La Diva Turca

Leyla Gencer’i sahnede sadece bir kere izleme fırsatım oldu. 23 Temmuz 1987 tarihinde, İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen Uluslararası İstanbul Müzik Festivali kapsamında, Aya İrini Kilisesinde bir resital vermişti. Son temsilini verip, operayı bırakalı dört yıl oluyordu. Artık sadece konserler, resitaller veriyor ve gençleri eğitiyordu. Resital başlar başlamaz, resital boyunca ve sonrasında onu operada izleyememiş olmanın üzüntüsünü duydum…Hala da duyarım…

Leyla Gencer, dünyanın en ünlü operalarından Milano’daki La Scala Operası’nda 25 sene Prima Donna olmasını sağlayan muhteşem sesinin dışında, duruşu, sahne hakimiyeti ve zarafeti ile çok etkileyici idi… Sahneye adım atar atmaz, kırmızı tuvaletinin içinde, seyirciyi büyülemişti. Zaman zaman insanın içine işleyen soprano sesi Aya İrini’nin kubbesinde yankılanırken çok duygulanmıştım. Ama, kendisini daha önce izlememiş olsam da, sesinin çok güzel olduğunu zaten biliyordum. Bütün dünya biliyordu… Dünyada hayranları ona boşuna La Diva Turca demiyordu. “Türk Tanrıça”… Ancak, ülkemizde son zamanlarda bazı popüler şarkıcılara uygun görülen “Diva”lığı hak etmek için güzel bir sesin yeterli olmadığını da insan hemen anlıyordu. Leyla Gencer, sanki bu kelimenin (daha pek çok kelime gibi) günümüzde içinin boşaltılmasına isyan eder gibi, bize gerçek bir Diva’nın nasıl olması gerektiğini gösteriyordu. Sahnede izlediğimiz performans çok çalışmış, azimli, kararlı ve kişiliği güçlü bir sanatçının yeteneğini görgüsü ve deneyimi ile birleştirmesinin sonucu idi. O nedenle, hiçbir hareketi, hiçbir mimiği insana tuhaf gelmiyordu. Seyirciyi teatral bir şekilde selamlaması, terlediği zaman piyanistinin uzattığı büyük mendili zarif bir hareketle alıp, alnına götürmesi… Hepsi, hepsi bir Diva’ya yakışan, sırıtmayan, bir bütünün parçasıydı…

İstanbul Festivali, 1987

Çok heyecanlıyım… Hayatımda ilk olarak operaya gideceğim. Günlerdir anneme ve babama operanın nasıl bir şey olduğunu sorup, duruyorum. Anlayabildiğim kadarı ile, tiyatro benzeri bir şey ama konuşmak yerine, sanatçılar şarkı söyleyerek iletişim kuruyorlar. Kafamda canlandırmaya çalışıyorum…

Babam bana her operanın bir öyküsü olduğunu, zaman zaman romanların, epik şiirlerin, tarihi olayların veya efsanelerin konu edildiğini ve operaya gitmeden konusunun okunması gerektiğini söyledi. Bu arada, kalın bir kitap gösterdi. (Günümüzde her türlü bilgi anında parmaklarımızın ucunda olduğu için o yıllarda böylesi bir kaynağa sahip olmanın kıymetini şimdi anlamak biraz zor olabilir.)

Babamın opera kitabı…

Piazza Beniamino Gigli’de bulunan Roma opera binası dışardan bakıldığında çok gösterişli değil. Ama içerisi o kadar güzel ki, nefesim kesiliyor. Bordoya çalan koyu kırmızı kadifenin ve altın yaldızlı süslemelerin muhteşem uyumu içimi ısıtıyor. Kristal avizeler ve aplikler ışıl, ışıl.

Son derece şık hanımlar, smokin veya koyu renk takım elbise giymiş erkekler jilet gibi ütülenmiş üniformaları içindeki yer göstericilerin eşliğinde localarına veya parterre’deki yerlerine yöneliyorlar. Biz de, ikinci yada üçüncü katta ve sahnenin tam karşısında olan locamıza aynı şekilde gidiyoruz. Yer gösterici arada bir arkasına dönüp, bize gülümsüyor ve kibar bir el hareketi ile yolu gösteriyor.

Teatro dell’Opera di Roma, 1880 yılında Teatro Costanzi olarak açılmış ve 1946 yılına kadar çeşitli isimler altında hizmet vermiş. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde İtalya’da monarşinin sona ermesi ile de Teatro Dell’Opera adını almış. Akustik açısından dünyanın sayılı opera binalarındandır.

O zamanlar, Teatro dell’Opera di Roma’da her yıl sezonun Giuseppe Verdi’nin (1813-1901) bir eseri ile açılması gelenekti. O sene de sezon Verdi’nin günümüzde fazla bilinmeyen ve sahnelenmeyen eseri, “ I Lombardi alla Prima Crociata” ile açılmıştı. O kadar az bilinen bir eserdi ki, içinde 70’ten fazla opera eserinin bilgisi bulunan babamın kalın kitabının içinde “ I Lombardi alla Prima Crociata” ile ilgili hiçbir şey yoktu. Konusunu mecburen temsil öncesi ve perde aralarında programdan okuduk. Eser birinci Haçlı Seferinde geçiyor ve dört uzun perdeden oluşuyordu. Bırakın 10-11 yaşlarında bir çocuğu, pek çok opera meraklısı yetişkini zorlayacak bir uzunluk ve ağırlıktaydı.

İlk sınavım bu kadar zorlu olmasına rağmen, operayı giderek daha çok sevdim. Klasik müzik gibi, opera da dinledikçe tadına varılabilecek bir sanat dalı. Babamın, çeşitli opera eserlerinin tamamını içeren bir plak koleksiyonu vardı. Her eserin, üstünde altın yaldızla isminin yazılı olduğu lacivert kadife kutusu vardı. Eserlerin “Libretto”ları da kutularının içinde dururdu. Çocukluğumda ve ilk gençliğimde uzun saatlerimi bu plakları dinleyip, diyalogları kitapçıklarından takip ederek geçirdim.

Opera ile ilgili çocukluğumdan kalan en güzel anılarımdan biri de, Terme di Caracalla harabelerinde sahnelenen Aida operasıdır. M.S. 212-217 yılları arasında inşa edilmiş olan Roma’daki bu hamamın kalıntılarında her yıl, yaz aylarında büyük bir sahne (o zamanlar dünyadaki ikinci büyük sahne olduğu söylenirdi) kurulur ve çeşitli opera eserleri sahnelenirdi. Günümüzde de sahnelenmeye devam ediliyor. Sahne o kadar büyüktü ki, temsil sırasında gerçek filler ve develer de yer almıştı. Zengin dekor ve kostümlerin yanında, bu da çok etkileyici idi. Hele, Zafer Sahnesi’nde Ramades’in dört atlı bir zafer arabası ile sahneye dört nala girişi muhteşemdi…

Leyla Gencer’in sahne hayatının kronolojisine baktığımda, bizim bulunduğumuz yıllarda Roma’ya üç kez geldiğini ve bir keresinde Terme di Caracalla’da Aida’yı oynadığını gördüm. Ne yazık… İzleyebilmeyi çok isterdim… Babam operaya o kadar meraklı olduğu halde kim bilir niye gidemedik. Mutlaka çakışan çok önemli bir zorunluluk olmuştur.

Genel olarak, sanatçılarına ve bilim insanlarına çok değer veren, yücelten bir toplum değiliz. Çeşitli alanlarda dünyada başarı kazanmış ve sivrilmiş olsalar da, onları takdir etmek, yüceltmek yerine kusur arayan, en azından mesafeli duran bir kamuoyumuz var. Ben çocukken, kariyerinin doruklarında olan Leyla Gencer için de o zamanlar duyduklarım onun “Türklüğünü inkar ettiği”, “zaten Hristiyan” olduğu vb yönündeydi. Türk olduğunu hiçbir zaman inkar etmediği ona yurtdışında opera severler tarafından “La Diva Turca” denmesinden zaten belli. Hatta, şöhret basamaklarını daha kolay tırmanabileceği belirtilerek, ismini değiştirmesi, İtalyanca bir ad alması önerildiğinde hep reddetmiş.

“Hayır. Benim adım Leyla. Leyla Gencer.
Benim ailem Safranbolulu. Benim kökenim Anadolu.”

Hristiyan olma konusuna gelince…

Leyla Gencer 1928 yılında İstanbul’da, Polonezköy’de doğmuştu. Annesi, Alexandra Angela Minakovska, Polonyalı aristokrat bir aileden geliyordu. Babası ise, Safranbolu eşrafından zengin bir iş adamıydı. Babası, yirminci yüzyılın başında bir Müslüman olarak, annesi ile evlenmekte bir beis görmemişti ama işte, bizim insanımız 40-50 yıl sonrasında bunu kurcalıyordu. Başardıklarını takdir etmek yerine… 2008 yılında vefat ettiği zaman da, uluslararası başarılarından çok, bu konu ve vasiyeti üzerine bedeninin yakılması yer almıştı bizim gazetelerde. Oysa, ölümünden iki gün sonra İngiltere’nin saygın gazetelerinden birinde Leyla Gencer yirminci yüzyılın en olağanüstü sopranolarından birisi olarak tanımlanmıştı.
(Daily Telegraph, 12 Mayıs 2008.)

(Vivaldi’nin Beyazıt Operasından “Sposa Son Disprezzata” aryasını Leyla Gencer’den dinlemek isterseniz tıklayınız)

Gazeteci ve yazar Zeynep Oral’ın 1992 yılında yayınlanan Tutkunun Romanı: Leyla Gencer kitabı, Leyla Gencer hakkında merak edilen pek çok şeyi içeren, çok iyi yazılmış bir biyografidir. Söz konusu kitabı yazmak için Zeynep Oral belli sürelerle Leyla Gencer’in İstanbul ve İtalya’daki evlerinde vakit geçirmiş, yanında kalmış. Bu değerli sanatçımızın dünyada gördüğü takdir ve kabulü daha iyi anlatabilmek için, kitapta bir gala için La Scala’ya birlikte gidişlerinin anlatıldığı bölümden bir alıntı yapmak istiyorum aşağıda:

“Bu gece Scala açılıyor.

7 Aralık 1990, Cuma akşamı, Milano’nun Scala Operası, Mozart’ın “Idomeneo” eseriyle açılıyor. Bestecinin 200. Ölüm yıldönümü nedeniyle “Mozart Yılı”nı karşılamaya hazırız.

Evet, tamam, yalnız Scala Operası, yalnız Milano kenti değil tüm İtalya neredeyse bir yıldır bu geceye hazırlanıyor.

Evet, tamam, 1968’de bu eser, Scala’da ilk temsil edildiğinde başrol Leyla Gencer’indi. Bu nedenle aylardır, haftalardır, günlerdir konferanslar veriyor, Mozart üzerine seminerler hazırlıyor, basın, radyo, televizyon onun görüşlerine, onun demeçlerine yer veriyor… Ama bütün bunlar geride kaldı… Şimdi sıra gala gecesinde.

Leyla Gencer, “Idomeneo”, La Scala, Milano, 1968

Bir Limousine. Üniformalı şoförü. Başka türlüsü elbet düşünülemez… Kentin daracık sokaklarında ilerlemeye çalışıyoruz. Tüm trafik akışı, o geceye, galaya göre düzenlenmiş… Scala alanına yaklaştıkça, kaldırımlarda birikmiş kalabalık çoğalıyor, trafik ve güvenlik görevlilerinin sayısı artıyor, araçların ilerleyişi yavaşlıyor…

Hani tam Scala’nın kapısının önünde değil de, şimdi bulunduğumuz köşede, opera binasına bir iki blok kala arabadan insek, yürüsek, kesin daha çabuk varacağız… Hadi inip yürüyelim mi…

“Ben tam önünde inerim. Adetim öyledir” diyor.

Of, bu primadonnaların işte böyle kaprisleri var. O köşede insek, çoktan varmış, yerlerimize oturmuştuk bile!

Hayır, Limousine’den inmedik. İçinde oturup, milim milim ilerlemeyi bekledik. Sonunda Scala’nın önündeki küçük alana vardık.

Alan, içeri girecek ünlüleri görmeyi bekleyen meraklılarla dolu… Ahşap barikatlar ve atlarının üzerinde üniformalı görevliler Scala’nın kapısına uzanan geçidin iki yanına sıralanmışlar…

Sonunda Limousine’imiz geçidin tam önünde durdu.

Leyla Gencer, uzun siyah elbisesi, sırtında beyaz kürk pelerini otomobilden indi.

O anda…

Evet tam o anda, ortalığı bir uğultu kapladı. Herkes ama herkes, alandaki kapının önündeki, kapının ardındaki herkes “Leyla, Leyla, Leyla” diye bağırıyor, alkışlıyor, “La Signora”, “ La Regina” (Kraliçe) diye sesleniyor, “Leyla geldi, Leyla geldi” diye çırpınıyordu.

O anda ne barikat, ne görevli dinleyen oldu. Fotoğrafçılar koşuştu, kameramanlar koşuştu, flaşlar patladı…”Leyla dur”… “Leyla kıpırdama.” Yine flaşlar, yine flaşlar… “Leyla’ya yol açın”… “İzin verin Leyla geçsin”…

O, bir kraliçe edasıyla, ne diyorum ben, hiç kraliçe olur mu, bir Tanrıça edasıyla başı dimdik duruyor…Sağa, sola başını eğerek selam veriyor, gülümsüyor (gülümseyişi karşılayan taraf daha çok “Leyla” diye bağırıyor), bir, iki adım ilerliyor, yine duruyor, hiç belli etmeden kalabalığı şöyle bir tartıyor, memnun kalmış olacak ki eliyle de halkı selamlıyor (selamı karşılayan taraf daha çok “La Gencer”, “La Regina” diye bağırıyor)…birkaç selam daha, birkaç tebessüm daha… en içten, daha az içten ya da eh bu kadarı size yeter tebessümleri… Fotoğrafçılara pek de önemsemeden bir bakış, bir anlık bir poz, uzanan bir mikrofona birkaç sözcük, yine başını hafif eğerek bir selam… O dimdik duran başın hafifçe sağa ya da sola eğilmesi sanki müthiş dramatik bir aksiyon… Elini sıkmak, elini öpmek isteyenlere hiç tereddütsüz ama hep yüksekten uzanan eli…

Ve Tanrıça Scala’dan içeri girdi.

Biri bana, kendine gel desin… Düş mü görüyorum yoksa gerçek mi bu sahneler?
Daha bitmedi.

İçeri girdiğimizde, Scala’nın yer göstericilerinden, smokinli devlet adamlarına herkes yolunu kesiyor, elini sıkmak, elini öpebilmek için yarışıyordu. Bir ara yere diz çöküp, evet evet, yere diz çöküp elini öpenleri bile gördüm.

…………..

O gece izlediğim sahnelerin, hele Limousine’den inip, Scala alanına yaptığı “Antre”nin şokunu kolay kolay üzerimden atamadım.

O bunu fark etti: “Niye bu kadar şaşıyorsun, cicim… Sen de yirmi beş yıl Scala’da başrol oynarsan, sana da aynı şeyi yaparlar… Milanolular beni sever, hepsi bu!”

Evet “hepsi bu”… Her şey bu denli basit…

O geceyi, o gecenin Leyla Gencer’ini bir yerde okusam, inanmazdım… Yazan abartıyor derdim.” (Tutkunun Romanı: Leyla Gencer, Zeynep Oral, s. 26-27)

10 Mayıs 2008’de Milano’da vefat eden Leyla Gencer’in bedeni vasiyeti üzerine yakıldı ve 16 Mayıs 2008 günü Dolmabahçe Sarayı açıklarında Boğazın sularına döküldü. Törende, yine vasiyeti üzerine, İstanbul Opera ve Balesi Orkestra ve Korosu Mozart’ın Requiem’inden Lacrimosa bölümü ile, Ahmet Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosunun 5, 12 ve 13. bölümlerini seslendirdi…

Leyla Gencer aynı zamanda İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) Mütevelli Heyeti Başkanıydı. Ölmeden önce, “mal varlığı ve eşyalarını, onun anısını sürdüreceğine güvendiği” bu vakfa bağışladı. İKSV 2010 yılında, Leyla Gencer’in Milano’daki evinin eşyaları ile Şişhane’deki Deniz Apartmanının ikinci katında “Leyla Gencer Evi”ni açtı. Burada, uzun yıllar yaşadığı Milano’daki evinin oturma odası, kitaplığı, konuklarını ağırladığı yemek odası, fotoğrafları, aldığı ödül ve madalyalar, çok sevdiği aksesuarlar ve giysileri ve yatak odası sergilenmeye başlandı. Mekan randevu alınarak gezilebiliyordu.

“Leyla Gencer Evi”ni yıllardır görmek istiyordum. Ama, bilirsiniz işte… Günler, aylar, yıllar birbirini kovaladı ve ben bir türlü gidemedim. Sonunda, iki hafta önce kesin kararımı verdim. Randevu alıp, gidecektik…




2010 yılında İKSV’nin Şişhane’deki binasında açılan “Leyla Gencer Evi”

İKSV’yi randevu almak için aradığımda, “Leyla Gencer Evi”nin bir buçuk yıl kadar önce Bakırköy’deki Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’ne taşındığını öğrendim. Aslında bu taşınma basında da yer almış ve bunun için bir tören de düzenlenmiş ama, demek ki ben bu haberi atlamışım. Telefonda görüştüğüm kişi, kibar bir şekilde, Bakırköy’deki Merkezi aramamızı ve oradan randevu almamızı söyledi.

Doğrusunu söylemek gerekirse, duyar duymaz bu haber beni çok rahatsız etti… Çok yadırgadım… Öyle ya, Leyla Gencer, İKSV’nin kendi web sitesindeki ifade ile, “mal varlığı ve eşyalarını, onun anısını sürdüreceğine güvendiği” bu vakfa bağışlamamış mıydı? Öte yandan, bu eşyaların sanatçının kendi adını taşıyan bir merkezde sergilenmesi fikri de çok kötü gelmedi. Bir yandan da umutlandım…

Bakırköy’deki Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’nin numarasını buldum, aradım ve 1 Şubat öğleden sonrası için randevu aldım. Telefondaki görevli hanım telefonu kapatırken, kendisinin sadece odaları açıp gösterebileceğini, ayrıntılı bilgi sahibi olmadığını belirtti. Bu konudaki en bilgili kişinin İKSV’de olduğunu söyledi. Bu da ikinci tuhafıma giden nokta oldu…

1 Şubat günü deniz otobüsü ile Bakırköy’e geçtik. İndiğimizde bir taksiye binip, Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’ne kolayca gidebileceğimizi düşünüyorduk. Ancak, durduğumuz birkaç taksi şoförü böyle bir merkezi bilmediklerini ve de aramak istemediklerini söyleyip, uzaklaştı. Sonunda, iyi niyetli bir şoföre rastlayabildik ve akıllı telefonumuzun da yardımıyla merkezi bulduk.

Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi- Bakırköy

Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi, Bakırköy Belediyesi tarafından 2013 yılında inşa edilmiş. Dışardan bakıldığında, biraz apartmanların arasında sıkışmış gibi dursa da, hoş bir bina. Bize verilen bilgiye göre, 10 bin m2 alana kurulmuş ve 250 kişilik bir açık hava oditoryumu, 1000 kişi kapasiteli bir salonu, 300 m2 sahnesi, 65 m2 döner sahnesi, orkestra çukuru ve 6 adet kulisi bulunuyor.

İçeri girip, Leyla Gencer Evi için randevumuz olduğunu söyledik. Kısa bir süre sonra, telefonda görüştüğüm genç, görevli hanım geldi. Bizi kibarca karşıladı ve kendisini izlememizi söyledi…

Açıkçası, bundan sonra hissettiklerimi anlatmam epeyce zor… Heyecan, sevinç, merak, düş kırıklığı, üzüntü… Evet, tam da yurdumuza özgü bir vefasızlık örneği görmenin üzüntüsü…

Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’nde “ Leyla Gencer Evi” için ayrılmış olan bölüm, bodrum katta, son derece ufak, basık bir mekan… Elden gelenin en iyisi yapılmış olmasına rağmen, her şey o kadar sıkıştırılmış ki, bir depodan hallice bir görünüm var. Tavan inanılmaz alçak. Sanki, bu büyük sanatçının piyanolarını, değerli kitaplarını, tablolarını, ev eşyalarını, giysilerini, kürklerini birileri, ya da daha açık söyleyeyim, İKSV başından atmak istemiş… Söyleyebileceğim tek olumlu nokta mekanın ve eşyaların temiz olması. Etrafta herhangi bir toz, kirlilik olmaması.

Fotoğraflardan gördüğüm kadarı ile, daha önce sergilenen Şişhane’deki mekan çok daha uygunken, şimdi böyle bir yer reva görülmüş. Ne kadar üzücü…Üstelik bu devir teslim yapılırken, bir de tören yapılmış… Bizim gördüğümüzü hiç mi bir yetkili veya sanatsever görüp, düşünmemiş? “Leyla Gencer Evinin” kendi adını taşıyan bir merkezde olması fikri çok güzel. Ancak, öncelikle, bu mekan son derece sapa ve zor bulunan bir yerde. Sonra, merkezde “Leyla Gencer Evi” için ayrılan mekan son derece yetersiz. İKSV en azından, bu eşyaları verirken, daha uygun bir mekan sağlanması konusunda ısrarcı olabilirdi. Tüm bunlara ilaveten, yine öğrendiğimize göre, merkezin ödenek alamama gibi bir problemi var. Güçlükle ayakta duruyor. Gelecekte ne olacağı belirsiz. Tüm bunları görüp, öğrendikten sonra yüreğime bir ağırlık çöktü… Devletimizin sanatçılarımıza karşı sergilediği vefasızlık ve ilgisizliklere alışkınız. Beni en çok yaralayan, bu vefasızlığın yıllardır saygı duyduğumuz ve desteklediğimiz İKSV’den gelmiş olması…Çok üzücü… Umarım, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Deniz Apartmanında “Leyla Gencer Evi”nden boşalan mekanları, orayı boşaltmaya değecek bir şekilde değerlendiriyordur…





Merkez’deki tüm görevliler; danışmadaki kişiler, bizi gezdiren genç hanım ve “Leyla Gencer Evi”nin kapılarını açmak için gelen görevliler, hepsi çok iyi niyetli ve kibarlardı. Gezmeye geldiğimiz, ilgi gösterdiğimiz için çok memnunlardı. Ama gönül isterdi ki, burası daha merkezi bir yerde olsun, tanıtımı yapılsın, tüm dünyadan sanatseverler gelsin, gezsin…

Ayrılırken beni umutlandıran tek şey, kısa bir süre önce İtalyan Konsolosluğundan görevlilerin buraya geldiklerini ve bu konuda bir projeleri olduğunu öğrenmemiz oldu. Bu büyük sanatçıya biz ülke olarak umduğu ve beklediği saygıyı gösteremedik, belki onu sevip, sayan İtalyanların katkısı ile anısı daha iyi yaşatılabilir…

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.