayezid (saltanatı 1389-1402) zamanında yapılan (kimi kaynaklara göre, yeni bir saray yerine, babasının yapımını başlattığı saray inşaatını sürdürmüş) ve Selimiye Cami’nin yerinde olduğu bilinen saraydan da bugün pek fazla bir iz kalmamış.

Fatih Sultan Mehmet’in 1 Nisan 1430 tarihinde doğduğu ev

Sultan II. Murat (s.1421-1451) döneminde yapımına başlanıp, sonraki Padişahlar tarafından inşaasına devam edilen Yeni Saray’ın (Saray-ı Cedid-i Amire) sonu da maalesef çok acı olmuş. Saraya Fatih Sultan Mehmet bir arz odası, Kanuni Sultan Süleyman ise, Mimar Sinan’a, Topkapı’dakinin benzeri bir Adalet Kulesi yaptırmış. Şehrin kuzeyinde, Tunca Irmağı’nın batı kıyısında yaklaşık 3 milyon metrekarelik ormanlık bir alan içinde yer alan Yeni Saray, Osmanlı’nın Topkapı Sarayı’ndan sonra ikinci büyük sarayı imiş. Saray zaman içinde, karşısında bulunan ve günümüzde Kırkpınar Güreş Alanı olan adaya Adalet Kulesi ve başka kasır ve köşklerle yayılmış. Söz konusu adaya kuzeyden Fatih Sultan Mehmet’in, güneyden ise Kanuni’nin yaptırdığı köprü ile erişim sağlanmış. Padişahların Edirne’de daimi olarak ikamet etmeseler de gelmekten pek hoşlandıkları, Batı’ya yaptıkları seferlerde çıkış noktası olarak gördükleri bu saray ve ona bağlı kasır ve köşklerin çoğu 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında çok talihsiz bir kararla Vali Cemil Paşa’nın emriyle havaya uçurulmuş. Oysa o zamana kadar pek çok Padişah tarafından ilaveler ve düzenli bakım yaptırılmış. Savaş sırasında İstanbul’dan getirilen cephaneler Yeni Saray’da depolanmış. Bu kararın nasıl alındığını, daha uygun bir yerin olup olmadığını bilemiyorum. Ancak, Rus ordusunun Edirne’ye yaklaşması ile paniğe kapılan Vali Cemil Paşa’nın emri ile, cephanelerin düşmanın eline geçmesini engellemek için, havaya uçurulmuş. Üç gün boyunca yanan saray yerle bir olmuş. Saraydan geriye sadece Babüssade kapısı, Kum Hamamı, mutfak kısmı ve Fatih’in yaptırdığı Cihannüma Kasrı’nın bir kısmı kalmış. Onlar da harap bir vaziyette. Daha önce gördüğüm bu kalıntıları ve 2002 yılında restore edilen IV. Mehmet’in av köşkünü, sürmekte olan çalışmalar nedeniyle, gezemedik. Sadece uzaktan Adalet Kulesi’nin sivri tepesini görebildik. İnşaat alanının girişindeki tabelada restorasyona 2015 yılında başlandığı yazıyordu.

Sarayiçi bölgesindeki Yeni Saray’da süren çalışmalar. Ön kısımda mutfaklar, arkada Mimar Sinan’ın eseri olan Adalet Kulesi görünüyor.

İstanbul’dan önce, 92 yıl imparatorluğa başkentlik yapmış olan Edirne, Osmanlılar için daima önemli olmuş. İstanbul’un fethinden sonra da bazı padişahlar İstanbul yerine Edirne’de yaşamayı tercih etmişler. Öyle ki, III. Ahmet Edirne’de tahta çıktıktan sonra, 4 Eylül 1703 tarihinde saray halkı ile birlikte İstanbul’a doğru yola çıktığında, yaklaşık yarım yüzyıldan beri süren hanedanın İstanbul’dan uzak yaşadığı dönemi kapatmış olmuş. Padişahların Edirne’de yaşama tercihi zaman zaman deprem ya da veba salgını gibi zorunlu sebeplerle de olsa, bu durum İstanbul halkı tarafından hiçbir zaman hoş karşılanmamış.

Edirne, sürekli kalsın ya da kalmasınlar, Osmanlı padişahlarının daima eserler yaptırdığı bir şehir olmuş. Örneğin, 1566-1574 yılları arasındaki sekiz senelik saltanatı sırasında sadece iki kere Edirne’ye gelen Sultan II. Selim, Mimar Sinan’a yaptırdığı Selimiye Camii ile Osmanlı mimarisinin belki de en seçkin eserinin bu şehirde olmasını sağlamış. Kendisi, 1567 yılında temel atma törenine de katılmış. Şehirde nereye baksanız, maalesef bir kısmı harabe halinde olan, tarihi eserler var. Herkesin rutin olarak gezdiği eserlerin dışında, köprüler, çeşmeler, sebiller, su terazileri, hamamlar, türbeler, Osmanlı mezarlıkları hiç ummadığınız yerlerde karşınıza çıkıyor.

Selimiye Camii

Edirne’ye vardıktan sonra otelimize yerleşip, fazla vakit kaybetmeden, şehri gezmeye çıktık. İlk olarak, Edirne’de Osmanlı’dan günümüze ulaşmış en eski yapı olan Eski Cami’den başlamak istedik. Ancak, Google Maps’in bizi yanlış yönlendirmesi sonucu, bambaşka, belki de bu yanlışlık olmasa hiç gitmeyeceğimiz bir camiye gittik. Hoş bir sürpriz oldu. Zira bu camiden elimdeki kitaplarda söz edilmiyordu.

Sitti Şah Sultan Camii (1482)

Sessiz ve tenha sokakta arabayı park edip az ilerdeki camiye doğru yürürken, bir yanlışlık olabileceğini sezmiştim. Bahçesinde yüksek ağaçları olan bu küçük camii bizim gitmek istediğimiz Eski Cami olamazdı. Bahçenin demir kapısı açıldı ve içerden, başında takkesi olan, yaşlı bir adam çıktı. Kapıyı ardından kapatıp uzaklaştı. Birkaç adım sonra biz de demir kapıya vardık. Açıp içeri girdik. Etraf çok sessizdi. Fazla büyük bir cami değildi burası. Çim ekilmiş bahçesinde birkaç mezar vardı. Sonra, caminin tabelasını gördüm ve içimi derin bir hüzün kapladı. Burası, Sitti Şah Sultan Camii idi. Tesadüf bu ya, kısa bir süre önce, başka bir konuyu araştırırken, Sitti Hatun’un yaşamı karşıma çıkmıştı.

Kare planlı caminin içi son derece sade

Fatih Sultan Mehmet’in ilk eşi olan Sitti Hatun, Dulkadiroğlu Süleyman Beyin kızıymış ve 1449 yılında evlenmek üzere Elbistan’dan Edirne’ye gelin gelmiş. Düğünleri, Yeni Saray’ın karşısındaki adada yapılmış. Ancak bu, siyasi amaçla yapılmış bir evlilikmiş ve Fatih Sultan Mehmet’in babası Sultan II. Murat’ın isteği doğrultusunda olmuş. Fatih, Sitti Hatun’a ilgi duymamış ve İstanbul’u fethedip yeni başşehre taşındıktan sonra da onu yanında götürmemiş. Sitti Hatun ömrünün sonuna kadar tek başına Edirne’de yaşamış ve hiç çocuğu olmamış. Şüphesiz Sitti Hatun da, tarih boyunca siyasi amaçlarla, bir eşya gibi gelin edilmiş, adeta satılmış ve mutsuz olmuş kadınlardan sadece birisi. Üstelik, yalnız bizim tarihimizde de yok bu örnekler. Benzer bir kadere sahip, ilk aklıma gelen bir başka kadın, babası Papa VI. Alexander tarafından siyasi amaçlarla üç kere evlendirilen Lucrezia Borgia. Ancak, Sitti Hatun’un Topkapı Sarayı’nın Haremine bile götürülmemiş olması ve mutlak bir yalnızlık içinde ölmesi insana daha bir fazla dokunuyor.

Sitti Sultan’ın mezarı

Cami, Sitti Sultan tarafından 1482 yılında yaptırılmış. Kare bir planı ve tek bir minaresi var. Caminin arka tarafında, çimenlerin ortasında, Sitti Sultan’ın sade bir mezarı var. Ön tarafta küçük bir hazire olmasına rağmen, o burada bir başına yatıyor. Yaşamında olduğu gibi, ölümde de yalnız…

Eski Cami (1402-1414)

Yapımı 1414 yılında tamamlanan Eski Cami, Edirne’deki Osmanlılardan kalma en eski yapı. Yapım süreci de oldukça ilginç. Camiinin temeli, Yıldırım Bayezid’in Timur’a yenilmesinden sonra oğulları arasında başlayan taht için mücadele döneminde (Fetret Devri 1402-1413) Edirne’de ilk olarak hükümranlığını ilan eden ve burada 8 yıl boyunca saltanat süren Süleyman Çelebi tarafından attırılmış. Edirne’nin 1410 yılında kardeşlerden Musa Çelebi’nin eline geçmesinden sonra, caminin inşaatına onun 3 yıllık saltanatı boyunca da devam edilmiş. Son olarak, 1413 yılında Mehmet Çelebi’nin ordusunun galip gelerek, Fetret Devrine son vermesi ve padişah ilan edilmesinden sonra da cami onun tarafından tamamlatılmış. Ancak, kardeş kavgalarına rağmen, cami Süleymaniye olarak anılmış. Üç Şerefeli Cami’nin yapımından sonra ise, Eski Cami adını almış.

Duvarlardaki yazılar Eski Cami’ye çok değişik bir ambiyans veriyor

Mimarının Konyalı Hacı Alaaddin olduğu belirtilen caminin kadınlar mahfili, 1612 yılında eklenmiş. Eski Cami, çok kubbeli yapısı ve hem dış cephesindeki hem de içerideki duvar yazıları ile insanı etkileyen bir yapı. Ancak, cami içerisinde bugüne kadar Türkiye’nin hiçbir yerinde, hiçbir camide görmediğim ortam beni hayal kırıklığına uğrattı. Maalesef, Edirne’de daha sonra gittiğimiz tüm camilerde aynı keşmekeş, gürültü ve bana göre bir ibadet yerine yakışmayan saygısız bir ortam vardı. Adeta çocuk bahçesindeymiş gibi koşan, bağıran, takla atan, hatta minbere tırmanan çocuklar. Öte yandan, sanki serin bir yerde günü geçirmek için gelmiş, kadınlı erkekli, öbekler halinde oturup sohbet eden ya da uzanmış uyuyan yetişkinler. Anne babalar kendi alemlerinde olduğu için çocuklar da onların dikkatini çekmek için tırmandıkları yerlerden daha da bir yüksek sesle bağırıyorlardı. “Anneee…”  “Babaaaa…” Ebeveynlerin hiç umurlarında olmadığı gibi, görevliler de en ufak bir uyarıda bulunmuyorlardı. Onların tek hassas oldukları konu baş örtüsü ve giyim kuşamdı. Anlaşılan, insanlarımız her konuda olduğu gibi bu konuda da bir yozlaşma sürecine girmişler. Belirttiğim gibi, aynı durum, Selimiye de dahil olmak üzere hemen hemen bütün camilerde vardı. Ben şahsen, ne kadar düşünsem de, bu ortama bir anlam veremedim. Oysa, bu şaheserleri sessizlik ve huzur içinde, doya doya gezmeyi çok isterdim. Sonradan, Orta Doğu ülkelerinde epeyce gezmiş yakın bir arkadaşım bunun yeni bir akım olduğunu söyledi bana. Bu kargaşaya, insanları camilere çekebilmek ve oralarda kendilerini evlerindeymiş gibi hissetmelerini sağlamak için izin veriliyormuş.

Hacı Bayram-ı Veli’nin kürsüsü
Minberin yan duvarlarındaki taş oymacılığı dikkat çekici
Ahşap müezzin mahfili

Eski Cami, önemli tarihi olayların yaşandığı bir cami. Sultan II. Murat, Hacı Bayram-ı Veli’yi Ankara’dan bir müddet için buraya getirmiş. Kendisinin kullandığı kürsü günümüzde mihrabın sol yanında duruyor. Eski Cami’de ayrıca, padişahlardan Sultan II. Ahmet ve II. Mustafa, tahta çıkarken, burada kılıç kuşanmışlar. Caminin içinin en karakteristik özelliği, duvarlardaki yazılar. Bazı sanat tarihçileri bu yazıların yapının etkisini azalttığını düşünüyorlarmış ama, bence aksine çok değişik bir ambiyans veriyorlar. Minber, taş oymacılığı olarak çok güzel. İnce bir işçilik ile yapılmış ve boyanmış. Taş nakışların, 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra sanatta görülen Timur etkisinde olduğu belirtiliyor. Müezzin mahfili de, ahşap merdiveni ve üzerindeki kalem işçiliği ile etkileyici.

Kubbe ve tavan detayları

Caminin içinde ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken noktalardan biri de mihrabın sağ tarafındaki pencerenin iç duvarında bulunan taş. İnsanlar bu taşa ellerini sürebilmek için bazen uzun kuyruklar oluşturuyorlar. Söylendiğine göre söz konusu taş, Kabe’nin Yemen’e bakan ve bu nedenle Rükniyemani adıyla tanımlanan köşesinden alınıp buraya getirilmiş. Kabe’nin bu köşesinin önemi, Hz. İbrahim döneminden kalmış olması ve Hz. Muhammed’in de burada sık sık dua etmesi imiş. Elimdeki kaynak, bu taşın 2005 tarihinde çalındığını ve arandığını belirtmiş. Bu durumda, ya taş daha sonra bulundu ve yerine kondu ya da buraya birileri başka bir taş yerleştirdi. Dokunmak için sıra bekleyenlerden bazıları ile konuştum ama çalınma olayından haberleri yoktu. Kafalarında da en ufak bir soru işareti uyanmadı.

Kabe’den getirildiği söylenen taş

Edirne’nin bir diğer önemli camii, Sultan II. Murat tarafından 1443-1447 yılları arasında yaptırılan Üç Şerefeli Cami. Padişahın camiyi, İzmir’in fethinden elde ettiği ganimetlerle yaptırdığı belirtiliyor. Mimari açıdan önemi, Osmanlı mimarisinde erken ve klasik dönem mimarisi arasında yer alması. Ayrıca, çok kubbeli cami yapımından tek kubbeli cami yapımına geçiş açısından özel bir yeri var. 24 metre çapındaki büyük kubbesi o zamana kadar yapılmış en büyük kubbe olarak büyük hayranlık toplamış. Henüz Ayasofya’yı görmemiş olan Mimar Sinan da buradan çok etkilenmiş. Daha sonra, İstanbul Beşiktaş’ta yaptığı Sinan Paşa Camii’ni yaparken de bu camiden esinlendiği belirtiliyor.

Üç Şerefeli Cami (1443-1447), avlusu ve avlu çevresindeki revakdan ayrıntılar

Caminin kubbesinin o zamana dek bilinen en geniş kubbe olması, halk arasında cami ile ilintili, içinde meleklerin yer aldığı, bir takım efsanelerin ortaya çıkmasına sebep olmuş. Kimi, bu büyük kubbenin melekler tarafından taşınıp buraya yerleştirildiğini söylemiş. Kimi, caminin mimarının kim olduğu tam olarak bilinmediği halde, üç tane olduğunu söyledikleri mimarların, aynı gece rüyalarında birer melek gördüklerini ve bunu sembolize etmek için, caminin üç şerefeli minaresinin yanındaki kapının önüne, melekleri gördükleri noktalara, yeşil sütunlar diktiklerini iddia etmiş.

Camiye adını veren üç şerefeli minarenin önünde melekleri sembolize ettiği söylenen somaki yeşil mermer sütunlardan ikisi
II. Mustafa tarafından yaptırılan burmalı minare ve üç yeşil mermer sütundan biri

Caminin dört tane olan minarelerinin her biri farklı dönemlerde yapılmış. Camiye adını veren üç şerefeli minare, caminin orijinal minaresi. O dönemde, Osmanlı topraklarındaki en uzun minare olarak ünlenmiş. Tepesindeki külahı ile birlikte 76 metre yüksekliği var. Ayrıca, üç şerefesi olması da bir ilkmiş. Belirtildiğine göre, her şerefenin çıkış yolu ayrı olduğu için, müezzinler birbirlerini görmeden farklı şerefelere çıkabiliyorlarmış. Baklava desenli minare Fatih döneminde, kuzey taraftaki tek şerefeli minare I. Ahmet, burmalı minare ise II Mustafa zamanında yapılmış.

Mihrap ve iki yanındaki yeşil mermerden denge terazileri. Temelde bir kayma veya binanın dengesinde bir bozulma olduğu takdirde bu taşlar dönmüyorlar.
Çoğu eski camide kandillerin arasına yerleştirilen devekuşu yumurtaları burada da var. Devekuşu yumurtaları, dekoratif olmalarının yanı sıra, fare ve haşeratın yuva yapmasını ve örümcek ağı oluşumunu engellemek için kullanılırmış.

Caminin avlusuna üç ayrı kapıdan giriliyor. Çepeçevre, 22 kubbeden oluşan bir revak ve ortada da bir şadırvan var. İçeride, mihrabın iki yanındaki denge terazileri Mimar Sinan’ın da ilgisini çekmiş ve kendisi de yaptığı birçok camide bu tekniği kullanmış. Bilindiği gibi,  denge terazileri genelde mihrabın iki yanında yer alıyor. Normal şartlarda rahatlıkla dönen bu taşlar, eğer deprem, toprak kayması gibi nedenlerle binanın dengesinde bir bozulma  ya da temelde bir kayma olursa dönmüyorlar. Yanlış hatırlamıyorsam, Üç Şerefeli Cami’de taşlardan biri dönerken, diğeri dönmüyordu.

Caminin ceviz ağacından pencere ve kapı kanatları çok güzel

Caminin içinde, ceviz ağacından yapılma ahşap pencere ve kapı kanatlarına da dikkatinizi çekmek isterim. Maalesef, Edirne’deki pek çok eserin başına geldiği gibi, Üç Şerefeli Cami de Bulgar ve Sırp işgalleri sırasında yağmalanmış ve tahrip edilmiş. En son olarak, 2000’li yıllarda kapsamlı bir restorasyondan geçmiş.

Mimar Sinan tarafından yapılan Ali Paşa Çarşısı’nın (1569) İğneciler Kapısı

Edirne’ye gelip de meşhur ciğerinden yememek olmazdı. Galetaya bulanıp kızartılan ciğerin tadı (biraz da tuzlanınca) müthiş bana göre. En iyi ciğer nerede yenilir diye araştırınca internette karşıma bir takım yerler çıktı ama nedense, içime sinmedi. Bir türlü karar veremedim. Ben de, yurtdışında da uyguladığım yöntemi uygulayıp otelin resepsiyonundaki genç çalışana gerçek Edirnelilerin hangi ciğerciye gittiğini sordum. Bize, Üç Şerefeli Cami’nin yakınındaki, tarihi Ali Paşa Çarşısı‘nın içindeki Ciğerci Kemal Usta’yı önerdi. Güvendiğim bir arkadaşımın da, adını hatırlamasa da, tarihi bir çarşı içinde olan ciğerciye gitmemizi önerdiğini hatırladım. Muhtemelen burası idi. Aslında, çarşının içinde değil de, yan kapılarından birinin hemen dışında.

Ali Paşa Çarşısı’nın içi

Ali Paşa Çarşısı, Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından Semiz Ali Paşa tarafından, 1569 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmış. Burası, epeyce uzun (300 metre) bir kapalı çarşı. Zamanında önemli bir ticari merkezmiş. Aralarında Evliya Çelebi’nin de bulunduğu pek çok seyyah buradan övgüyle söz etmiş. Şairler, hakkında methiyeler yazmışlar. Batı dünyasında, İstanbul’dan yazdığı mektuplarla ünlenen, 1716-1718 yılları arasında İngiltere Büyükelçisi olarak görev yapan Lord Edward Wortley Montagu’nün eşi, Lady Montagu de yazdığı mektuplarda Ali Paşa Çarşısı’nın temizliğinden özellikle söz etmiş. Okuma fırsatı bulduğum, Lady Montagu’nün  17 Mayıs 1718 tarihinde dostu Abbe Conti’ye Edirne’den yazdığı mektupta, Ali Paşa Çarşısı’nda 365 dükkan olduğundan söz ediyor ve gerek yerlerin gerekse dükkanların Londra’nın “Yeni Çarşısı”ndan ne kadar daha temiz olduğunu anlatıyor. 1992 yılında tamamen yandıktan sonra, restorasyon yapılan çarşıda günümüzde 130 adet dükkan bulunduğu belirtiliyor.

Ciğerci Kemal Usta’da kısa bir süre beklemek zorunda kaldık. Yine de, bir masaya oturmamız umduğumdan çabuk oldu. Dükkan çalışanlarının inanılmaz hızları sayesinde, burada her şey çabuk oluyor. Çok lezzetli bulduğum ciğerin yanında gelen ikramlar da çok lezzetli idi. Ancak, acı geldiği için bir kısmını yiyemedim. Oysa, kurutulmuş biber kızartması çıtır çıtır ve çok güzeldi. Sivri biber kızartması ve sosu da maalesef aynı nedenle fazla yiyemedim.

Karnımız doyduktan sonra sıra artık, Edirne’nin o ana kadar gittiğimiz her yerinden bütün zarafeti ile görünen, Selimiye Camii’ne geldi. Koca Sinan’ın, “ustalık eserim” dediği eserine…

Selimiye (1569-1575)

Sultan II. Selim, Selimiye Camii’ni yapması için Mimar Sinan’a emir verdiği zaman, ünlü saray mimarı 80 yaşında imiş. 1569 yılında yapımına başlanan Selimiye Camii, 1575 yılında tamamlanmış. Yukarda zarafet sözcüğünü bilerek seçtim. Çünkü, Selimiye bende ihtişamdan çok bir zarafet hissi uyandırdı. İçini gezerken de, tüm güzelliğine karşın, Süleymaniye’de hissettiklerimi yaşayamadım. Bunda yine içerisinin aşırı kalabalık ve gürültülü olmasının etkisi de olabilir. Bilemiyorum. Ama, ihtişamlı cami denince benim aklıma ille de Süleymaniye geliyor.

Selimiye’nin arka tarafında bulunan Edirne Eski Saray Hamamı

Selimiye Camii, zamanında  I. Murat’ın başlatıp oğlu Yıldırım Bayezid tarafından inşası devam ettirilen Eski Saray’ın olduğu yere yapılmış. Caminin arka tarafında bulunan ve günümüzde restore edilip kullanılır hale getirilen Edirne Saray Hamamı Eski Saray’dan günümüze kalan tek yapı. 14. yüzyılın ortasında Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan hamam, 1912-1913 Balkan Savaşı’na kadar kullanılmış. Savaş sırasındaki işgalde tahrip olmuş ve bir asır kadar kapalı kalmış. Yapılan restorasyondan sonra, 2009 yılında tekrar kullanılır hale gelmiş.

Selimiye’nin Ayasofya ile rekabet konusu olan kubbesi

Mimar Sinan’ın, otobiyografik eseri Tezkiretü’l- Bünyan’da belirttiği gibi, Selimiye’yi yaparken bir mimar olarak iki büyük hedefi olmuş. Birincisi, mimari açıdan hayran olduğu Ayasofya’nın kubbesinden daha geniş bir kubbe yapmak ve Süleymaniye’de geçemediği bu kubbe çapını, Selimiye’de başarmak.  Kimi sanat tarihçilerine göre Koca Sinan, Selimiye’de yaptığı 31,28 metre çaplı kubbe ile bunu başarmış. Ancak, Ayasofya’nın kubbesinin hafif elips bir yapıda olması ve doğu-batı ekseninde 31 metre çapında iken, kuzey-güney ekseninde 33 metre olması onun başarılı olamadığı görüşünü de ortaya çıkarmış.  Bu rekabet konusunda öne sürülen bir başka nokta da, Ayasofya’nın kubbesinin yerden yüksekliğinin 56 metre olmasına karşın, Selimiye Camii’nde bu yüksekliğin 43,28 metre olması.

Selimiye’nin küçük soğan kubbeleri ve minareleri

Sinan’ın ikinci hedefi ise, o zamana kadar Osmanlı coğrafyasında büyük şöhreti olan Üç Şerefeli Camii’nin ünlü minaresini geçmekmiş. Selimiye’nin dört köşesindeki üç şerefeli minareleri, yerden 85 metre yükseklikleri ile gerçekten çok güzel görünüyorlar. 3,8 metre çapı olduğu söylenen bu minarelerin şerefelerine de üç ayrı yoldan çıkılıyormuş. Açık olmadığı için biz göremedik. Zaten, o söz ettiğim deneyimden sonra minarelere tırmanmak gibi bir hevesim hiç olmadı.

Selimiye külliyesine giriş kapılarından biri ve kapıdaki zincirler
Balkan Savaşı (1912) sırasında Bulgar top atışları ile Selimiye Camii’ne verilen hasarlardan biri

Selimiye Camii’nin külliyesine sekiz kapıdan girilebiliyor. Bahçeye girişi sağlayan bu kapıların bazılarında yukardan ve yanlardan tutturulmuş bir zincir var. Öyle ki, içeri girebilmeniz için eğilmeniz gerekiyor. Bu zincirlerin başka bir fonksiyonları var mı bilemiyorum. Bir anlatıma göre, zincirler nedeniyle kapılardan eğilerek girmek zorunda kalan insanlar böylece camiye girerken saygı göstermeye ve tevazu ile davranmaya yönlendiriliyorlarmış.

Revaklı avlunun sütun başlarında Akdeniz mimarisinin çok farklı tarzlarının etkisi görülüyor. Lotus çiçekli ve mukarnaslı sütun başlıkları buna örnek.
Caminin ana kapısının tavanındaki ünlü baykuş motifi.
Süleymaniye Camii’nin kapısının tavanında da benzer bir baykuş bulunuyor. Kimi sanat tarihçileri bunun bir raslantı olduğunu savunsalar da, ben Mimar Sinan’ın bu bilgelik sembolünü bilerek buraya yaptığını düşünüyorum.

Selimiye Camii’nin geniş ve ferah bir avlusu var. Avlunun etrafında, sütunların üzerine oturtulmuş kubbelerle yapılmış bir revak ve ortada da mermerden hoş bir şadırvan bulunuyor. Sütunların başlıkları, farklı üsluplarda olmaları bakımından oldukça ilginç. Ayrıca, caminin ana kubbesinin etrafındaki sevimli küçük soğan kubbeler de Timur dönemi mimarisini hatırlatıyor.

Cami içindeki muhteşem 16.yy. İznik Çinileri
Selimiye Camii’nde, çini, kalem işi ve ünlü ters lale de dahil olmak üzere, 101 çeşit lale motifi olduğu söyleniyor

Selimiye’nin içindeki çiniler gerçekten çok güzel. Bunlar, 16. yüzyılın ünlü İznik çinileri. Bir kısmında müthiş lale motifleri var. Mihrap, minber, Hünkar mahfili, kadınlar mahfili, pencere ve sütun alınlıkları gibi yerlerde bulunan bu harika çinilerin bazıları ne yazık ki Rusların 1878 yılında Edirne’yi işgalleri sırasında sökülüp götürülmüşler. Rus generali Skobelef tarafından kaçırıldığı söylenen söz konusu çiniler günümüzde St. Petersburg’daki Hermitage Müzesi’nde sergilenmekteymişler. Ziyarete kapalı olduğu için gezemediğimiz ve sadece fotoğraflarını gördüğüm Hünkar mahfilinde, mihrabın sol tarafındaki güzelim çiniler, maalesef Ruslar tarafından acımasızca sökülmüşler.

Ahşap müezzin mahfilinin üstündeki kalem işleri
Müezzin mahfilinin ayaklarından birisi caminin payeleriyle aynı formda yapılmış

Cami içindeki bir diğer şaheser, ortada duran müezzin mahfili. Özellikle, elma ağacı ahşap üzerine yapılmış kalem işleri pek güzel. Bu işler, caminin yapıldığı dönemden kalma imişler. Hem duvar sıvası hem de ahşaba yapılabilen kalem işleri, üzerlerine çekilen sır sayesinde zamana karşı dayanıklı olabiliyorlarmış. 1950’lerde yapılan bir restorasyon sırasında iskelenin çökmesi nedeniyle müezzin mahfilinin tırabzanları kırılmış ama daha sonra onarılmış.

Müezzin mahfilinin altındaki tavanda bulunan çarkıfelek
Müezzin mahfilinin altındaki şadırvan
Ve ünlü ters lale…

Müezzin mahfilinin yüksekliği 2,40 metre. Altına girince, tavanında yine ahşaptan, çok güzel bir çarkıfelek görülüyor. Onun altında ise, küçük bir şadırvan var. Müezzin mahfilinin altı ve etrafı hemen hemen her dakika çok kalabalık. Bunun başlıca nedeni, mahfilin (kıbleye doğru, sol tarafta ve en önde olan) sütunlarından birinde bulunan ters lale kabartması. Herkes bu ters lalenin fotoğrafını çekmeye çalışıyor.  Lale konusunda yüzyıllar içinde yayılmış çeşitli söylentiler var. Bunların içinde en bilineni, caminin yapılacağı arazide bir lale bahçesi olan ve arazisini ısrarla vermeyi reddeden kadınla ilgili olan. Sözde Mimar Sinan, daha sonra güçlükle ikna edilen bu kadının aksiliğini simgelemek için buraya bir ters lale koymuş.  Bir başka rivayete göre ise, inşaat sırasında Mimar Sinan’ın Fatma isimli torunu Edirne’de ölünce, bir çırak ters laleyi onun anısına buraya yapmış. İşin aslının hiç böyle olmadığını, ters lalenin, tıpkı mihrabın yanındaki dönen taşlar gibi, binanın temelinde doğal bir afet nedeniyle bir oturma olup olmadığını anlamak için konduğunu söyleyenler de var.

Mihrap ve minber

Selimiye Külliyesi’nde Sıbyan Mektebi (ilkokul) ve birkaç medrese de bulunuyor. Bu binaların bir bölümünde şimdi, Türk İslam Eserleri Müzesi ve Selimiye Vakıf Müzesi var. Biz, küçük ama kayda değer eserler barındıran, birinci müzeyi görme fırsatı bulduk. Medrese binaları da cami yapılırken inşa edilmişler. Külliyenin hemen yanında yer alan Arasta ise, Sultan III. Murat tarafından, camiye gelir sağlaması için, Mimar Sinan’ın çırağı Davut Ağa’ya yaptırılmış.

Selimiye Camii’nin avlusundaki Selimiye Medresesi’nde bulunan Türk İslam Eserleri Müzesi 1925 yılında Atatürk’ün emriyle açılmış. Burası aynı zamanda, Edirne’nin ilk müzesi olma özelliğini taşıyor.

Yazımın başında da belirttiğim gibi, Edirne tarihi eserler açısından çok zengin bir şehir. Hal böyle olunca, gezdiğimiz yerleri bir yazıya hakkıyla sığdırmak çok zor. O nedenle, ikinci günümüzde gezdiğimiz muhteşem Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi ve Camii’ni, Arkeoloji Müzesi’ni, Büyük Sinagog’u ve eşsiz çinileri olan Muradiye Camii’ni bir sonraki yazıma bırakıyorum…

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.