İlkokul dördüncü sınıfa yeni başlamıştım diye hatırlıyorum… Bir gün babam bana bir kitap verdi.
– Al bak, sen artık böyle kitaplar okuyabilirsin, dedi.
Krem rengi ile uçuk kayısı renginin birlikte kullanıldığı bir kapağı vardı. O güne kadar okuduğum kitapların kapaklarında olduğu gibi üstünde resim yoktu. Kapakta,
SAİT FAİK ABASIYANIK
Hikayeler
yazıyordu. O zamanlar Türk Dil Kurumu henüz öykü kelimesini dolaşıma sokmamıştı.
Kapağını açıp, karıştırmaya başladım. İçinde, bana biraz fazla kısa görünen hikayeler vardı gerçekten de. İlkinin adını bugün gibi hatırlıyorum… Semaver…
Okumaya başladım…
Ben hiçbir şey anlamadım. Bu nasıl hikaye böyle? Bir kere, bir varmış bir yokmuş diye başlamıyor. Ali isminde genç bir adamı annesi, “ezan okunuyor” diyerek, kaldırıyor. Ali fabrikada çalışıyormuş. Kızarmış ekmek ve semaverde demlenen çay ile kahvaltı yapıyorlar. Ali’nin aklından, ıstırap, grev, patron gibi anlamadığım şeyler geçiyor. Sonra, daha doğru dürüst bir olay olmadan, Ali’nin annesi ölüyor. Ali o gün işe gitmiyor. Ondan sonra, Ali salep satmaya başlıyor.
– Baba, ben bu hikayeden bir şey anlamadım. Ne başı belli ne de sonu….
– Sen okumaya devam et kızım. Sait Faik’i okudukça sevecek, bambaşka insanlar, dünyalar tanıyacaksın. O, müthiş bir hikaye ustasıdır…
Başta epeyce sıkılarak da olsa, babamın sözünü dinledim. Yıllar boyu Sait Faik okumaya devam ettim. Okudukça yazdıklarını, onun o özgür ruhunu, başını alıp gitmelerini sevmeye başladım. Sadece Ali’nin, Ahmet’in, Mehmet’in değil, Ermeni Mercan Ustanın, Barba Apostol’un, Hristos’un dünyalarından insan sevgisi ile dolu bir şekilde söz etmesinden duygulandım. Böylesine zengin bir din ve kültür mozaiği barındıran bir şehirde yaşadıkları için İstanbullulara imrendim.
Sonra anladım ki, Sait Faik’in öykülerine sadece tek tek değil, kocaman bir öykünün parçası olarak bakmak gerekiyor. İçinde isimlerini hiç duymadığım semtlerin, Adaların, çeşitli mesleklere sahip, farklı kültürlerden, sosyal sınıflardan insanların, bir de yazarın kendisinin yer aldığı koca bir İstanbul öyküsü… Dini inancı ve sosyal sınıfı ne olursa olsun, tüm insanlara, uçan kuşa, martıya, balığa, kediye, köpeğe, denize, çimenlere, ağaca, kısacası tüm doğaya müthiş bir sevgi ve duyarlılıkla bakan bir yazarın yazdığı bir öykü…
Orhan Pamuk, Nobel ödülünü aldıktan sonra, dünyada İstanbul’u anlatan yazar olarak tanıtıldı ya da tanındı. Nobel Edebiyat Ödülünü almak geniş kitlelere ulaşmak açısından elbette çok önemli. Ama, Batılı okurlar ve özellikle Türk edebiyatı düşkünleri, Prof. Talat Halman’ın nefis İngilizce çevirileri ile Sait Faik ve onun İstanbul’u ile çok daha önceden tanışmışlardı. Şimdilerde, Orhan Pamuk’un kitaplarını da çeviren, Maureen Freely Sait Faik eserlerini İngilizceye çevirmeye devam ediyor.
İstanbul’un Adalar’ını çok severim. Özellikle de Sait Faik’in adasını, Burgaz’ı… Yaz aylarında çok sıcak ve çok kalabalık olduğu için de, en çok ilkbahar ve sonbaharda hoşuma gider oraya gitmek. Havanın ne çok sıcak ne de soğuk olduğu, ama güneşin pırıl pırıl parladığı günlerde… Ormanı, Sait Faik’in bir çok öyküsünde geçen Kalpazankaya’yı, ara sokaklarda dolaşmayı hep sevmişimdir. Bana sanki Sait Faik, başında arkaya doğru ittiği şapkası ile bir köşeden çıkacakmış gibi gelir.
İstanbul’a taşındıktan sonra uzun yıllar Burgaz’a yılda birkaç kez gittik. Bir aralar ilkbaharda, Kalpazankaya’da Sait Faik’i anma günü yapılırdı. O zamanlar, kır gazinosundan hallice olan işletmede sevenleri toplanırdı. Doyulmaz manzaraya karşı konuşmalar yapılır, öykülerinden parçalar okunurdu. Hala yapılıyor mu, bilmiyorum.
O yıllarda, bir keresinde Sait Faik’in evini de gezmek istedik. Kilisenin karşısındaki beyaz boyalı ahşap eve gittiğimizde çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Ev ve bahçe pek bakımlı görünmüyordu. Bahçe kapısından içeri girebilmek için zili uzun uzun çalmak zorunda kaldık. Evin bir yerinden çocuk bağrışmaları ve gürültü patırtı geliyordu. Sonunda, bir adam gelip kapıyı açtı. Evi gezmek istediğimizi söylediğimizde, yarım ağız buyur etti. Sanki huzurunu kaçırmıştık. Buranın bekçisi olduğunu, karşılığında ailesi ile birlikte burada kaldıklarını söyledi.
İçerisi beni daha da üzdü. Evin ve Sait Faik’in kişisel eşyaları gelişi güzel sergilenmişti. Her yer toz içindeydi. Bakımsızlıktan çoğu şey yıpranmıştı. En önemlisi, Sait Faik’in el yazmaları, notları ve giysileri güneş ışığına karşı hiç bir koruma olmadan sağa sola konmuştu. Annesi tarafından, müze yapılması için, Darüşşafaka’ya bağışlanmış olan evin hali içler acısıydı…
2003 yılında Burgazada’da çok büyük bir yangın çıktı. Yanlış hatırlamıyorsam, piknik alanında çıkan yangın, kuvvetli rüzgarın etkisi ile yayıldı ve büyük güçlükle söndürülebildi. Televizyonda ve gazetelerde gördüğüm, duman tüten ağaçlarla birlikte ormandan geriye kalanların görüntüsü nedeniyle, uzun yıllar bir daha Burgaz’a ayak basmadım. Ta ki, geçen seneye, bir arkadaşım, dikilen ağaçların büyüdüğünü ve adanın tekrar yeşillendiğini söyleyene kadar…
Geçen sene, güzel bir ilkbahar günü Burgaz’a gittik. Nasıl da özlemişim… Hemen önündeki Kaşık Adası’nı, sakin sokaklarını, evlerini, Kalpazankaya’ya giden ağaçlıklı yolu, orada soğuk bira eşliğinde kroket, kalamar ve balık yemeyi… Harika bir gün olmuştu.
Sait Faik Müzesi’nin çağdaş müzecilik anlayışı ile yeniden düzenlendiğini duymuş ve çok sevinmiştim. Ancak, geçen sene gittiğimiz zaman müzenin kapalı olduğu günlerden birine denk gelmiştik. (Müze, Pazartesi ve Salı günleri dışında her gün, saat 10:30-17:00 arasında gezilebiliyor.) Çayır Sokak No: 15’te, kiliseye bakan evi sadece dışarıdan görebildik. Kısmet, bu sene görmekmiş…
Bu sene Burgazada’ya, en gitmem dediğim mevsimde, yazın en sıcak günlerinde, hem de çok kısa aralıkla iki kere, iki farklı arkadaşımla gittim. Ayrıca, her iki seferinde de Sait Faik’in evini gezdim.
İlk gidişimde, Bostancı’daki Adalar motor iskelesindeki kalabalığı görünce, ne yalan söyleyeyim, başta epeyce moralim bozuldu. İtiş, kakış, ağlayan çocuklar, çocuklara kızan anneler, plaj çantaları, piknik sepetleri… Hafta arası olmasına rağmen… Kınalı-Burgaz motoruna bindik. Sonra, mucizevi bir şey oldu. Tüm plaj ve piknik sevenler Kınalı Ada’da indi. Motorda üç beş kişi kaldık.
Burgaz’a yanaştığımızda buranın da çok tenha olduğunu gördük. Anlaşılan, deniz ve piknik için gidenler Kınalı ve Heybeli’yi, Arap turistler ise, Büyükada’yı tercih ediyorlar. Burgaz, o çok sevdiğim rehaveti ve kedileri ile bizi karşıladı…
Sait Faik’in evi, sahilden biraz yukarıda, Ortodoks Aya Yani Kilisesi’ne bakan, beyaz boyalı ahşap bir bina. Oldukça geniş bir de bahçesi var. Bu kez, müzeye girer girmez mutlu oldum. Belli ki, sorumluluk sahibi birileri buraya el atmış ve Sait Faik’in anısına yaraşır bir müze yaratmış. Eşyalar elden geçirilmiş, koltukların yüzleri döneme uygun bir şekilde yenilenmiş, el yazmaları, belgeler ve kitaplar güneş görmeyecek şekilde, uygun camekanlarda ve camlı kitaplıklarda koruma altına alınmış. Girişten itibaren tüm odalara ve camekanlara ayrıntılı açıklamalar konmuş.
Müzenin yeni halini görmek beni o kadar sevindirdi ki, kendimi tutamayıp, girişteki güvenlik görevlisine müze ile ilgili övgüler sıraladım. Etrafta daha yetkili birisini görsem, daha da uzun boylu konuşurdum herhalde. Epeyce genç olan ve büyük olasılıkla müzenin eski halini bilmeyen adamcağız şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Öylece, yüzüme bakakaldı…
Sait Faik, 18 Kasım 1906 yılında Adapazarı’nda doğmuş. Babası Kurtuluş Savaşı sırasında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde çalışmış. Hatta savaş yıllarında bir sene de Adapazarı Belediye Başkanlığını yürütmüş. Hizmetlerinden dolayı, daha sonra kendisine beyaz kurdeleli İstiklal Madalyası verilmiş. Aile 1920 yılında İstanbul’a taşınmış ve Mehmet Faik bey kereste ticareti ile uğraşmaya başlamış.
Sait Faik’in esas yakın olduğu kişi her zaman annesi olmuş. Babası gibi, Adapazarılı bir aileden gelen Makbule Hanım, oğlunun ince ruhunu, özgürlüğüne düşkünlüğünü ve en önemlisi, yeteneğini anlamış ve destek olmuş. 1955’ten itibaren Sait Faik Hikaye Armağanı verilmesini de, vasiyet ederek evinin müze olmasını da sağlayan o olmuş. Makbule Hanım, Sait Faik’in 11 Mayıs 1954 yılında ölümünden sonra, Burgaz’daki evinde inzivaya çekilmiş. 22 Ocak 1963 yılında vefat etmiş. Evini, eşyalarını ve Sait Faik’in kitaplarının yayın haklarını Darüşşafaka’ya bırakmış. Sait Faik’in öyküleri yıllar içinde çeşitli yayın evleri tarafından basılmış. Bizim gençliğimizde bu kitapları Bilgi Yayınevi basardı. Şimdilerde, İş Bankası Yayınları olarak basılıyorlar. Satılan her kitap Darüşşafaka’ya bir katkı oluyor aynı zamanda. Makbule hanımın müze ile ilgili bir vasiyeti de, buranın ücretsiz olması olmuş. Gençlerin buraya rahatça gelip, yazarın dünyasını solumalarını, burada vakit geçirmelerini istemiş. Her iki gidişimde de müzeyi gezen çok sayıda genç görmek çok güzeldi…
Abasıyanık ailesi 1924 yılından itibaren yaz aylarını Burgaz’da geçirmeye başlamış. Ancak, günümüzde müze olan köşkü 1938 yılında, evin ilk sahibi olan Dr. Spanudis’ten satın almışlar. Köşkün ilk yıllarından kalan ve Dr. Spanudis’in hediyesi olan tablo, giriş katındaki salonda sergileniyor.
Evde, iki tane normal, bir de çatı katı var. Giriş katında, salon ve yemek odası, üst katta yatak odaları. Eşyalı olmayan odalarda, Sait Faik’in özel eşyaları, fotoğrafları, el yazmaları, kitapları ve kişisel belgeleri sergileniyor. Tatlı tatlı gıcırdayan ahşap döşemeler ve merdivenler, panjurları kapalı odaların loşluğu, arka odalarda pencerelere hafifçe değen ağaç dallarının içeri vuran gölgesi, hepsi bana Sait Faik’in yazmak için buraya sığınmaktan nasıl keyif almış olabileceğini düşündürdü. Çünkü, bir ara okumak için yurtdışına gitse de, dönüşte türlü türlü işlerin dışında bir ara babasının işinde çalışmaya çabalasa da, onun için yazmak hep birincil olmuş. İstanbul’u, Adalar’ı, Burgaz’ı ve en çok da insanları yazmak… Düşünmüş ki, yazmasa…
“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
(Haritada Bir Nokta adlı öyküden)
Çatı katının bir bölümünde Sait Faik’in balıkçılık malzemeleri sergileniyor. Oltası, sepeti, Ara Güler’in o ünlü fotoğrafındaki şapkası. (Eskiden, toz içinde duvarda asılı duran şapkanın yeni düzenlemede bir camekanın içinde korumaya alınmış olması beni sevindirdi.) Balıklar ve balıkçılarla ilgili öyküleri, Sait Faik’in denizi ve barındırdığı yaşamı ne kadar sevdiğinin en güzel göstergesi. Hepsi insanın yüreğine değen öyküler… Hele o, Sinarit Baba öyküsü…
Çatı katındaki diğer odada ise, yazarın çeşitli kişilere yazdığı mektuplar, yurtdışından gönderdiği kartpostallar ve başka yazışmalar, çok güzel bir şekilde sergileniyor. Belli ki, bunlar sadece bir seçki. Eminim, çok daha fazlası vardır. Belgelerin bir kısmı çekmecelerde, bir kısmı da kağıtların ön ve arka yüzleri okunabilecek şekilde düzenlenmiş. Bu odada, siz de Sait Faik’e hitaben bir mektup yazıp, bir kutuya atabiliyorsunuz. Gittiğim iki seferde de bunu yapan gençler vardı. Makbule Hanım, oğlunun gençler tarafından tanınmasını, bir yazar olarak unutulmamasını istemiş. Bu anlamda, vasiyetinin yerine geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Sait Faik Müzesi’ni gezmek insanı geçmiş zamanlara götürüyor. En az 60-70 yıl öncesine. Büyük olasılıkla, yaşam koşullarının çok daha zor olduğu dönemlere. Buna karşın, doğaya daha yakın, sade ve basit bir yaşam süren insanların, bizlerden çok daha mutlu olduğu yıllara. Öyle ya… Hangimiz ya da kaçımız, gençliğinden itibaren hastalıklarla boğuşan, sonra da 48 yaşında ölen Sait Faik gibi yaşamdan zevk alabiliyor? Adalar’ın ve İstanbul’un keyfine varıp, çayır çimenden, kuşlardan, balıklardan mutlu olabiliyor günümüzde?
Bana öyle geliyor ki, Sait Faik’in başarısının nedenleri sadece onun gözlem yapma ve yazma yeteneği, duyarlılığı ya da doğa ve insan sevgisi değil. O, Haldun Taner’in çok güzel ifade ettiği gibi, kendisini olduğu gibi kabul edebilmiş bir insan. Olmadığı, olamayacağı bir insanmış gibi yaşamayı kabul etmemiş. Aslında hep dar gelirli ve sıradan insanları yazsa da, belli çevrelerde kabul görmek ya da dünyanın en saygın edebiyat ödülünü almak için, ağzında eğreti duracak siyasi söylemlere, yazılara gerek görmemiş…
“Sait Faik’i, Sait Faik yapan, bütün o yüksündüğü özellikleriydi. Aylaklığıydı. Okul kaçkını başıboşluğuydu. Hiçbir ciddi işi ucundan tutamayan gelgeçliğiydi. Sonunda kendini olduğu gibi kabul etti. Dünyadaki, toplumdaki hikayeci yerini, bilinçle aldı. Burgaz çalılıklarından çekti bir kızılcık dalı kopardı, kalem gibi yonttu, ucunu yaşama batırdı ve yazmaya koyuldu.
Disiplinli yazarlar gibi, muntazam çalışmıyordu, yazma işine asılmıyordu. Eserekli yaradılışına uyarak, durup dinlenip, bazen sadece yaşayıp, yazmayı unutarak, yazmaktan ekmek parası beklemeyerek, yazıyordu.”
(Haldun Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil-1983)
Şimdi hemen bazılarının, bunu yapabilmek için insanın varlıklı bir ailesinin ve Makbule Hanım gibi kendisini destekleyen bir annesinin olması gerektiğini söylediğini duyar gibi oluyorum… Doğru… Para kazanma kaygısının olmaması, Sait Faik için büyük bir avantaj olmuş. Ama, varsın olsun, bence… Benzer ayrıcalıklara sahip olup, hiçbir şey üretemeyen, yaratamayan, bir işe yaramaz onca insan aklıma gelince, varsın olsun diyorum…
Sait Faik, sorumluluk ve gerçeklerden uzak bir alemde yaşamış gibi görünse de, bence aslında her şeyin farkında imiş. Gittikçe acımasızlaşan insanların, çirkinleşen dünyanın ve yok edilen doğanın fazlası ile bilincindeymiş. Öyküleri bu farkındalığın ip uçları ile dolu. İşte, Son Kuşlar öyküsünün son paragrafı…
“Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi.”
Bu yaz Burgaz’da gitmekten mutlu olduğum bir diğer yer de, Adalar Cemevi (Çınarlık Sok. No:19) oldu. Bu zamana kadar Burgaz’da bir cemevi olduğunu bilmiyordum. Oysa, burası İstanbul’daki en eski cemevlerinden biriymiş. Kendisi de Alevi olan sevgili arkadaşım götürdü beni oraya. Yeşillikler içindeki bahçesinde içtiğiniz her çay, yediğiniz içtiğiniz her şey, cemevine bir katkı oluyor aynı zamanda. Sonradan bulup okuduğum bir söyleşide (1), Adalar Cemevi Başkanı Zeki Kaya şöyle demiş:
“Burgazada’da kilisesi, havrası, cemevi ve camisiyle dört tane dini inanç bir arada yaşıyor. Irk, din, mezhep ayrımı olmadan herkes iç içe yaşıyor. Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Türkler, Kürtler, hepsi bizim cemevi bahçesinde bir araya geliyor. Onlar buraya geliyor ben de onların ibadet yerlerine gidiyorum. Bu çok güzel bir duygu. Farklı inançlarla yan yana yaşamak mutluluk verici.”
Ne mutlu, ne güzel… Sevgili Sait Faik’in adasına da bu yakışır doğrusu…
Sabah, Bostancı’dan Adalar’a doğru giderken güzeldi de, dönüşte motordan görülen manzara içimi dağladı. Birbiriyle uyumsuz binalarla dolu, betonlaşmış bir kara parçası. Bir zamanların yemyeşil Dragos Tepesi, orada oturan arkadaşlarımızı ziyarete gittiğimiz zaman kendimizi ormanın kıyısında hissettiğimiz Yakacık… Hepsi beton canavarı tarafından öğütülmüş… Kalan yeşillikler ise, insanı daha da fazla hüzünlendiriyor.
İçler acısı manzara bana Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir şiirini anımsattı. Yanlış anlaşılmasın. Öyle, şiirleri hatırlayıp ezberden okuyabilme gibi bir yeteneğim hiçbir zaman olmadı. Eve gelince, bulup tekrar okudum. Bedri Rahmi de , dostu Sait Faik gibi, nasıl da görmüş her şeyi yetmiş yıl öncesinden…
Şehirdekilere Gazel
Onlara çiçek götürmiyelim
Kolonya sürünsünler
Taylarımızı, sıpalarımızı anlatmak için,
Nefes tüketmiyelim;
Tahtadan atları var binsinler..
Söğüt dallarına bıçak vuranların
Tavşanlara saman dolduranların elleri kırılsın
Onların çeşit çeşit oyuncakları var
Gemileri var uçsuz bucaksız,
Oyunları var hadsiz hesapsız.
Ahhh, arı daha iyi saklayabilse balını
Başak tanelerini inkar edebilse
Kuyu dikip başına lâhzada tüketse kendi suyunu
Ağaç meyvalarını yiyebilse.
Su çevirmesin değirmen taşını
Rüzgar doldurmasın yelkenlerini
Irmak taşımasın kirlerini
Toprak örtmez olsun ellerini
Ne günleri varsa görsünler
Aslını ararsan
Toprağa sadece ölülerini gömüp
Bir defacık olsun yalınayak basmadılar
Karış karış yarıldı bahçelerimiz kırk yerinden
Kulak asmadılar
Suyu alıp götürdüler
İçip içip tükürdüler
Üstüne üstelik
Bize acımasını bildiler
Biz de onlara acıyalım..
Bedri Rahmi (1948)
————————————————————————————–
(1)- “Burgazada Cemevi halkları ağırlıyor”, www.adalargercek.com , (10/7/2016)
Yine harika yazmışsın kuzim. Hem keyifle hem kaybetmekte olduğumuz naif duygular için içim sızlayarak okudum. Bu arada seninle birlikte Burgaz’a gitmek çok daha keyifli olacak. En kısa zamanda yapalım. Harikasın
Çok teşekkür ederim Gülden’ciğim. O yaşamların, duyguların silik izlerinin hala varolduğu çok az yer kaldı maalesef. Adalar ve özellikle Burgaz da onlardan biri benim için. Birlikte gitmek gerçekten harika olur… Hem o zamanları hem de çocukluğumuzu yad ederiz yine. Kalpazankaya’ya da bir selam veririz! 🙂
Büyük bir keyifle okudum Ülgen’ciğim. Ben de geçen yaz doğumgünümde Sait Faik müzesindeydim ve çok etklenmiştim. Yazın beni o güne ve Adalardaki hatıralara götürdü:-) sevgiler
Tuğba’cığım, çok teşekkür ederim. Blogumun adına uygun bir şekilde seni eskiye götürmüşüm demek ki. Çok sevindim😊🎈Burgaz ve Sait Faik doğumgünü geçirmek için harika bir fikirmiş. Sevgiler
Keyifle okudum. Ruhunuza sağlık 😍❤
Çok sevindim😍 Teşekkür ederim. Eksik olma… ❤️😘